Elde var umut!
Haberin Devamı ›
Neresinden bakarsanız bakın, futbol eğlenceli oyun. Ne kadar sıkılsanız da eğlenmek, mizah yapmak için size bolca hep şans tanıyor. 11 yaşındaki Beşiktaşlı yeğenim Doruk Özdemir’le Yakup 2’nin terasındaki ‘dev ekran’ın karşısında maça takılıyoruz. Benim önümde nar gibi iki ‘Çingene Palamutu’, karnı tok olan Doruk’un önünde kalamar... Bir yandan merak ediyorum bu kadar sıkıcı bir oyunun ardından kim nasıl teknik analiz yapacak diye, diğer yandan sıkıntıdan patlamamak için sağa sola telefon açıp geyik yapıyorum.
Yılladır İnönü’ye birlikte gittiğim Adnan Bostancıoğlu’nu arıyorum bir ara, belki o benim göremediğim bir şeyleri görmüştür diye. Ne gezer.. Onun da sesinde bir ‘bitse de gitsek’ havası. Bir ara diyorum ki Adnan’a, “Bugün ‘Ahmedinecad trafiği’ne takıldım. Ama yarın kombineyi almaya gideceğim.” Koy veriyor kahkahayı, “Ben de alacağım ama senin vereceğin 1200 lirayı bana verirlerse. Üste para almadan kombine almam.”
Kendimi düşünüyorum o ara. Sanırım, Deniz Baykal’a olan tüm öfkesine ve ona dair hiçbir umudu kalmamasına rağmen, yanlış yaptığını bile bile sırf AKP’nin önünü keseceğini düşündüğü için ağır bir iç sıkıntısıyla CHP’ye oy veren birine benziyorum.
Tamam, daha lig başlamadan karamsar bir dil tutturmayayım istiyorum. Tutturmayayım da, hiç mi hakkımız yok iyi bir takım izlemeye.
Bakın şimdi, şöyle bir maç sonu demeç harmanlaması yaptım... Denmiş ki, “Siroki mahalle takımı değil. Çok koşan çok iyi oynayan bir takım.” Güler misin, ağlar mısın misali. N’olur insaf edin! Bizim de hassas duygularımız var, onlarla bu kadar oynayıp bizi de bu kadar cahil yerine koymayın lütfen.
Değil bizim Süper Lig, ‘Yükselme Grubu’nda oynamakta zorlanacak bir takımla yapılan maçta üç pozisyonu mumla arıyorsak elbette bunun için Siroki’nin başarısını kutlamak gerek. Peki ama ya bizim takım? Onun için ne söyleyeceğiz?
Düşünün, hayatında en sıkıldığı filmi, en sıkıcı maçı bile sonuna kadar izleyen ben, dayanamayıp 70’te kalktım televizyonun başından. Bunda uykusu gelen Doruk’un da payı vardı elbette ama ondan daha fazlası Beşiktaş’ın oyunuydu.
Düşünüyordum maç sırasında “Delgado’ya bir şey olsa ne olur?” diye, yanıtını bulamadım. Sanırım yanıt, “vasat bir takım” olurdu. Bir de, takımı iki sezondur bu kadar sıkıcı oynatan teknik direktörün yıllık kazancını düşündüm... Hele bunu düşününce nasıl oluyor da insanın dudağında aylarca kapanmayacak uçuk yaraları açılmıyor, en çok da buna şaşıyorum.
Ama yine de diyorum ki; umut etmekten başka çıkar yolumuz yok. Bu sezon da yine birlikte söyleyeceğiz şarkımızı; “Çocuklar inanın, inanın çocuklar. Güzel günler göreceğiz güneşli günler...”
‘Çılgın Türkler’
esir kaldı!
Önceki gün, her iki kişiden birinin AKP’ye oy verdiği güzel ülkemizin incisi Boğaziçi’ndeki birinci köprüdeydim saat 12.00 sıralarında. Kendine propaganda yapmanın ustası “Çılgın Türkler” arabalarının, belediye ve halk otobüslerinin içinde kuzu kuzu bekleşiyorlardı. Trafik açılmadı, onlar da bekledi. Ben bir kornalı protesto girişimi başlatma gayreti gösterdim ‘dat dat, dat’ diye... Ama saatlerdir arabada kısılıp kalmaktan değil de, benim kornanın sesinden rahatsız olan bir kaç “Çılgın Türk” yüzüme öyle baktı ki, ödüm patladı, yeğenin yanında beni pataklayacaklar diye. Oysa İstanbul en neşeli ve en gürültülü gününü geçirebilirdi sayemde. Böylece “Çılgın Türkler” de belki hayatlarında ilk kez, “Hayır” demiş olmanın tadına varacaktı. Olmadı. Beşiktaş kavşağının oradan ‘U çekip’ -şimdi bunun için de ceza öder miyim acaba?- karşıya geçtim ve gerisin geri giderek hiç hesabımda olmayan bir OGS geçiş ücreti kazandırdım devletime. Helali hoş olsun, o biricik canımı ve güzelim sinirlerimi kurtardım ya.
Hak aramanın bölücülük diye belletildiği bir ülkede protestoya kalkışmanın bir bedeli olacaktı elbette. Ben, hayatımdan 1 saat 25 dakikayı ve 2.60 YTL’mi vererek kurtuldum. Ama protestoyu ‘bölücülük’ sanan “Çılgın Türkler” araçlarının içinde saatlerce bekledi.