‘’Gönül de biziz, Topuz da!‘’
Aslında ortada alkışlanacak bir durum da yok ya; neyse... Biz yine de Gökhan Gönül'ün soylu duruşuna selam çakalım. Zira, hasretiz bu gibi durumlara, bu gibi adamlara... Yalanın, talanın, vurgunun, üç kağıdın, avantanın, rüşvetin, şikenin, teşvikin kan hücrelerimize kadar nüfuz ettiği şu ahir zamanda Gökhan Gönül'ün rakibinin haksız yere oyundan atılmasına itiraz etmesi, çölde vaha bulmamız gibi. Toplumsal ilişkilerin olmazsa olmaz koşullarından biri olan dürüstlüğün 'erdem' olararak görüldüğü, dürüst davrananların buğulu gözlerle takdis edildiği nadir ülkelerden biri olduğumuz içindir ki, Gökhan Gönül fair play üzerine ödül üstüne ödül kazanacaktır. Kazansın, hakkıdır. Lakin bir de madalyonun diğer yüzüne de bakmak gerekir. Bizim Gökhan Gönül gibi Mehmet Topuz gerçeğimiz de var. İşte gördünüz, ikisi aynı kadrajdaydı, pazar gecesi. Biri rakibinin hakkını ararken, diğeri onu engellemeye çalıştı. Bununla da yetinmedi, hakemin yanlış kararını alkışlarla takdir etti.
Karşımızdaki, tipik bir, rakibi eksiltmek için numara yapan şark kurnazı futbolcu modeliydi. Ve ikisi de bizim çocuklarımız, bizim inanlarımız. İkisi de zıtlıklarla, çelişkilerle tohumlanan bu topraklarda yetişti. Mesele, hasadı ne şekilde yapacağımız meselesi. Çünkü, nasıl bir geleceğe doğru yelken açacağımız, bu tercihte gizlidir.
‘’Emre nereye koşuyor?‘’
Geleneksel toplum modelinden, modern topluma geçişini henüz tamamlayamamış bir ülke olmanın en büyük sancılarından biri de, tabuların günlük yaşamımızdaki belirleyiciliğidir. Bilimsellikten uzak yaklaşımların ve hurafelerin bütün haşmetiyle varlığını sürdürdüğü bir toplumun muasır medeniyet seviyesine ulaşmasını beklemek ham bir hayalden başka bir şey değildir. Bundan dolayıdır ki, bireyin ve toplumun sağlığı için zorunlu olan bazı uygulamalara burun kıvırıyoruz. Bunların başında ise bir terapiste görünmenin delilikle eş değer kabul edilmesi geliyor. Oysa gelişmiş ülkelere baktığımızda her bireyin, her ailenin, her kurumun sadece beden sağlıkları için değil, ruh sağlıkları için de yanı başlarında bir hekim bulunduğunu görürüz. Psikiatriste gitmekle diş doktoruna gitmek arasında hiç bir fark yoktur.
Terapi görmek, gündelik yaşamın getirdiği zorlanımlarla başa çıkmak için toplumun rutinlerinden biri haline gelmiştir. Bu, kurumlarda da böyledir. Kurumlar çalışanların verimini arttırmak için gerekirse bireysel ya da grup terapilerine başvururlar. Buna spor kulüpleri de dahildir. Bizde ise, hala babadan kalma 'aslanım, koçum, bizim çocuk' klişeleri varlığını sürdürdüğü için Emre Belözoğlu, bugün son sürat uçurumdan aşağı yuvarlanıyor. Bugüne kadar yaptıklarının, başta kendi camiası olmak üzere hakemler ve Fenerbahçe sempatizanı medya tarafından görmezden gelinmesi, onun bu kadar pervasızlaşmasının en büyük nedenidir.
Vukuatlarını tek tek sıralamanın manası yok. Karşımızda kadro dışı cezasıyla geçiştirilmeyecek kadar ciddi, mutlaka psikolojik destek görmesi gereken bir vaka var. Fenerbahçe, eğer 2. kaptanını kaybetmek istemiyorsa modern bir kurum gibi hareket etmeli ve Emre için bir terapist görevlendirmeli. Aksi takdirde her şey için çok geç olacak.
‘’Forza Terim!‘’
Fatih Terim'i salt bir teknik direktör olarak ele alırsanız meseleye son derece sığ yaklaşırsınız. Terim teknik direktörden öte bir fenomendir. Liderliği, karizması bir yana, her şeyden önce bir proje adamıdır. Misyonu, temel atmak ve inşa etmektir. Yenilemek, değiştirmek, dönüştürmek varlık nedenidir. Ondan dolayıdır ki, bir kulüpte görev aldığı zaman işe önce altyapıdan başlar. Bilir ki, orası sağlam olursa, üst yapı da o denli güçlü olur. Galatasaray'da çalıştığı 1996/2000 arasında başarıdan başarıya koşarken, aynı zamanda altyapıyı da yeniden dizayn etmişti.
Mertan, Berk sırada...
Terim, şimdi de göreve gelir gelmez uzun süredir nadasa bırakılan Florya'ya el attı. Derhal iki saha yaptırdı. Tesisleri yeniletti. Sakatlıkların sebebi olan zemini değiştirdi. Uzman bir ekip oluşturdu. A2 maçlarını izlemeye başladı. Gençleri yakın takibe aldı. Sorunlarıyla bizzat ilgilendi. Florya'yı disipline etti. İşte Semih Kaya'lar, Emre Çolak'lar böyle ortaya çıktı. Bu çocuklar bundan önce de vardı. Ama yüzlerine bakan yoktu. İşte gördünüz, son Fenerbahçe maçının bir kez daha ispatladığı gibi, Fatih Terim yalnız Galatasaray için değil, Türk futbolu için de büyük anlam ifade ediyor. Semih Kaya ve Emre Çolak'ın devamının geleceğinden hiç kuşkunuz olmasın. Sırada Mertan var, İsmail Berk var. Daha ismi bize ulaşmamış niceleri var. Çünkü 'Büyük Usta' işbaşında. Umutlan Galatasaraylı...
‘’Skibbe'nin onuru!‘’
Hayatta inandığım ve savunduğum değerlerin başında bir meslek erbabını rengine, milliyetine, cinsiyetine ve ideolojik görüşüne göre değerlendirmemek gelir.
Aslolan, namuslu ve dürüst olması, işini iyi yapmasıdır.
Aslolan, iş disiplinine, meslek ahlakına sahip olmasıdır.
Aslolan, verilen görevi eksiksiz yerine getirmesidir; getiremese bile bu uğurda iyi niyetle sonuna kadar çaba saf etmesidir.
Aslolan, hileye, hurdaya, hülleye kaçmaktan, başarıyı sahiplenip, başarısızlığı başkalarının üzerine atmaktan, bencil davranmaktan uzak olması; ekip ruhuna inanması, birlikte çalıştığı insanlara karşı samimi ve saygılı olmasıdır.
Bir meslek dalı olarak futbol da bu kriterlerden nasibini amalıdır. Yerli-yabancı, yaşlı-genç, siyah-beyaz demeden dürüst ve namuslu insanlara prim vermeliyiz, bu alemde de...
Aksi takdirde... Lafı fazla uzatmanın alemi yok. İşte görüyorsunuz sevgili okurlar, son zamanlarda başımıza gelenleri. Yukarıda sıraladığım evrensel kriterlerden uzaklaşmanın vahim sonuçlarını yaşıyoruz, son bir kaç aydır. Neyse, konumuz bu değil. Sözü bir futbol emekçisi olan Skibbe'ye getireceğim. Sezona iyi başladı. Ardından üç maç kaybetti, kendisi için idam sehpaları kuruldu. Ahbap-çavuşlar, kuyu kazıcılar sırtlan gibi etrafında dolaşmaya başladı. Yönetim çatladı vs. O ise yolundan şaşmadı. Sadece çalıştı, işine baktı. Son 5 haftanın en başarılı hocası. Lakin, durum yine farksız. Etrafı bugün de sarılı. Bir yanda Eskişehir'in eskileri, bir yanda simsar, cambaz takımından mütevellit işsiz antrenörler, bir yanda forma şansı bulamayan futbolcular, bir yanda Türk usulü yönetim... Skibbe, bütün bunlara rağmen işini sürdürüyor, meslek ahlakını yeniden tarif ediyor. Ama biliyorum, ona bir Alman diye burun kıvıracağız ve verdiği onur savaşını görmeyeceğiz. Olsun, ben üzerime düşeni yapayım da, şu futbolsuz günlerde o Alman'ı size hatırlatayım. Çünkü, ondan alacağımız dersler var.
‘’Manisa'nın Kemal'i!‘’
Hani, klasik bir özdeyiş vardır: "Sadece ağaçlara bakarsanız ormanı göremezsiniz." O misal, biz futbol kamuoyu ağaçlara bakmaktan ormanı ıskalıyoruz. Tekile takılıp, bütünü kaçırıyoruz. Gözümüzün önünde olanları, gözümüze sokulanları; ağaçları, ağaçkakanlarını, ağaç kurtlarını görmekten ormanın derinliklerindeki harikulade güzellikleri göremiyoruz. Medyasıyla, okuruyla, izleyicisiyle, taraftarıyla elimize tutuşturulanlarla oyalanıyoruz. Öyle olduğu içindir ki, ancak bir arpa boyu yol kat ediyoruz. Yıllardır içine hapsolduğumuz bir kısırdöngüdür bu. Türk futbolu İstanbul odaklı olduğundan beri Anadolu'da olup bitenler pek fazla fark edilmez. Kim nedir, ne değildir, nasıl çalışır, nasıl başarır, ne tür şartlarda bir şeyler üretmeye çalışır, pek umurumuzda olmaz. Birden bire karşımıza çıktıklarında ise apışıp kalırız. İşte Kemal Özdeş de bu isimsiz kahramanlardan biri. Sadece iki transferle sezona başlamasına rağmen şu an puan cetvelinde Galatasaray'la birlikte aynı puana sahip olup averajla üçüncü sırada bulunan Manisaspor'un teknik direktörü Kemal Özdeş tırnaklarıyla kazıya kazıya bulunduğu yere gelenlerden. Ersun Yanal'ın rahle-i tedrisatından geçmiş olan Özdeş, akademili, çalışkan, akıllı, bilgili, mütevazı, paylaşımcı... Oyuncularıyla antrenör-futbolcudan çok ağabey-kardeş ilişkisi içinde. Başarısının sırrı da bu. Ön plana çıkmayı sevmeyen yapısıyla yepyeni bir teknik adam profili çizen Özdeş, kendisi gibi fırsat bekleyen genç teknik adamların önünü açacak bir rehber niteliğinde. Özdeş'in başarısı, bundan sonra kulüplerin yeni Kemal Özdeş'lere takımlarını emanet etmesine neden olacaktır. Yani, sezona 20 transferle başlayıp, devre arasında 10 transfer daha isteyen ve buna rağmen takımını küme düşüren ya da yarı yolda bırakıp kaçan demode teknik adamlar çağının sonu geliyor gibi. Simsarlar, tüccarlar, hokkabazlar, madrabazlar, şahbazlar, şaklabanlar, rüzgar gülleri, medya bülbülleri... Çanlar sizin için çalıyor! İşiniz artık çok daha zor.
‘’Olcan sabretmeli‘’
Ülkemizde milli takım ile ilgili en sık karşılaştığımız spekülasyon kimlerin alınıp, kimlerin alınmadığıyla ilgilidir. Her ne kadar sığ bir tartışma olarak gözükse de, yapılan eleştirilerde haklılık payı da yok değildir. Milli takım kurmaylarının, zaman zaman insanın vicdanını yaralayan haksız seçimler yaptığı hep olmuştur. Bu Hiddink zamanında da böyleydi, bundan öncekilerde de... Emin olun, Abdullah Avcı da bu konuda önümüzdeki süreçte eleştirilere uğrayacaktır. Hiddink’in seçimlerine gelince; Olcan Adın’a gerçekten de haksızlık yapılmıştır. Türkiye’ye çok sık uğramayan, Türkiye Ligi’ni seyretmeyen, ligde kim kimdir, kim nasıl futbolcudur bihaber olan Hiddink’ten bundan fazlası beklenmezdi! Kabahat onu yönlendirmesi gereken kurmaylarındadır. Geçtiğimiz sezon takımını sırtlayan ve ilk 4’e sokan oyuncuların başında gelen Olcan, bu performansının yarısını 4 Büyükler’de gösterseydi milli takımın değişmez adamı olurdu, bundan hiç kuşkunuz olmasın. Burası Türkiye ve düzen böyle! Olcan’a tavsiyem, sabırlı olsun! Nasıl olsa bir gün yolu İstanbul’a düşer ve gözüne mil çekilmişler onu farkeder!
‘’Rıdvan'ın şeytanlığı!‘’
Yıllardır ‘Fenerbahçe medyası’ diye bir tevatür ortalıkta dolaşır durur. Var mıdır, yok mudur? Gerçek midir, yalan mıdır? Bilinmez! Lakin, kimi zaman bunu haklı çıkaracak medya manüplasyonları da olmuyor değil... Fenerbahçe’yi koruyan, kollayan ya da çıkarlarına hizmet eden haber ve yorumlara zaman zaman rastlıyoruz.
Süreç bazen de farklı bir şekilde işliyor. Başta Galatasaray olmak üzere Fenerbahçe’nin rakiplerine zarar verecek yalan, yanlış ya da abartılı haber ve yorumlar havada uçuşuyor. Bu durum genellikle şampiyonluk ya da transfer yarışının kızıştığı zamanlarda ortaya çıkıyor.
Hadi, ‘amigo yazarlar’ şeklinde kategorize edilen kerameti kendinden menkul bir takım yazar-çizer tayfasının tıynetini biliyoruz. Onlar ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin dikkate alınmamaları gerektiğini geç de olsa öğrendik. Taraftar da böyle düşündüğü takdirde, bu söz konusu güruh, zaten doğal seleksiyona uğrayarak yok olup gidecektir.
Burada sorun aklı başında olanlar. Doğru, dürüst ve objektif olduklarını düşündüklerimiz. Her kulübe aynı mesafede durduklarını zannettiklerimiz. Yıllarca maskeyle dolaşanlar. Bizi kandıranlar. Fenerbahçe şike soruşturmasına uğradığından beri gerçek yüzleri ortaya çıkmaya başladı. Başta Rıdvan Dilmen olmak üzere... Benim de gerek futbolculuğuna, gerekse yorumculuğuna hayran olduğum Rıdvan Hoca, Fenerbahçe formasını sırtına öyle bir geçirdi ki, büyük bir şaşkınlıkla izliyoruz. Hatta iki kez şaşkınız, çünkü o forma zaten içindeymiş. Takım elbise ile kamufle ediyormuş. Ancak biz hep onun objektif olduğuna safça inandık.
Eboue sahtekar öyle mi!
Onun Fenerbahçeli olduğunu elbette dünya alem biliyor. Ama Rıdvan Dilmen işini yaparken o formayı bir yana asmalı. Saygın bir televizyon kuruluşunda ondan beklenen budur. Asamıyorsa yoluna Fenerbahçe yorumcusu olarak devam etmeli.
Şu son Eboue olayı Rıdvan Dilmen’in geldiği noktayı çok iyi ortaya koyuyor. Sahaya yabancı madde yağdıranları değil de, başını elleriyle koruduğu için ‘sahtekar’ ilan ettiği Fildişili futbolcuyu taraftarı tahrik etmekle suçlaması, Rıdvan Dilmen’in adalet terazisinin ne denli şaştığının bir göstergesidir. Şiddete çanak tutması bir yana, Eboue Fenerbahçeli olsaydı meseleye bu şekilde bakmayacağını biliyoruz, çünkü yıllardır sahalarda terör estiren Volkan ve Emre’ye gıkı çıkmıyor.
İş sahtekarlıktan açılmışken, önceki gece Lig TV’de İsmail Kartal’ın aktardığı bir olayla yazıyı noktalayalım:
“Yıllar önce oynanan bir Galatasaray maçında Yusuf Altuntaş bana biraz dokundu. Ben de kendimi yere attım. Rıdvan yanıma geldi. Bir şeyin var mı, diye sordu. Yok, dedim. Hakem geliyor, kalkma sakın diye tembihledi. Hakem Erman Toroğlu’ydu. Yanımıza geldiğinde Erman Hoca’ya benim yumruk yediğimi, hatta kafamın kanadığını dahi söyledi. Erman Hoca da Yusuf’a kırmızı kart gösterdi.”
İşte böyle sevgili okurlar. Üzerine yabancı madde yağan Eboue’yi sahtekar diyerek yerden yere vuran adam bu. Allah’ın sopası yok işte...
‘’Çarşı'dan 'Van' minüte!‘’
Taraftarlık, aynı zamanda doğrudan, haktan, adaletten, mazlumdan yana da olmaktır. Depremzedelerin trajedisine kayıtsız kalmayan Beşiktaş tribünlerinden alınacak çok ders var.
Futbolu sadece basit bir oyun olarak değerlendirirseniz, çekirdek çitleyerek takımınızın maçlarını seyredip, evinizin yolunu tutabilirsiniz. Hatta üstüne, şayet tuttuğunuz takım galipse bir de mışıl mışıl uykuya bile dalabilirsiniz. Dünyadan bihaber olmanın en kestirme yollarından biridir böylesi taraftarlık. Oysa taraftarlık, sorumluluk ister, akıl ister, bilinç ister, yürek ister, empati ister, vicdan ister. Sadece takımınızı çılgınca desteklemekle kalmayacaksınız; yeri gelecek sosyal sorumluluğunuzu üstleneceksiniz, yeri gelecek kendinizi rakibinizin yerine koyacaksınız, yeri gelecek düşenlerin elinden tutacaksınız, yeri gelecek ülke gerçeklerine seyirci kalmayacaksınız. Taraftarlığı salt kulüp taraftarlığına indirgerseniz, sığlaşırsınız, manasızlaşırsınız. Taraftarlık aynı zamanda doğrudan, haktan, adaletten, mazlumdan yana da olmaktır.
Dayanışma ruhu
Zemherinin ayazında naylon çadırlarda donarak ölen çocukların trajedisini yüreğinizin derinliklerinde hissetmektir, taraftarlık. Enkaz altından çıkamayanların anısına saf tutmaktır, taraftarlık. Binlerce kilometre ötedeki depremzedeleri unutmamak, unutturmamak, onlarla ülkenin öbür ucundan empati kurmaktır, taraftarlık. Bu toplumun en önemli hasletlerinden biri olan dayanışma ruhunu her daim canlı tutabilmektir, taraftarlık. Gerçek taraftarlık, bütün bunları yapabilecek donanıma ve güce sahip olmak; kısaca insan olmak, insan kalmaktır. O elit taraftarı görebilmek içinse, BJK İnönü Stadı'na yönünüzü çevirmeniz yeterlidir. Çünkü o tribünlerde insan var, insan sıcaklığı var. Ve alınacak çok da ders...