‘’Terim'in adaleti!‘’
Bir teknik direktör için gerek futbolcusunun, gerekse camiasının nezdinde çok önemli bir kredidir, adalet duygusuna sahip olmak. Eğer mahiyetindekilere bu güveni ve inancı verirsen, sonuna kadar senin ve kararlarının arkasında dururlar. Attığın adımlar yanlış, kararların isabetsiz olsa dahi... Fatih Terim’i Türk futbolunun en başarılı teknik adamı yapan önemli faktörlerden biridir gelişmiş bir adalet duygusuna sahip olmak. Bir lideri, lider yapan özelliklerden de biridir adil bir insan olmak. Öyle olduğu içindir ki, Fatih Terim, salt bir teknik direktör değil, aynı zamanda bir liderdir. Üstelik, bu konuda üniversitelerde konferanslar verecek kadar önemli bir liderdir.
Gelgelelim, Fatih Terim’in liderliğine ve karizmasına yakışmayacak bir zafiyeti var ki, o da bazen paniklemesidir. Oysa lider, kriz anlarında soğukkanlı olur. Ki, arkasındakilere önderlik yapsın, yol göstersin. Terim çoğunlukla bunu başarıyor. Ancak ne var ki, zaman zaman panik-atak krizine giriyor ve yalpalıyor. Yalpaladıkça daha çok panikliyor ve hatalar yapıyor. Yanlış adımlar atıyor, isabetsiz kararlar alıyor. Bütün bunları yaşarken de, Terim’i Terim yapan adalet duygusundan ödün veriyor. Bu süreçte kendisini uyaranlara da kulaklarını tıkıyor, bildiği yolda ilerliyor.
Galatasaray’daki ikinci döneminde yaşadığı başarısızlığın en büyük nedeni, işler yolunda gitmediğinde paniklemesiydi. O dönemdeki onca isabetsiz transferin sırrı da buydu. Belki o günlerde verilen, ‘on yılda yedi Türkiye, iki Avrupa şampiyonluğu’ vaadinin altından kalkamadı ve bu nedenle panikledi. Ama bugünkü koşullar öyle eğil ki. Paniklemesini gerektirecek bir durum da ortada yok. Onu çöken bir enkazı ayağa kaldırsın diye getirdiler zaten. Bundan dolayı sonsuz bir kredisi var. O nedenle Terim, bugün her zamankinden daha fazla serinkanlı olmalı ve adalet duygusundan sapmamalı. Riera transferi, Arda’nın ardından girilen paniğin sonucuydu. Lakin, Galatasaray bu sonuca katlanmalı mı? Ayrıca, Semih Kaya ile Ayhan Akman’ın gösterdiği performansı görünce, bu iki oyuncuya bugüne kadar neden forma verilmediği de, Terim’in adaleti hakkında kuşkular doğuruyor. Bu kuşkuları giderecek olan bizzat Terim’in kendisidir. Kendi gibi davranarak...
‘’BJK kumpanyası!‘’
Bir futbol takımının başarıya ulaşması için olmazsa olmaz koşullardan biri, 'takım' hüviyetine kavuşmasıdır. Kalecisinden forvetine, teknik heyetinden yedek oyuncularına kadar birbirleriyle uyumlu, birbirlerini tamamlayan, aynı dili konuşan, aynı duyguları hisseden, sahada ve saha dışında paylaşan, yardımlaşan, adeta canlı bir organizma gibi hareket eden takımlar için kullanılır 'takım' olmak deyimi. Dünyada bunun en iyi örneği hiç kuşkusuz Barcelona'dır. Sahaya baktığınızda yek vücut olmuş bir futbolcu ve teknik adam topluluğu görürsünüz. Gelgelelim, 'takım' olmak için de önce 'kulüp' olmak gerekir. Kurumsal bir kimliğe sahip olmak yetmez 'kulüp' olmak için. Kulüb olmak için, kulübü oluşturan yapı taşlarından her birinin üzerlerine düşen görevi eksiksiz yerine getirmeleri şarttır. Birbirleriyle tam uyum sağlamaları, profesyonelce davranmaları, tasada ve kıvançta beraber olmaları gerekir kulübü oluşturan unsurların. Başkanından, kapıcısına kadar... Biri aksadı mı, tamamına sirayet eder. Ülkemizde henüz bu tanıma uyan bir kulüp yapılanması mevcut değil. En fecaati ise Beşiktaş. Müthiş bir potansiyele sahip olmasına karşın Beşiktaş bir türlü o kritik eşiği aşamıyor. Arzu edilen istikrara kavuşamıyor. Çünkü Siyah-Beyazlı kulüpte yok, yok! Q7 çetesiyle, alemcisiyle, fiyasko transferleriyle, 'Mendes'iyle, birbirine düşen yöneticileriyle, hocasızlığıyla tam bir çadır tiyatrosu! Beşiktaş'ın sorunu takım olamamak değil, kulüp olamamak! Bunun sorumlusu da elbette ki, başta Yıldırım Demirören olmak üzere yöneticilerdir. Revizyon oradan başlamalıdır. Aksi takdirde 'büyüklük', adıyla, sanıyla sınırlı kalır. Ötesi ise hayal ve hüsrandan ibarettir.
‘’Fenerbahçe yenilmez!‘’
Bir camiayı büyük kılan pek çok etken vardır. Yeri ve zamanı geldiğinde her bir yapı taşı teker teker aktive olur ve camiayı güçlü kılar. Ancak olağanüstü durumlarda tümü birden harekete geçer. Ve görülmemiş bir direniş başlar. Türk milletinin Kurtuluş Savaşı'nda verdiği mücadele buna çok iyi örnektir. Bugün ise aynı süreci Fenerbahçe yaşıyor. Fenerbahçe'nin de Türk Ulusu gibi yabancı güçler tarafından işgal edildiğini iddia etmiyorum elbette. Aziz Yıldırım'ın masumiyetinden, suçsuz olduğundan filan da söz etmiyorum. İleride süreç neyi gösterir bilemeyiz. Aziz Bey ceza da alabilir, Fenerbahçe küme de düşebilir. Lakin bütün bu ihtimaller bir şeyi asla değiştirmez: Fenerbahçe'nin büyüklüğünü ve bu büyüklüğünden kaynaklanan dik duruşunu.
Fener'in 'Kurtuluş Savaşı'
Zor günlerde gösterdiği direnç ve dayanışma duygusudur Fenerbahçe'yi bugün ayakta tutan. 90 dakikayı 10 kişi oynadığı maçta kaderine boyun eğmemesinin sırrı da burada gizli. 300 küsür gündür yenilmiyor Sarı-Lacivertli takım. Benim ise kast ettiğim yenilmezlik bu değil. Yarın bir gün elbette sahada maç kaybedecekler. Ancak bu başkaldırı kültürü, bu direnç, bu kenetlenmişlik, bu inanç, bu motivasyon, bu ruh var olduğu müddetçe Fenerbahçe'nin sırtı, ne bugün, ne de uzak-yakın bir gelecekte asla yere gelmez. Amatör kümeye bile düşse... Yerle yeksan bile olsa... Çünkü Fenerbahçe kendi 'Kurtuluş Savaşı'nı veriyor. Pek çoğumuzun anlamadığı budur. Ve bundan dolayıdır ki, Fenerbahçe yenilmez!
‘’Muhammed'in suçu neydi?‘’
Üç gün içinde Türkiye'nin gündemine oturan Muhammed Demir'in gökten zembille düştüğünü mü sanıyorsunuz. Genç milli takımlarda maç başına bir gol ortalamasıyla oynayan Demir, bugüne kadar kendisini görmezden gelenlerin utancıdır.
Gün geçmesin ki, kulüplerimizin devasa borçlarıyla ilgili haberlerle karşılaşmayalım. Üstelik gelirleri, bir kaç yıl öncesine nazaran kat be kat artmışken! Bunun böyle olmasının en büyük nedeni hiç kuşkusuz yöneticilerin transfer hovardalığıdır. Sınırsız yabancı transferini fırsat bilen kulüp yöneticileri, öylesine akılsız işlere imza atıyorlar ki, Türkiye kısa sürede vasat futbolcu mezarlığına dönüyor. Gelenler de, rüyalarında göremeyecekleri paraları kazanarak ülkelerine servet sahibi olarak dönüyorlar. Tabii bu arada olan da, altyapıda fırsat bekleyen yerli yıldız adaylarına oluyor. İşte bunlardan biri de üç gün içinde oynadığı iki maçla Türkiye'nin gündemine oturan 19 yaşındaki Muhammed Demir'dir. Eminim, "Şimdi bu genç de nereden çıktı?" diye düşünenleriniz çoğunluktadır.
Keşfedilmeyi bekledi!
Muhammed durup dururken ortaya çıkmadı. Gökten zembille de inmedi. Zaten vardı. Ama görmezden geliniyordu. Önce Ertuğrul Sağlam tarafından derdest edildi. Altyapısından yetiştiği Bursaspor'da toplam bir saat bile forma giyemedi. Sözleşmesini yenilemeyince de kadro dışı bırakıldı. Ardından Gaziantep'in yolunu tuttu. Ne var ki kendisini transfer eden Tolunay Kafkas da nedendir bilinmez, yüzüne bakmadı. Üstelik takım, tarihinin en kötü sezon başlangıcını yapmasına rağmen. Muhammed bütün bunları yaşadığı süreçte ise genç milli takımlarda leblebi gibi gol atmaya devam etti. Maç başına bir gol ortalamasıyla oynayan genç futbolcuyu bir kaç yıl sonra Dört Büyüklerden birinde milyonlarca Euro'ya forma giyerken görebilirsiniz. Ama önce, Brozek'ler, Henrique'ler, Bienvenu'ler, Edu'lar, 'Büdü'ler ve daha nicelerinin eşek yüküyle parayı ceplerine indirmeleri gerekir! Ki, rahatlayalım!
Yine yeniden hakemler!
Muhammed'in futboluyla içimizi ısıttığı haftaya bir kez daha hakem hataları damgasını vurdu. En bilineni hiç kuşkusuz Abdullah Yılmaz'ın Galatasaray-Gaziantep maçını katletmesiydi. Servet'in kırmızı kart gördüğü pozisyonda Yılmaz'ın kararı için 'büyük hata' demek bile hafif kalır. Bu kararda hakemin niyetinin sorgulanması gerekir. Maç içinde verdiği diğer yanlış kararlar ise ipin ucunu kaçırmasının sonucudur. Değinmek istediğim bir diğer konu ise, Sivas-Mersin maçında Hüseyin Göçek'in Eneramo'ya gösterdiği sarı karttır. Kurallara göre kart doğrudur. Futbolcu formasını sıyırıp başını kapattığı için sarı kart görmesi gerekir. Burada Göçek kuralı uyguladı. Ancak işin bir de insani boyutu var. Eneramo bir kaç gün önce kaybettiği annesine adıyordu, attığı golü. Bunu formasının altındaki fanilasına da yazmış ve gol sonrası taraftara göstermişti. Belki eski kafayım ama, burada ben hakem olsam o kuralı uygulamazdım. Eneramo'yla empati kurardım. Acısını paylaşırdım. Tepkisini anlayışla karşılardım. Yaptığı kural ihlalini görmezden gelirdim. Ama Göçek bunu yapmadı. Keşke Hüseyin Göçek bütün kuralları, tüm maçlarında böyle titizlikle uygulasa da, alem hakem görse! İki hafta önceki Galatasaray-Bursa maçında uygulamadığı kurallar henüz hafızalarda yerini koruyor da...
‘’Şehitler ölür!‘’
Türkiye bir ölümler ülkesi. Hayatın ötelendiği, ölümün kutsandığı inanç ve törelere sahibiz. Terör, deprem, trafik kazaları günlük hayatımızın rutinleri arasında çoktandır yerini almış durumda. Öylesine kanıksamışız ki, Güneydoğu'dan her gün üçer beşer gelen şehit cenazeleri artık bir şey ifade etmiyor! Vah, vah bile demiyoruz! Gazeteler şehit haberlerini tek sütundan görüyor. Ancak ve ancak büyük ölçekli bir olay gerçekleştiğinde titreyip kendimize geliyoruz! Olayın vahametini o zaman kavrıyoruz. Bir kaç gün isyan ediyoruz; yürüyüşler, mitingler filan düzenliyoruz. Sonra yeniden hayata karışıyoruz. Bir yeni trajedi daha yaşanana kadar... Tıpkı bugünlerde olduğu gibi. Son bir hafta içinde acı, tsunami dalgaları gibi arka arkaya vurdu tüm Türkiye'yi. Güneydoğu'dan katar katar gelen şehit cenazeleriyle öfke ve isyan duygularımız kabardı.
Duyarlılığımız anlık
Statlar şehitler için ayağa kalktı. Nümayiş hala sürüyor. Ardından depremle bir kez daha enkaz altında kaldık. En az hain kurşunlar kadar hain olan 'hırsız müteahhit-bürokrat' ortaklığına öğretmenleri, öğrencileri, çocukları, bebeleri, ebeveynleri kurban verdik. Tüm Türkiye yardım için seferber oldu. Kulüplerimiz de öyle. Bunlar güzel şeyler. Türk insanının en önemli hasletlerinden biridir acıya ortak olmak. Ama nereye kadar? Göreceksiniz, hepsi bir kaç gün daha sürecek. Sonra unutup gideceğiz, olanları, ölenleri. Giden gittiğiyle kalacak. Geride bıraktıkları da kendi kaderleriyle baş başa... Çünkü bizim gerçeğimiz bu. İhmal, vurdumduymazlık, aymazlık temel karakteristik özelliklerimiz olmuş. Duyarlılığımız da baki değil, anlık. Başa çıkmamız gereken devasa sorun budur.
‘’Ahmet Bey'in hayali!‘’
Hayat bir illüzyondan ibarettir. Gördüklerimiz aslında yanılgılarımızdan başka bir şey değildir. Çünkü sadece sahneye odaklanmışızdır. Sahne ise parıltılıdır; eğlencelidir. Genellikle bizi kendi trajedilerimizden, dertlerimizden, kasavetimizden uzaklaştırmaya yarar. Bizi eğlendirmeyi görev edinen oyuncuların sergiledikleri hünerlerin büyüsüne kapılırız. Hipnotize oluruz. İzlediklerimiz bir nevi uyuşturucu etkisi gösterir. Bu şekilde yalın gerçeklerden koparız. Yabancılaşırız. Hem kendimize, hem de ait olduğumuz dünyaya. Bu iki yönlü işleyen bir süreçtir. Sadece kendimizden değil, özdeşleştiğimiz sahne sanatçılarından da uzaklaşırız. Bir yandan onları hayatımızın öznesi, masal kahramanı yaparız; onlara öykünürüz; onların yerinde olmak isteriz. Öte yandan onların sahne arkasındaki trajedilerine yıldızlar kadar uzak oluruz. Çünkü gördüklerimiz, sadece görmek istediklerimizdir. Bu durum futbolcular için de geçerlidir. Zira onlar da sahne sanatçısıdır. Biz sadece kazandıkları paralardan, aldıkları arabalardan ve evlerden, çıktıkları mankenlerden ibaret olduğunu düşündüğümüz şatafatlı yaşamlarını görürüz. Oysa perdenin arkası bildiğimiz gibi değildir. Onların da acıları, düş kırıklıkları, dramları ve yalnızlıkları vardır. İşte hep beraber şahit olduk, Kayserispor kalecisi Gökhan Değirmenci'nin baba acısına. 15 gün önce kendisini izlerken kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden baba Ahmet Değirmenci'nin hayalini gerçekleştirdiği an, genç kalecinin yaşamının en trajik anıydı aynı zamanda. Çünkü Ahmet Bey, oğlunun bir gün İnönü'ye çıkmasını hayal etmişti. Gökhan babasının o hayalini gerçekleştirdi. Ama ne fayda... Gerçekleşen hayal miydi, vasiyet miydi, belli değildi. Bu, hayatın Gökhan'a kurduğu sinsi bir tuzaktı. Ve o da hayatın bir parçasıydı. Hepimiz gibi.
‘’Altyapı felsefesi‘’
Yıllardır Galatasaray altyapısı üzerine üretilen ve yürütülen bir tevatür vardır: Florya futbolcu fabrikası! Gelgelelim, son 15 yılda Florya’dan Emre Belözoğlu ve Arda Turan dışında birinci sınıf futbolcu çıktığını görmedik. Galatasaray, UEFA şampiyonu efsane takımı oluşturan altyapı menşeli oyuncuları hala arıyor. Ancak ne var ki, Florya’dan beklenen patlama bir türlü gerçekleşmiyor. Elbette bunun görünen ve görünmeyen bir çok sebebi var. Benim ilk aklıma gelen ise, yalnız Florya’yı değil, ülkemizdeki diğer kulüplerin altyapılarını da teslim almış olan çarpık zihniyettir. Futbolcu yetiştirmekten ziyade kendi cv’lerini parlatmayı ilke edinen altyapı hocaları, yetişme çağındaki çocukları kaldıramayacakları ölümcül bir yarışa sokarak, yıldız adaylarının daha yolun başındayken bedensel ve zihinsel olarak iflas etmelerine neden oluyorlar. Galatasaray altyapı takımlarının elde ettikleri şampiyonluklarla başlarındaki hocaların kendilerine nasıl kariyer yaptıklarını hep beraber biliyoruz! Keza, geleceğin yıldız adaylarının hayat boyu yakalarını bırakmayan sakatlıklarla nasıl heba olduklarını da... Oysa, futbolun içinde yer alan hemen herkesin artık benimsemeye başladığı ve dünyadaki tüm üst düzey kulüplerde de yaygın olan anlayış, maç kazanmak değil, futbolcu kazanmaktır.
Terim’in Galatasaraylılığı şanstır
İşte bu felsefeyi Fatih Terim’in üçüncü Galatasaray serüveninde sık sık dile getirmesi Sarı-Kırmızılı kulübün geleceğinin inşası yolunda çok önemli bir eşiktir. Florya’yı yeni baştan dizayn etmek için kolları sıvayan Fatih Hoca, bilgisiyle, birikimiyle, tecrübesiyle ve gelişen vizyonuyla 21. Yüzyıl’ın Galatasaray’ını yaratmayı öncelikli hedef olarak belirlemiş durumda. Galatasaray A2 Takımı’nın Denizlispor ile yaptığı maçta buna bizzat şahit oldum. Maçın üçte birlik bölümünü birlikte izlediğim Fatih Terim’in yaşadığı coşkuyu ve heyecanı görünce, Florya için tasarladığı planlarını dinleyince özlemle beklenen ‘2000 Ruhu’nun temellerinin atılmak üzere olduğu izlenimini edindim. Florya’ya, davranış bilimi uzmanından pedagoguna, strateji-taktik belirleyicilerinden egzersiz fizyologlarına, analistinden mentörüne, tesislerin modernizasyonundan sahaların standart hale getirilmesine kadar bir dizi yenilik getirmeyi planlayan Terim Hoca’nın, bu konuda Galatasaray için önemli bir şans olduğunu söyleyebilirim. Zira, çok iyi biliyoruz ki, dünyanın en büyük hocasını da getirseniz altyapı pek umurlarında olmuyor. Ayrıca kendisi de dünyanın en iyi hocalarından biri olan Fatih Terim’in Galatasaray’la özdeşliği altyapının en büyük umududur. Umarım, pusuda bekleyen bir takım iç-dış gizli güçler devreye girip Terim’i kaçırtmaz da, Galatasaray yakaladığı bu önemli fırsatı değerlendirir.
‘’Bokstaki kimlik bunalımıdır‘’
2008 Pekin’den sonra erkekler bokstaki tek kayda değer başarımız Ankara’da yapılan Avrupa Şampiyonası’nda Fatih Keleş’in kazandığı altın madalyaydı. Final yapan bir diğer boksörümüz Adem Kılıççı ise gümüşte kalmıştı. Tüm amatör branşlarda ev sahibi ülkelerin madalya almasının bir gelenek olduğundan yola çıkarsak, Haziran ayında kürsüye çıkan iki sporcumuzun ekim ayındaki Dünya Şampiyonası’nda neden ilk turda elendiği daha iyi anlaşılır. Boksta artık çok küçük nüanslar kazananı belirliyor. Burada da hakem faktörü devreye giriyor. Boksta hiçbir branşta olmadığı kadar hakemlerin etkisi yüksektir. Ev sahibi olursanız hakemler aleyhinize daha az hata yapar, misafirseniz de canınız yanar. Bu meselenin bir yanı. Diğer boyutu ise; Türk boksu, Sinan Şamil Sam’ın Dünya Şampiyonluğu ile Atagün Yalçınkaya’nın olimpiyat ikinciliği dışında son 20 yılda zaten kayıptı. Bir sistemi, ekolü yoktu. Bugün de yok. Yeni federasyon Kübalı antrenörleri getirerek boksa bir kimlik kazandırmaya çalıştı. Ancak bunu yaparken de olimpiyat tecrübesi yaşayan Türk antrenörler tamamen sürecin dışında bırakılmamalıydı. Son olarak, Pekin’den sonra boksta yaşanan iktidar kavgalarının da bugünkü tabloda önemli bir rolü olduğunu hatırlatmakta fayda var. Ankara’da havalanan kelebeğin kanat çırpıntısı, Bakü’de fırtınaya dönüştü. Meselenin özü budur.