Arka Bahçe

Haberin Devamı ›
Fakir fukara...Soframızda, bırakın eti, zeytin peyniri bulduğumuz günler bile, bizim için büyük bir mutluluk kaynağıydı. Mahallenin zengin çocuklarının eskileriyle bayramlara girerdik. Bir yaş büyük, hali vakti yerindeki öğrencilerin önlükleri, defter, kitap ve kalemleriyle okula giderdik. Paltosuz geçirdiğimiz kışların sayısı bir hayli kabarıktır. Lisede delik ayakkabımdan dolayı ıslanan çoraplarımı kalorifer peteklerinin arasına sokarak kuruttuğum günler hiç aklımdan çıkmaz. O nedenle yağmurlu ve karlı havaları sevmezdim. Hep baharı, yazı yaşamak isterdim.İşte böyle okuduk... Kardeşlerim ve ben.Sevgili babamız, izbe bir depoda gecesini gündüzüne katarak, bizleri hayata hazırladı. Bize değil bir şeyler almak, bir harçlık dahi verememenin utancını yaşardı hep. Bunu bize belli etmemeye çalışırdı. Lakin hep bir eziklik içindeydi. Kendini, sanki babalık görevini yerine getiremiyormuş gibi hissederdi. Ama babalık görevi sadece maddi ihtiyaçları doyurmak değildi ki... Bize para pul, zenginlik verememişti babamız, fakat doğruluğu, dürüstlüğü, namuslu, gururlu, onurlu olmayı, erdemi, tevazuyu, yardımseverliği, dayanışmayı, saygıyı, sevgiyi vermişti. Nur yüzlü annemizle birlikte... Ve bu değerlerin maddi karşılığı yeryüzünde yoktu. Gerçek zenginlik de buydu aslında: İnsan olmak, insan kalmak... Fakir fukara ya da diğer bir deyişle yoksul olmak belki kader değildir, ama utanılacak bir şey de değildir. Bu ülke halkının büyük bir bölümü bu süreçten geçmiştir. Yoksulluğu, yoksunluğu yaşamıştır. Türkiye’nin en yakıcı gerçeğidir fakirlik. Aşağılanası, alay edilesi bir zümre değildir fakir fukara... Hele onların üzerinden bu ülkenin medar-ı iftiharı bir kulübüne; Galatasaray’a saldırmak, aymazlığın ta kendisidir. Ortada hiç bir şey yokken, durup dururken, üstelik kazanılmış bir maçın ardından, sırf yıpratma politikası uygulamak, hakemleri baskı altına almak, aklınca psikolojik savaş vermek için ezeli rakibini, ‘fakir fukara edebiyatı yaparak kendilerine çıkar sağlıyorlar’ şeklinde aşağılamaya çalışmanın ne yöneticilikle, ne de insanlıkla alakası yoktur. Böylesine zalim bir dil kullanan birinin bu ülkenin en güzide kulübünde yıllardır yöneticilik yapması ne acıdır, ne büyük talihsizliktir. Bu nobran ve snob yönetici prototipi, stat terörünün neden önüne geçilemediğinin cevabıdır aslında. O çıkar, hem bu ülkenin milyonlarca fakir fukarasını rencide edecek, hem de koskoca bir camiayı küçük düşürecek söylemlerde bulunursa, futbolcusu, ‘bir baba hindi’ tezahüratı yaptırır, taraftarı da statlara satırlarla, palalarla gider. Gerçekte statlardan ayıklanması gerekenler, rakibe saygı nedir bilmeyen, holigan besleyen, tribün terörüne çanak tutan, rakip taraftarı provoke eden bu tür yöneticilerdir. Belki onlar zengindir. Belki paraları vardır, pulları vardır, iktidarları vardır, ihtişamları vardır ama, fakir fukaranın sahip olduğu insani değerlerden çoğunlukla yoksundurlar. Zaten o değerleri parayla pulla elde etmek mümkün değildir. Bir parça insan olmak yeter...Ben gurur duyuyorum, yoksulluğumla da, Galatasaylılığımla da... Siz de duyun, diyorum ve yazımı Bekir Coşkun’un ‘Yoksullar’ isimli harika yazısının son pasajıyla bitiriyorum. Anlayana... “Kaçak elektriği en çok mülk sahiplerinin kullandığı, yeşil kartlıların apartman sahibi olduğu, yıkılmayan gecekonduların “partiye” dayandığı ve en büyük yağmaların örgütle yapıldığı bir ülkedir burası.Yoksul? O yoksuldur.Sessiz, küskün, utangaç, hatta beceriksiz...Kimsenin malına göz dikmez. Ne çalmayı bilir, ne yağmayı.Tam tersine kapısını çaldığınızda, yarım yoksul ekmeğini paylaşır sizinle o.Yüreklerindeki o namus-onur değil midir, bu kadar vurgunun ortasında onları yoksulluğa mahkum eden? Yüreğine taş basar yoksul.İsyanları dahi bir gecenin sabahına yakın, karanlık ağarmadan önce, biraz hıçkırıktır. Gözyaşlarını gizler.Ağladıklarını göremezsiniz yoksulların.Yoksul olan ekmekleri-aşlarıdır.Yürekleri değil...”Acıyı bal eyleyenler...Acı belki kategorize edilemez ama hemen hemen herkesin üç aşağı beş yukarı önceliği aynıdır. İnsanın bu dünyada hiç bir zaman yaşamak istemeyeceği üç büyük acı vardır: Evlat acısı, kardeş acısı, anne-baba acısı. Lakin bunları yaşamak kaçınılmazdır. Hayat serüvenimizde ya biri, ya da hepsi eninde sonunda kapımızı çalar. O gün geldiğinde, ağu gibi bir acı ruhumuzu ve bedenimizi kaskatı yapar, yüreğimizi kor gibi dağlar. Dayanmak mümkün değildir. Yapılacak hiç bir şey yoktur. O acı, vücudumuza bir et beni gibi yapışır, sonsuza kadar bizimle birlikte yaşar. Bazı insanlar vardır, yaşadığı acıyla birlikte darmadağın olur, savrulur gider. Bazıları taş kesilir, bir sfenks gibi kalır. Bazıları da acılarını hafifletmenin yollarını arar. Kolay kolay mümkün olmasa da... Ankaragücü’nün eski başkanlarından Nevzat Karataş ile zarif eşi Nebahat Karataş da, bundan 10 yıl önce biricik oğulları Gökçe’yi henüz hayatının baharındayken bir trafik kazasında kaybetmişler. Dünya onlara zindan olmuş. Ancak onlar yaşadıkları bu acıyı kalplerine nakşederek, kararan dünyalarına ışık saçacak bir vakıf kurmuşlar: Gökçe Karataş Vakfı. Karataş çifti, çocuklarının anısını bu vakıfla yaşatırken, eğitim, kültür, sanat ve spor alanında ülkemize katkı sağlamaya başlamışlar. Bir rahmet bulutu gibi üzerlerinde dolaşan Gökçe’nin ruhundan, bursla okuttukları fakir ve yoksul çocuklara ruh üflemişler, binlerce Gökçe yaratmışlar.Nebahat ve Nevzat Karataş çifti, aynı zamanda vakıf yoluyla her yıl spor, sanat ve eğitim alanında bu ülkeye hizmet veren insanları ödüllendirmeye başlamışlar. Geçtiğimiz hafta bu ödül töreninin 10.’su düzenlendi Ankara’da. Geçen yıl spor yazarlığı alanında beni de layık görmüşlerdi bu ödüle. Bu yıl da sevgili dostlarım Tunç Kayacı ile Yavuz Kocaömer’i ödüllendirdiler. Yüzde yüz doğru isabet. Onların bu gururuna ortak olmak için ben de töreni takip ettim. Törende, vefa, kadirşinaslık, takdir, şükran, gurur; hepsi vardı. Bir insanlık geçidiydi adeta. İnsan olduğunuzu iliklerinize kadar hissediyordunuz. Ölümsüzler kervanına katılan merhum Gökçe Karataş’ın ruhu salonun her köşesine sinmişti.Hayatın anlamını arayanlar Nebahat&Nevzat Karataş çiftini mutlaka tanımalı...