Arama

Popüler aramalar

Arka Bahçe

Abone OlGoogle News
Haberin Devamı

Ey Türk Gençliği sakın milli olmayın!Yanlış anlamayın lütfen. Her alanda milli olmak bir vatandaşlık görevidir. Ekonomide, siyasette, sporda, sanatta, bilimde, teknolojide... Milli olun. Aşın kendinizi ve ait olduğunuz coğrafyayı. Ülkenizi gururla temsil edin dünya arenasında. Çalışın, üretin. Ürettiğiniz değerleri başta ülkeniz olmak üzere insanlığın hizmetine sunun. Milli olmak aidiyetimizin omuzlarımıza yüklediği bir sorumluluktur. Dahası, bir borçtur. Ülkemizden aldıklarımıza karşılık ödememiz gereken bir borç... Her Türk sporcusu, altyapıda eğitimine başladığı çağlardan itibaren milli olma hayaliyle yaşar. Bilir, en büyük hazzın ülkesine hizmet olduğunu. Yarışırken, rakibini geçmenin, yenmenin yanısıra Ay-Yıldızlı armayı göğsüne takmanın da savaşını verir. Bu savaşta bazen yenik düşüldüğü de olur. Ancak ders almasını bilenler için her yenilgi, aslında bir yenilenme fırsatı doğurur. Kendini yenileyenler yoluna devam eder, bunu başaramayanlar da tarihin karanlık dehlizlerinde kaybolur. Milli olma serüveninde iş burada bitmez elbette... Ülkesini temsil etme hakkını kazananın sorumluluğu biraz daha artar. Çarpışacağı cephe genişler. Hem içerideki, hem dışarıdaki rakiplerinin yanısıra, bir de karşısına statüko çıkar. Giydiği formayı burnundan fitil fitil getirmek için pusuda beklemektedir, çağdışı zihniyet... Aslında milli sporcunun en büyük rakibi de bu ilkel anlayıştır. Sahayı, salonu rakiplerine dar edebilir ama zaferini kendisine zehir edenlerin-edeceklerin ördüğü kalın duvarlara toslayarak, sere serpe yere uzanıverir. Yedi düvele meydan okur da, muktedirlere gücü yetmez! Çünkü güç de onlardadır, iktidar da... Seslerini duyurmak isteyenlerin attığı çığlık da boşlukta kayboluverir. Çaresiz bir başlarına kalıverirler. Yapayalnız. Tıpkı bugün sistemden tekme yiyeyerek kaderine terkedilen Kırkpınar Başpehlivanı Recep Kara gibi...2004 yılında Kırkpınar’da zirveye çıktıktan sonra performansını artırarak sürdüren ve son Dünya Şampiyonu Aydın Polatçı’yı ekarte ederek milli mayoyu sırtına geçiren 21 yaşındaki Recep Kara, Bulgaristan’ın Varna kentindeki Avrupa Şampiyonası’nda ağır bir sakatlık geçirir. Müsabaka sırasında diz yan bağları kopan talihsiz güreşçi, İstanbul’a dönüşte özel bir hastanede ameliyat edilir. Gelgelelim, Kara’ya sakatlığından daha ağır darbe vuran gelişmeler bundan sonra başlar. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün 13.08.1991 tarih ve 21959 sayılı “Milli Takım Mensupları’nın Sigortalanması” hakındaki yönetmeliğe göre Recep Kara’nın tedavisi devletin güvencesi altındadır. Fakat ne var ki, bu mekanizma talihsiz güreşçinin ameliyatı ve uzun tedavi sürecinde bir türlü işletilmez. Kara’ya yurtdışına gidip tedavi olmasını ve devletin her şeyi karşılayacağını söyleyen yetkililer, özel hastanenin çıkardığı 13 bin YTL tutarındaki faturayı ödemeye yanaşmaz. Yaklaşık 6 ay bekleyen hastane bu kez talihsiz güreşçinin kapısını çalar ve paranın ödenmemesi halinde yasal işlem başlatacağını bildirir. Federasyon ve Genel Müdürlük’te gerekli merciilere başvurusunu yapan Recep Kara’ya verilen cevap ise, Türk sporunun hal-i pür melalini özetler niteliktedir: “Devlet hastanesi yerine özel hastaneye gittiğin için bu parayı ödeyemeyiz. Masraflarını kendin karşıla. Paran yoksa, yeni transfer olduğun kulübün ödesin.” Ve kapılar yüzüne kapanır. O da kendi cebinden paranın büyük bir kısmını öder. Kalanı için ise vade ister. Hastane de ona bu opsiyonu tanır. Hatta bir de güreşçiye acır ve yüzde 20 indirime gider. Kara şanslıymış! Ödeyecek parayı bulmuş. Ya bulamasaydı?.. Kendisine yeni rakipler çıkacaktı, hiç kuşkusuz: İcra memurları. İşte böyle sayın seyirciler...Şimdi gelin de milli olun! Öyle ya... Her şeyin bir bedeli vardır. Milli sporcu olmanın ise bin bir bedeli vardır! Ve size bunu ödetirler. Er ya da geç... Bundan kaçamazsınız...Sarışın, çipil gözlü çocuk...Bir masal prensi gibiydi, 1995 yılının Mayıs’ında Şükrü Saraçoğlu’nun çimlerine düştüğünde... Önünde uzun bir gelecek ve parlak bir kariyer vardı. Türk futbolunun en önemli yıldızlarından biri olabilecek fırsatı eline geçirmişti. Kendine has stili, kıvraklığı, ters çalımları, oyun zekası, aniden çıkardığı sert ve isabetli şutlarıyla taraftarın sevgilisi olmaya adaydı. Lakin buna hazır mıydı? Hazır olmadığının anlaşılması için sezonun başlaması yeterliydi. İlk bir kaç haftalık tutukluğunu çaylaklığına bağlayanlar oldu, nafile bir iyimserlikle... Fakat o bir türlü toparlanamadı. Geldiği kulüpteki performansına bile ulaşamadı. Futbolu hep geri gitti. Zira şöhret ve para başını döndürmüş. Kendisine bir kene fibi yapışan arkadaş çevresi onu sömürmeye ve ait olmadığı bir dünyanın içine çekmeye başlamıştı. Yaşantısı çok bozulmuştu. Giderek bu bozukluk psikolojisine de yansıdı. Hiç bir şeye uyum sağlayamadı. Hırçınlaştı. Önce taraftarıyla olan gönül bağı koptu. Ardından da kulübüyle yolları ayrıldı. Fenerbahçe’nin forması ona çok bol ve ağır gelmişti. Çıktığı Anadolu yolculuğunda da aradığını bulamadı. Bir ara Çin’e kadar uzandı futbol serüveni. Ancak hiç bir yolculuk, hiç bir arayış, sığındığı hiç bir liman onun derdine derman olamadı. Hep kaybetti. Zira o kaybetmeye programlanmıştı, adeta...Ve sonunda bu kayıp yaşama uygun bir finali sahneye koydu. Altın vuruşu yaptı. Kanında esrara rastlanmıştı. Cezası en az iki yıldı. Henüz 30’lu yaşlarındaki bir genç adam için fazlaca trajik bir hayat ve son. Ama ne var ki, o bunu seçti.Altyapılarda büyük futbolcu olmanın hayallerini kuranlar, Tarık Daşgün’ün hayatını iyi okumalı, analiz etmeli ve ders almalı.Çünkü bu dersi, yeryüzünün hiç bir okulunda okutmazlar adama...