Arama

Popüler aramalar

Arka Bahçe

Abone OlGoogle News
Haberin Devamı

Elim sanata düşer usta, yürek acıyaBülbülün güle aşık olduğu yıllardan bir yılın yaz mevsimine yeni girmiştik. Henüz 13’lü yaşlardaydım. Ortaokul birinci sınıfı bitirmiş, ikiye geçmiştim. Babam, bir ahbabımızın tornacı dükkanında çırak olarak çalışacağımı söyledi. Hem kendi harçlığımı çıkaracak, hem de sanat öğrenecektim. Bizatihi, belki hayatı da... O gece, içimde yarı korku, yarı heyecanla uyudum. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber yola koyuldum ve dükkana gittim. Ürkek ve tedirgin bir şekilde dükkanın açık olan kapısından içeri süzüldüm. Dükkan sahibi ahbabımız yoktu. Selam verdim. İçeridekiler şöyle bir dönüp baktı. Kimse selamımı almadı. Herhalde beni dilenci sandılar, diye düşündüm. İçlerinde en yaşlı olanın yanına gittim. Tahmin ettiğim gibi ustabaşıydı. Kendimi tanıttım. Beni dükkan sahibinin gönderdiğini belirterek, çalışmak için geldiğimi söyledim. “İyi” dedi, ardından tok bir sesle, “geç şurada üstünü değiştir, işe başla” diye emretti.Henüz iki saat olmuştu, işbaşı yapalı. Metal bir parçayı zımparalıyordum. Yorulduğumu hissettim. Bir tezgahın kenarına oturdum. Birden kıyamet koptu. Yüzümde bir tokat patladı. Sonrasında sunturlu bir küfür... Ustabaşı öfkeden deliye dönmüştü. İş zamanı oturmak yasakmış, yorulsan bile... Bu yasağı beynime nakşetmem için, sözlü ve fiziki taciz edilmem gerekiyormuş! Kural buymuş! Zımparalanan ben oldum, o anda. O gün, akşam olmak bilmedi. Her emredilen işe bir küfür eşlik ediyordu. ‘Lan’ kelimesi, en masumuydu. Bir kaç yıl yaşlandığım bir gün geçirmiştim. Sessizce ağlamaktan, bitap düşmüştüm. Akşam evin yolunu tuttuğumda, adeta bir enkaz haline gelmiştim. Hayatın acımasız yüzüyle tanıştığım gündü, o meşum yaz günü... Bir daha o dükkana gitmedim. O yaz başka bir işe de girmedim. O günden sonra bir daha hiç bir yerde çıraklık yapmadım. Biliyordum ki, çırak olmak demek, taciz demek, küfür demek, dayak demek, yıkım demek... Ne yazık ki, hayatının henüz baharında çıraklık yapmak zorunda kalmış her Türk vatandaşı böylesi bir süreçten geçiyor. Çünkü bu ülkenin kültürü buna elveriyor. Gerek iş, gerekse okul yaşamında bu tür davranışlara müsamaha gösteren, sadece bize özgü, tuhaf bir kültüre sahibiz. “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter” şeklinde bir atasözümüz bile var. Oğlunu, ustasına teslim ederken, “Eti senin, kemiği benim” diyebilen bir ahvadın evlatlarıyız, biz. Bu durum, hayatın her alanında bu şekilde sürüp gidiyor. Tabii ki, sporda da...Özgüveni eksik sporcu,bu hale nasıl geliyor?Altyapılarda geleceğe hazırlanan çocukların nasıl bir muamele gördüğünü, üç aşağı beş yukarı hepimiz biliyoruz. Çünkü biz de kendi mesleğimizin altyapısında aynı muameleyi görerek yetiştik. Aslında çırağına-öğrencisine eziyet eden usta-eğitmen de aynı süreçten geçiyor. Lakin, ustalaşınca adeta kimlik değiştiriyor ve zalimleşiyor, gaddarlaşıyor. Zamanında kendisine acı veren durumu, yetiştirdiği insana yaşatmakta bir beis görmüyor. Sanki bir şeyleri öğrenmenin bir bedeli olmalıymış ve herkes bu bedeli ödemeliymiş, gibi yazılı olmayan bir kural hüküm sürüyor toplumsal yaşamımızda. Bundan bir kaç yıl önce bir büyük kulübümüzün antrenmanına gittiğimde karşılaştığım manzara beni dehşete düşürmüştü. Söz konusu takımımızın efsane (!) kaptanı, gençlere öylesine bağırıp çağırıyor, küfürler ediyordu ki, o çocuklara acıyarak, üzülerek antrenmanı yarıda kestim, evime gittim. Yüzlerce insanın gözü önünde o gençlere fütursuzca küfürler eden o kaptanın, kapalı kapılar ardında neler yapabileceğini düşünmek dahi istemedim. Bu kulübümüzde durum, bugün de pek farklı değilmiş meğer... O günden bugüne bir şey değişmemiş. Ne de olsa gelenekleriyle yaşayan bir kulübümüz! Zaten bana bu yazıyı yazdıran da budur. Duyuyorum ki, batıya açılan pencere olmakla övünen ülkemizin bu gözde kulübündeki bir takım ağır abiler, gençler üzerinde terör estiriyormuş. Üstelik gelecek adına ışık saçan pırıl pırıl bir jenerasyona yapılıyor, bu fena muamele. Ne adına? Bilmek mümkün değil. Belki, saygı!!! Hadi kardeşleri yaşındakilere kötü davranan bu asabi (!) adamların meşrebini biliyoruz. Onlar sahada rakiplerine karşı da öyle. İşin tuhafı, yöneticilerin buna göz yumması. Bilmemeleri mümkün değil. Çünkü takımla yatıyor, takımla kalkıyorlar. Kendi çocuklarına birileri kötü davransa, kabul ederler mi? Asla. O halde gençlerin özgüvenini kaybetmesine, benliğini bulamamasına neden olacak bu tür davranışların önüne geçmeleri, yapılacak transferlerden bile daha önemli. Zira, olgunlaşamadan dalından düşme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir nesil var, ellerinde. O neslin sağlıklı yetişebilmesinden onlar sorumlu. Bir örnek vererek sözlerimi tamamlayayım: Aynı takımımızın bir kaç sezon önce kendi evinde oynadığı bir maçta, Türk futbolunun gelecek vaadeden gençlerinden biri kaleye uzaktan şut atmıştı. Top auta çıktı. Çıkmasıyla, genç oyuncunun doğduğuna pişman edilmesi bir oldu. Takımın golcü kaptanı, ‘neden bana pas vermedin de şut attın’ diyerek binlerce seyircinin önünde bağırdı, çağırdı, azarladı çırağını... Beklemediği bir tepkiyle karşılaşan genç futbolcu, kafasını önüne eğdi ve yürüdü gitti. O gün, orada uğradığı özgüven kaybını bir daha telafi edemedi, genç adam. Futbolu hep geriye gitti. Bir daha kaleye şut attığı görülmez oldu. Yeni bir Nihat Kahveci geliyor, diye umutlanmıştık ki, umudumuz boşa çıktı. Olan, hem o gence oldu, hem takımına, hem de Türk futboluna. Sakın abarttığımı sanmayın. Türkiye’de yeteneklerin körelmesinin en büyük nedenlerinden biri, doğru ve bilinçli bir şekilde işlenememelerinin yanısıra, yetişme aşamasında yaşadıkları bu türden travmalardır. Ustası, eğitmeni, büyüğü, ebeveyni tarafından azarlanan, horlanan, aşağılanan birinin başarı merdivenlerini tırmanması mümkün değildir. Sisteme kafa tutup, hasbelkader ortaya çıkanlar ise, son zamanların moda deyimiyle, imalat hatasıdır.