Çebi değil Çelebi!

Haberin Devamı ›
Bizde artık kanıksanan bir durum vardır. Hangi branş olursa olsun, her uluslararası sınav öncesinde seçilen milli takımlar üzerinde tartışmalar yaşanır. Seçilen, seçilemeyen sporcular tartıya konur. Hak, hukuk, adalet kavramları bir kez daha hatırlanır, hatırlatılır. Bir müddet gündem meşgul edilir. Sonra sular durulur. Haksızlığa uğrayanlar varsa -ki muhakkak vardır- unutulur gider. Aslında bütün atışmalar havanda su dövmekten öteye gitmez. Çünkü nihayetinde imam bildiğini okur! Önceki gün Moskova’da Dünya Şampiyonu olarak 47 yıl aradan sonra üst üste iki kez aynı başarıyı elde eden ilk sporcumuz olan Selçuk Çebi de yıllarca bu tartışmaların odağında yer aldı.
Rekabet varmış gibi yapıldı
1982 yılı Trabzon Araklı doğumlu olan Çebi, uzun seneler boyunca Şeref Eroğlu’yla rekabete girmeye çalıştı. Ama o kadar. ‘Girmeye çalıştı’ ifadesini bilerek kullanıyorum, çünkü gerçek bir rekabete hiçbir zaman izin verilmedi. Ortada bir Eroğlu-Çebi rekabeti varmış gibi gösterildi sadece. Eroğlu’na ‘altın çocuk’ muamelesi yapılırken, Çebi’ye hep kapılar gösterildi. Şeref Eroğlu, özellikle kronik hastalığı ortaya çıktıktan sonra bir türlü eski formunu bulamazken, gittiği şampiyonalarda bekleneni veremezken, Selçuk Çebi’nin yüzüne bir kez olsun dönüp bakılmadı bile. Üstelik seçme niteliği taşıyan her organizasyonda rakibini yendiği halde... Oysa parlak bir geleceğe sahip olduğunu ‘gençlerde’ ve ‘ümitlerde’ defalarca ispatlamıştı. 4 kez Yıldız ve Gençler Dünya, 2 kez Gençler Avrupa, 1’er kez de Üniversitelerarası Olimpiyat, Akdeniz Oyunları ve Ordulararası Dünya şampiyonlukları bulunuyordu. Bütün bunlar Selçuk Çebi’nin göze girmesi için yetmedi.
Minderi bıraktı, öğretmen oldu
O da sonunda isyan etti, küstü ve güreşi bırakma kararı aldı. Bir müddet bıraktı da... Köşesine çekildi. Geçimini öğretmenlik yaparak sağladı. Ancak çevresinin ve antrenörü Mustafa Şahin’in ısrarıyla tekrar mindere döndü.
O döndüğü zaman, yıllarca gölgesinde kaldığı Şeref Eroğlu da güreş hayatına noktayı koymuştu. Geçen yıl çağrıldığı milli takımdaki ilk Dünya Şampiyonası sınavından alnının akıyla çıktı. Danimarka’da altın madalyayı boynuna geçirdiğinde bazıları bunun tesadüf olduğunu düşünüyordu. Ancak onun hayatında tesadüflere yer yoktu.. Ve bunu ispatlamak için fazla beklemeyecekti. Bir yıl sonra Moskova’da aynı başarıyı bir kez daha tekrarlayarak güreş tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Bu ve bundan sonra elde edebileceği payeler ilelebet onda kalacak. O da Türk güreşinin ölümsüz kahramanları arasında yerini alacak. Ancak ne var ki, 28 yaşına kadar keşfedilemeyen (!) bu değerin uğradığı haksızlıklar da insanın içini acıtmaya devam edecek. Yazık olmadı mı, Selçuk Çebi’nin ve Türk güreşinin kaybolan yıllarına?