Arama

Popüler aramalar

Arsenal'e değil Villa'ya bak

Abone OlGoogle News
Haberin Devamı

Arsenal-Aston Villa maçını izleyenler Şampiyonlar Ligi gediklisinin, Wenger döneminin en zor ve formsuz virajlarından birinde olduğunu görmüşlerdir. Eksiklerin bol olduğunu... Bazı mevkilerde bu seviyede alışkanlığı olmayan oyuncularla idare edildiğini... Asıl önemlisi Wenger’in bildik tempo oyununun çok gerisinde olduklarını. Villa, maçı 2 penaltıyla kazandı... Ve tüm risklerin alındığı son dakikalarda bir kontrakla. Kötü oyuna rağmen ikinci yarıda Rosicky’nin iki kez kaleciyle karşı karşıyada çok kötü vurmasıyla oyunu ele alamadıklarına da şahit olmuşsunuzdur. Bütün bunlar önemli verilerdir. Ancak bakılması gereken bu değil. O oyunda bakılması gereken Aston Villa’nın ne yaptığı. Villa özellikle orta sahada Arsenal’in oyun kaynağına dayak attı. Oyun sertliğinin özellikle hakemler tarafından İngiltere dışında hiçbir ülkede kabul edilmeyecek seviyeye çıktığını görmek lazım.

Villa’ın fiilen 4-1-4-1 olarak sahaya yayılan 11’inin yaptığı dar alan presinin Ramsey, Rosicky ve Wilshere’e yaptığı olağandışı sert baskının oyunu neredeyse Türkiye tipi bir itiraz seviyesine çıkardığını ve bu futbolcuların nasıl sinirlenip kontrollerini kaybettiklerini görmüş olmalıyız. İşte burada Arsenal’i değil Villa’yı konuşmak lazım. Fenerbahçe bu seviyede sert bir orta saha yapısı kurabilir mi? Onun ötesinde 2. ve 3. gollere sebebiyet veren akınlardaki hızlı hücumları Sarı-Lacivertliler yapabilir mi? Konya maçının ikinci yarısında Aykut Kocaman’ın tabiriyle şeffaflaşan orta saha 3 günde bu seviyeye çıkabilir mi? Bunun için yapılması gereken ya ezberine dönmektir ya da ezberini tamamen bozmak. Yani ya geçen seneki kontrol oyunuyla oyun temposunu düşürmek ya da Kocaman’ın öndeki 3’lü üzerine kurduğu sistemi tamamen yıkıp, gerçek tek ya da çift santrforlu
oyuna dönmek.

Bu nasıl olur?
Emenike-Sow ikilisi’nin arkasına Topal, Meireles, Emre, Alper dörtlüsüyle nispeten alan paylaşımında bölgeleri daraltan bir oyuna geçmek mümkündür. Ya da Kuyt-Emenike ya da Sow’dan birisinin yerine oynatıp daha da yoğun bir orta saha kurmak. İdeali bu mudur bilmiyorum. Ama bir Villa’nın yaptığına bir Konya’daki ikinci yarıya baktığımda gördüğüm bu...

Holmen de Holmen

Son olarak hatırlatmakta yine fayda var. Holmen ne acayiptir ki, şu anda en çok ihtiyaç duyulan adamlar listesinde Gökhan Gönül’le ilk sırada olan adam. Fenerbahçe, Gökhan sonrası, Holmen, Alper ve Meireles’i sahaya sürmek zorunda. İster arkalarına Topal’ı koyun, ister ön tarafa bir 10 numara alın.
Şarttır. Mutlak şarttır.

Milli takım iş değil

Her insan günde 6-8 saat aktif performans göstermek mecburiyetinde artık. Geleneksel tarımda yılda 40 gün çalışılır misal. Modern tarımda öyle değil.
Tribünde maç izlemek bir iş değildir. Hazırlık belki olabilir. İşse de ‘scout’ların işidir bu. Oyuncu takip etmek için görevlendirilmiş her kulübün adamları vardır. Daha da önemlisi teknik/taktik, performans analizleri yapan kurumlar mevcuttur. Bilgi sonsuzdur. Parametreler sınırsız. Ölçülmesi gereken, bir kişinin maç izleyerek toplayacağından çok ama çok fazladır. Dolayısıyla halihazırdaki milli takım teknik direktörlüğü işi ya da seçicilik başlı başına bir temel görev olamaz. Bu bir yan iş olabilir... Ayrıca...
1-Sahada aktif iş yapan, tribünde olandan her zaman avantajlıdır. Kendi oyuncularınızın ciğerini bilmekle kalmazsınız. Rakipleri karşısında ne durumda olduklarını bilirsiniz. Onları o durumda zorlayanları da. Tecrübeleri net, sağlamdır.
2-Teknik direktörlük bir form işidir. Sürekli çalışma, istim üzerinde olma avantajdır. Oyuncu kadar olmasa bile sahada, soyunma odasında olmak sizi sıcak tutar. Bugünkü yapısıyla milli takım teknik direktörlüğü insanı soğutur. Reel dünyadan koparır. Formdan düşürür. Paslandırır.
Profesyoneli hep sahasında tutmak gerekir. Milli takım teknik direktörü, liginde iddialı bir takımın başında, sıcak olmalıdır. Diyelim ki Avcı yarın kazandı. Söylesenize marta kadar ne yapacak? Kendini yemekten başka. Bugünün dünyasında böyle bir iş yok. Milli takım hocası kulüp de çalıştırmalıdır.

16 Ekim’de Macaristan’a kaybettiğimiz maçtan önce yazmıştım yukarıdaki yazıyı. Daha doğrusu yıllardır yazarım, en son o gün yazmıştım demeli. Bugün Abdullah Avcı ve Fatih Terim isimlerinden bağımsız olarak tekrar edeyim dedim. Evet, belki bütün dünyada uygulanıyor bu sistem ama bugünün şartlarına uygun değildir. Mourinho, farklı kaybettiği bir Barcelona maçından sonraki toplantısında “Keşke yarın hemen yeni bir maça çıksak” demişti. Bu, her profesyonelin aklının nasıl çalıştığını gösteren harika bir cümle aslında. Milli takımda resmi maç aralığı 10 aya kadar çıkabiliyor. Böyle bir meslek yok. 10 ay reel hayata bağlanmadığınız bir işte en azından oyun pratiğini canlı tutmak olanaksızdır. Yaptığınız ve sonradan farkettiğiniz önemli bir hatayla 3-5 ay cebelleşmek akıllıca değildir. Bugünün hızlı dünyası, böyle bir iç dünya hesaplaşmasını kaldırmaz.
“E! bütün dünya böyle yapıyor” diyebilirsiniz. Bütün dünyanın yanlış yaptığı 10 şeyi, ben de, siz de hemen çabucak sayabiliriz. İlla Milli Takım’ın başına Terim geçsin demiyorum. Tabii bu işi yapacak değerli isimler var. Ama kim geçecekse başa, kulüp de çalıştırsın diyorum.