O, benim annem!

Haberin Devamı ›
Geçen yıl 10 Haziran’da toprağa verdiğim annemi hatırladım o an. Ekonomik nedenlerle ilkokulu 3. sınıftan terketmek zorunda kalmış, babası öldürülünce büyük kardeş olarak evin yükünü omuzlamıştı annem. Eşi öldüğünde 40 yaşında 4 çocukla dul kalmış, ardından 9 yaşındaki oğlunu toprağa verip, diğerlerini alarak, İstanbul’daki kardeşinin yolunu tutmuştu elinde avucunda birşey olmadan. Kendisi bir fabrikaya girmişti, 16 yaşındaki kızı da başka bir fabrikaya. İki oğlundan büyük olanı Deniz Astsubay Hazırlık Okulu’nda, küçük olanı (Bu satırların yazarı) ilkokulda okuyordu. Geçinmek zordu bu koca şehirde. Evinden 3-4 kilometre uzaktaki işine yürüyerek gidiyor, aynı şekilde geri dönüyordu. Arabaya vereceği parayı ise çocuklarının cebine koyuyordu harçlık olarak, arkadaşlarının yanında mahçup olmasınlar diye. “Anne istemem” dendiğinde, “Oğlum harcamasan da cebinde dursun. Arkadaşlarının yanında canın birşey çeker, almak istersin” diyordu, anneliğin o güzel sevecenliğiyle. Çocukları için adeta yoktan var ediyordu. Çocukları birileriyle kavga edecek olsa, “Aman oğlum, kötülükten kimseye hayır gelmez. İnsanlarla iyi geçin” öğüdünü veriyor, “Ama anne, o şunu yaptı, bunu yaptı” diye itiraz edecek olduğunuzda, “Olsun oğlum. Sen uyma” diyerek hep sevgiyi, hoşgörüyü, insanlarla iyi geçinmeyi aşılıyordu onlara. O, ilkokul 3’ten terk bir köylü kadınıydı. Ama onun evinde hep demokrasi vardı. Hani şu, Türkiye’nin yıllardır aradığı sihirli kelime. En küçüğün bile (Ben) sözüne değer veriyor, düşüncesini dinliyor, aklına yatmasa da, “Madem öyle istiyorsun” diyerek izin veriyordu. 82 yıllık hayatı boyunca çocuklarından birine (ben) tek bir kez baskı yapmıştı. Ortaokulu zorla bitiren en küçük oğlu, “Ben artık okumayacağım” dediğinde, “Hayır okuyacaksın” demişti diğer çocuklarıyla birlikte. “Okumayacak, çalışacağım” sözlerini bitirmesine dahi olanak tanımadan, “Okuyacaksın” diye dayatmış, aile efradının kararlı tutumunu gören evin en küçük oğlu, “Peki tamam ama sonra üniversiteye de gideceğim” dediğinde, “Sen yeter ki oku. Ne yapar eder okuturum” karşılığını vermişti gözlerinin içi gülerek. Ve dediğini de yapmıştı. Çünkü onun için kendi hayatı değil, çocukları önemliydi. Hepsinin üzerine titriyor, onları sarıp sarmalıyordu.Onun sevgisi sadece çocuklarına değil, tüm insanlaraydı. En korktuğu şey, başkasının hakkını yemekti. Birgün pazardan dönmüş, aldıklarını dolaba yerleştirirken, bir yandan da, hesap yapıyordu elinde kağıt kalem olmadan: “Şunun kilosu şu kadardı, bu kadar aldım, şunu ödedim; Ötekinin fiyatı şuydu, bu kadar verdim.” Hepsini aklından hesaplıyor, alt alta koyup topluyordu. Oğlu ise, bunları aklında nasıl tuttuğuna, akıldan toplama, çıkarma yapıp, yanılmadan sonucu bulduğuna inanamayan şaşkın gözlerle annesini izliyordu.Sonunda harcadığı parayı buldu, cüzdanında kalanları saydı ve “Bir lira fazla” dedi. Fazla parayı hangi pazarcının vermiş olabileceğini düşünüp, parayı iade etmek için gitmeye hazırlandığında küçük oğlu, “Anne haftaya verirsin. Bu yorgunlukta bir daha gitme” deyince, “Oğlum, haftaya kim öle kim kala” diyerek pazarın yolunu tutmuştu bile. Bir hafta sonra, o pazarcı kendisine sevgi dolu, yanındaki oğluna da, “Ne şanslı adamsın, böyle bir annen var” der gibi kıskanan gözlerle baktığında, küçük çocuğun içini tarifsiz bir mutluluk kaplamıştı.Yıllar geçti... Kızını evlendirdi, büyük oğlu deniz astsubayı olarak yıllarca orduya hizmet edip, emekli oldu, küçük oğlu üniversiteyi bitirip, küçüklüğünden beri hayalini kurduğu gazetecilik mesleğine girdi. Annesinin kendisine sözleriyle, davranışlarıyla verdiği doğruları hayat felsefesi olarak benimseyip, onu mahcup etmeden yoluna devam etmeye çalışırken, bu pankartı görmüştü tribünde. Bir an düşündü, “Ben, annemle mi anılıyorum” diye. Yine geçmişe döndü. Eski mahalleden insanları gördüğünde ellerini öpüyor, hal hatırlarını soruyordu. Onlar da annesini. Bazen yanlarında genç biri oluyor ve “Bu kim?” diye tanımadığı genç adamı soruyordu. Yanıt hep aynıydı: “Zekiye ablanın oğlu.” Yeni mahallesindeki komşular da aynı şekilde bahsediyordu kendisinden, “Zekiye ablanın (veya) Zekiye teyzenin (veya) Zekiye’nin oğlu.” Okumuş, gazeteci olmuş, Türkiye’nin en büyük spor gazetesinde yazıları yayınlanır olmuştu. Kendi arkadaş çevresinde o, “Mesut Konukçu’ydu”. Ama eski tanıdıklarının arasında, oturduğu çevrede hep, “Zekiye ablanın oğlu.”Evet, o annesiyle anılıyordu ve bu, onun göğsünde taşıdığı bir onur madalyasıydı.“O pankartı açanların, anneleriyle anılmak istememesinin bir nedeni vardır” diye düşündü; “Ayrıca anneleri de istemez onlarla anılmayı. Dünyaya bir insan yavrusu değil, bir yaratık getirdikleri için utanıyorlardır çünkü.”