‘’Tudor yola çıktı‘’
Fırtına gibi girdiler sezona. İçeride Kayserispor’a 4 attılar, dışarıda Osmanlıspor’a 3... İçeride Sivasspor’u üçlediler, Antalya’da 1-1 ile ilk kayıplarını yaşadılar. Ardından Kasımpaşa (2-0), Bursaspor (1-2), Karabükspor (3-2), Konyaspor (0-2) galibiyetleri geldi. Özetlersek; 8 haftada 7 galibiyet, 1 beraberlik ve toplanan 22 puan... Atılan gol 20, yenilen sadece 6... Harikaydı her şey... Tolga Ciğerci Kral, İgor Tudor İmparator’du!
★ Fakat burası Türkiye... Sevinçler de hüzünler de kısa sürer...
★ Fenerbahçe beraberliğiyle başladı kötü günler... Trabzonspor yenilgisiyle devam etti. Araya sıkıştırılan 5-1’lik Gençlerbirliği galibiyeti güme gitti, çünkü bir hafta sonra Başakşehir önünde alınan 5-1’lik yenilgi, ibreyi terse çevirdi.
★ Oysa ki halen Beşiktaş’ın 4, Fenerbahçe’nin 6 puan önünde ve zirvede Galatasaray... Halen ligin en çok gol atan takımı (27) ve Beşiktaş’ın ardından ligin en az gol yiyen takımlarından biri (14)... Ligin averajı en iyi takımı (+13)... Santrforun Gomis maçbaşı 1 golle oynuyor. Stoperin Maicon 4 golle, bir çok santrforu sollamış durumda. Geçen sezon kaleyi bulamayan Tolga Ciğerci, neredeyse kral olacak! (6 gol)... Vesaire, vesaire... İsteseniz, 100 istatistik daha eklersiniz başarı grafiğine...
★ Başakşehir maçından 1 gün önce toz kondurulmuyordu İgor Tudor’a... Başakşehir maçından 1 gün sonra göndermek için harekete geçildi...
★ İgor Tudor kalmalı ya da gitmeli; bu kararı Galatasaray Yönetimi verecek. Fakat yöneticiler bu kararı verirken; O’nu getirdikleri güne dönmeliler. İgor Tudor’u, Galatasaray için yeterli gördükleri için göreve getirmiş olmalılar! Öyleyse, şimdi neden teknik adamlığını sorguluyorlar ki?
★ Galatasaray’ın tercümanı sevgili Mert Çetin kardeşimden rica ediyorum; İgor Tudor’a aşağıdaki bir kaç cümleyi tercüme etsin. Tudor da bilsin ki, bu ülkenin gerçekleri tam da böyle... Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince ise karıncalar balıkları... Bugünkü üstünlüğüne ve gücüne asla güvenme. Çünkü kimin kimi yiyeceğine karıncalar ya da balıklar değil; ‘suyun akışı’ karar verir. O suyun başında hep aynı kişiler vardır ve onlar nereye isterse, su hep oraya akar. Umarım anlatabilmişimdir!
‘’Fener'in kurtuluşu‘’
İflasın eşiğine gelmişti, ne yapsa olmuyordu. Artık ‘büyük’ olan tek şey, borçlarıydı. Çalışanlarına maaşlarını ödeyemiyor, alacaklılar kapıda uzun kuyruklar oluşturuyordu. Bunalmıştı. Nefes almak için şirketinin yakınındaki bir parka gitti. Ellerini başının arasına aldı, düşüncelere daldı.
Tam o anda, bir ihtiyar durdu önünde. “Çok üzgün görünüyorsun, derdin ne” diye sordu. Dürüstçe anlattı nereden nereye geldiğini. İhtiyar, “Umutsuzluğa kapılma, sana yardım edeceğim” dedi ve bir çek yazdı. Çeki, işadamına verirken, “Tam 1 yıl sonra yine burada olacağım. O zaman borcunu ödersin” dedi. İhtiyar ağır adımlarla giderken, iş adamı çekin üzerindeki rakama ve isme baktı: “500 bin dolar... John Rockefeller...”
Dünyanın en zengin adamıydı o ve bu nedenle de bu çek, aslında üzerinde yazan rakamdan çok daha değerliydi. Umutsuzluk yerini umuda bırakmıştı. Büyük bir mutlulukla şirketine döndü. Çeki hemen bozdurup borçlarını ödeyebilirdi, fakat “Elimin altında dursun, daha çok ihtiyaç duyacağım bir an gelebilir” diye düşündü. Karamsarlığı üzerinden attı, işlerine yeniden dört elle sarıldı. Bu arada etrafında sadece kendine inananları bıraktı. Şirketi sahiplenmeyen ve sadece maaşını almak için profesyonelce çalışanları bir bir yolladı. Bir zamanlar yüzüne bile bakmadığı küçücük işleri dahi almaya başladı. Borçları için ödeme takvimi yaptı. Her iyi yaptığı iş, yeni bir işi; aldığı her küçük iş, biraz daha büyük bir işi getirdi. Sadece 6 ay geçmişti ve borçlarından tümüyle kurtulmuştu. Ve tam 1 yıl sonra, yine o parka gitti. Elinde John Rockefeller imzası olan 500 bin dolarlık çekle birlikte...
Bir süre sonra ihtiyar adamı gördü. Ağır adımlarla yanına doğru geliyordu. Tam ona çeki geri verip teşekkür edecekken, bir hemşire geldi yanlarına ve şunları söyledi: “Umarım sizi rahatsız etmemiştir ihtiyar amca. Çünkü sürekli huzur evinden kaçıp bu parka geliyor ve herkese kendisinin John Rockfeller olduğunu söylüyor...”
Hemşire, ihtiyarı yanına almış huzurevine dönerken...
İş adamı oturduğu banka çivi gibi saplanmış kalmıştı. Tüm yıl boyunca kasasında 500 bin dolarlık çek olduğunun güvencesiyle çalışmış ve hızla gömüldüğü bataklıktan kurtulmuştu. Hayatının akışını değiştiren şey, para değildi. Yeniden kendinde bulduğu güven ve inançtı. Başarının sırrı, kasanızda duranlar değil, kalbinizde ve kafanızda olanlardır.
★ Bu hikayeyi bir çok farklı yerde, bir çok farklı şekilde okumuştum. Şu anki Fenerbahçe, Aziz Yıldırım ve Aykut Kocaman’ı getirdi aklıma...
★ Fenerbahçe için çözüm kasada değil, kalplerde ve kafalardadır. Sarı-Lacivert’i bu çukurdan çıkartacak olanlar ‘salla başını al maaşını’ diyenler değil; Fenerbahçe’yi gerçekten sahiplenenlerdir.
‘’Ergin Keleş‘’
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan gün boyu anma törenlerine, kutlamalara katıldı. Başbakanımız Binali Yıldırım bütün törenlerde yer aldı. Muhalefet partileri törenlerde vardı. Türkiye’nin büyük bölümünde sokaklarda Ay-Yıldızlı bayraklar ve Ulu Önder Atatürk’ün posterleri asılıydı; yani halkımız da doyasıya kutladı. Sabahtan gece yarısına kadar...
İstanbul ayaktaydı, İzmir, Ankara, Bursa ayaktaydı. Bilecik, Balıkesir, Adana, Trabzon, Mersin ayaktaydı. Ve buraya yazamadığım diğer bir sürü şehir... İş adamlarımız da boş durmadı, onlar da kutladı. Sanat dünyamızın büyük çoğunluğu kutlamalara katıldı. Televizyonlar gün boyu yayın yaptı. Gazetelerin hemen hemen tümü birinci sayfalarını kutlamalara ayırdı, detaylar için de en az ikişer sayfa ayırdı. Radyolarda gün boyu marşlar çaldı, programlar yapıldı.
★
Bir spor gazetesinde çalıştığımız için, gözümüz futbol maçlarında, basketbol müsabakalarındaydı. ‘Acaba’ dedim kendi içimden, bu çok özel gün için nasıl pankartlardövizler hazırlanacak, taraftarlar nasıl tezahüratlar yapacaklardı? Türkiye Futbol Federasyonu nasıl bir hazırlık yapmıştı acaba? Türkiye Basketbol Federasyonu... Türkiye Voleybol Federasyonu... Vesaire, vesaire...
★
En göz önünde futbol olduğu için oradan bahsedeceğim size... Bir kaç stat haricinde es geçilmişti bu çok özel gün... Aklımda bir kaç stat ve bir de Engin Keleş kaldı.
★
Maç öncesi röportaja çıkan Ergin Keleş ne söyledi biliyor musunuz? Aktarayım; “Bugün sözlerime futbol ile başlamak ayıp olur diye düşünüyorum. Bugün; var olduğumuz günden beri esareti kabul etmemiş, bağımsızlığa aşık olmuş bir milletin egemenliğini kayıtsız şartsız bir şekilde kendi eline aldığı, bunu da tüm dünyaya haykırdığı bir gün... 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız’ı büyük bir onurla, büyük bir gururla kutluyorum. Bu güzel günü bize armağan eden ebedi başkomutanımız Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ü ve bu vatan için mücadele vermiş bütün o güzel insanları özlemle, saygıyla, rahmetle anıyorum. Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun...”
★
Galatasaray kaybetmiş, Fenerbahçe uzatmalarda yıkılmış, Beşiktaş son dakikada kazanmış... Falan filan... 100 yıldır yaşanıyor bunlar, 100’lerce yıl daha yaşanacak.
★
Benim için Süper Lig’de 10. haftanın en büyük olayı, Ergin’in açıklamasıdır. Bugüne kadar böyle bir adamdan haberdar olmamak; sürekli, aklına yazdığı bir kaç cümleyi konuşan adamları manşet yapmak da bizzat benim ayıbımdır.
★
Teşekkürler Trabzonlu genç adam... Sağ ol, var ol...
‘’Kahramanlarımız!‘’
O, 90 dk'ya çıkana kadar aylarca sabahın 7’sinde kalkıp antrenman yapmak demek... Bir tesis odasında saatlerini, günleri, aylarını geçirmek ve sonra hiçbir şey yaşamamışsın gibi oradan ayrılıp başka bir maceraya gitmek demek... Aynı odada senelerce kaldığın, derdini tasanı dinleyen, sana yol gösteren, kardeşim dediğin arkadaşınla günün birinde rakip olup sahada kavga etmek demek... Siz pazar günleri aileniz ile kahvaltı yaparken, maç stresini yaşamak demek... Sevdiklerinizden uzakta onları bir kaç ayda bir görerek senelerce yaşamak demek... Sevgilinle kavga etsen, ayrılsan da, Allah Korusun yakınını kaybetsen de, o maça kafandaki her şeyi silip çıkabilmek demek... Sadece kendi evinde ailenle 1 gün uyanabilmek için 1000’lerce km yolugöze almak demek... Her hafta gösterdiğin performans ölçüsünde insanların sana davranışlarının değişmesi demek... Hiçbir zaman düne güvenmeden sürekli koşmak, ilerlemek gerektiğini bilmek demek... 30’lu yaşlarından sonra ben ne yapacağım diye düşünmek demek... Hayatının en güzel yıllarını futbola seve seve feda etmek demek... Çok genç yaşta hayata atılıp, bir sürü psikolojik savaş verip ayakta kalmayı becerebilmek demek... Ne kadar düşersen düş, hayal kırıklığı yaşamaya fırsat bulamadan kalkıp savaşmaya devam etmek demek... İşte sizin için çok basit, çok kolay, çok eğlenceli sandığınız o şey hariç her şey...
Türkiye Profesyonel Futbolcular Derneği, 18 Ekim 2017’de paylaştı bu yazıyı... Gerekçeleri şu: “Türkiye’de futbolcu olmanın zorluklarını aktaran cümlelerde, futbolcu kardeşlerimiz ile büyüklerimizin ne anlatmak istediğimizi sonuna kadar anlayacaklarını bildiğimizi, ‘futbolcu olmak çok kolay’ bakış açısına sahip olanların ise bu düşüncelerini bir kez daha gözden geçirmelerini sağlayacak yazımız...”
Kahramanlık destanı gibi bir şey bu... Vatanı koruyor, cephede savaşıyor, ölümü göze alıyor zannediyorsun hepsinin... (Kazandıklarında gözüm yok, ‘helal’i hoş olsun. Ama bilinsin diye not düşelim; Bu kahramanların en kötüsü yılda 1 milyon TL kazanıyor. Maç başına 30 bin TL alıyorlar. Yılda 5.5-6 milyon Euro alan futbolcu bile var bu ülkede!) Sonra aklına doktorlar geliyor. Hayatını teslim ettiğin insanlar... 19 yıl dirsek çürüten, uzmanlaşmak için en az 5-6 yıl daha okuması gereken ve sonra bir devlet hastanesinde 4-5 bin TL maaş alan doktorlar... Sonra öğretmenler geliyor aklına. Geleceğini teslim ettiğin insanlar... Çocuklarınızı hayata hazırlayan ve 3.5-4 bin TL maaşla geçinen... Sonra askerler-polisler geliyor aklına... Vatanını teslim ettiğin insanlar... Bir merminin ucunda geçen hayat, ömrü boyunca geçim derdi yaşayan askerler-polisler... Sonra çiftçiler geliyor aklına, madenciler geliyor, işçiler geliyor... Ayda bin 400 TL asgari ücretle mucizeler yaratan o insanlar... Derin bir nefes çekiyorum içimden... Aklıma neler geliyor, içimden neler geçiyor, yazılmıyor!
‘’1 haftada bitti!‘’
Elimde sihirli bir değnek olsa, sizleri bir hafta geriye götürürdüm. Ne şaşalı bir gündü ama... Avrupa Şampiyonu olmuştu bizim çocuklar... Siyasetçiler, iş adamları, ekonomistler, gazeteciler, televizyoncular... Aklınıza gelebilecek herkes, onların peşinde, onlarla birlikteydi.
Birileri “Onlar bizim kahramanlarımız. Her şeyi hak ediyorlar” diyordu.
Birileri, “Benden 100’er altın”; birileri, “Benden birer daire”; birileri, “Gereken ne ise o yapılacak” diyordu.
Vaatler, ödüller, övgüler, ayaküstü yazılan destanlar, büyüleyici hayat hikayeleri....
Ve sadece 1 hafta geçti.
Her şey bitti!
Tükettik çünkü...
Onların başarılarını da sahiplenmiştik, o hikayelerde de adımızı yazdırmıştık ve tüketmiştik her şey gibi...
Bu gün işe geliyorum. Kartal Eğitim Araştırma Hastanesi’nde metroya iniyorum. Asansör bozuk, yürüyen merdiven bozuk...
Yürüyen merdivenden yürüyerek iniyorsun; hastaneye giden koridora geliyorsun, yine yürüyen merdiven bozuk.
İndim Ünalan’da, metrobüse çıkacağım.
Asansör bozuk. Hem de aylardır bozuk o asansör. Zannedersiniz ki böyle çalışıyor o asansör, ya da böyle çalışmıyor. Sabit duran asansör yapmışlar sanki! Biniyorsun duruyor, iniyorsun duruyor. Bindiğin yerde iniyorsun, çünkü ne iniyor ne çıkıyor, sadece duruyor.
Sonra çıkıyorsun üst kata, yine o uzun koridora geliyorsun. Yürüyen merdiven bozuk!
Zannedersiniz ki böyle çalışıyor o yürüyen merdiven, ya da böyle çalışmıyor. Yürümeyen ‘yürüyen merdiven’ yapmışlar sanki! Biniyorsun duruyor, iniyorsun duruyor. Bindiğin yerde iniyorsun, çünkü ne ilerliyor ne geriliyor, öylece duruyor.
Araçlar yoldan, insanlar kaldırımdan yürür değil mi? Normali budur yani!
Bakın etrafınıza... Kaldırımların çoğu, bizzat belediyelerin otoparkı haline getirilmiş.
Otopark olmasa ne fark eder ki!
Tekerlekli sandalyenin inebilecek ya da çıkabilecek rampası var mı kaldırımların?
Yok...
Ben bir engelli değilim; fakat bu ülkede, bu şehirde, o engellilerden biri olduğunuzu düşünün lütfen... Hayatı, onlar için de bizim kadar kolay hale getirmiyorsak, onların zaferlerine neden ortak oluyoruz ki?
Sadece 1 hafta geçti.
O kahramanları unutmamız 1 hafta sürdü.Şimdi yine Arda’lı Burak’lı Selçuk’lu Topal’lı Oğuzhan’lı futbolumuza döndük. Fenerbahçeli Galatasaraylı Beşiktaşlı Trabzonsporlu olduk, bizden olmayana küfretmeyi özlemiştik nasıl olsa!
Bize yıldızlı bir dünya vaat eden, ‘yalan dünya’nın esiriyiz yeniden...
Ayıp ettik!
‘’Bu formanın içinde böyle yürekli adamlar görmeyeli çok olmuştu‘’
Usulca kalktım yerimden, koşar adımlarla attım kendimi koridora... Ağlıyordum! Sevinç mi, gurur mu, hüzün mü, öfke mi bilemedim, gözlerimden süzülen yaşların nedenini... Çünkü ‘diğerleri’ yüzünden öylesine körelmiş ki ruhumuz, öylesine birbirine girmiş ki duygularımız.
Gol atmıştık ve ben ağlıyordum. Mutluluk gözyaşları denen şey, tam da buymuş meğerse. Saha kenarındaki sevinci görmeliydiniz bir de, antrenörler de oyuncular da benim gibiydi. Gülerken ağlıyorlardı ya da ağlarken gülüyorlardı. Hepsi gerçekti. Akan gözyaşları da, gülen gözler de, inaçla gökyüzüne kalkan yumruklar da...
Bütün duygular masumdu; haram karışmamış içine, analarının ak sütü gibi helal...
İsimlerini bile bilmediğim geldi aklıma. Bir yandan kızdım kendime, bir yandan utandım, yüzüme tükürmek istedim. Bu formanın içinde, böylesine büyük yürekli adamları görmeyeli de hayli uzun zaman olmuştu ya; Kendimi böyle teselli ettim!
Teşekkürler Selim, Fatih, Feyyaz, Osman, Serkan, Barış, Fatih... Teşekkürler Rahmi, Ömer, Mehmet, Kemal, Muhammet, Alican... Teşekkürler arkadaşlar; attığınız goller, kazandığınız maçlar, şampiyonluğunuz için değil teşekkür nedenim. Bana yeniden Milli Takım’ı sevdirdiniz ya; Allah sizden razı olsun.
‘’Şeytan üçgeni!‘’
Tarih; 10 Ağustos 2002... Sezonun henüz ilk haftası... Beşiktaş, 100. Yılı’nın ilk resmi maçında, Bursaspor’a konuk oluyor... Merkez Hakem Kurulu, FIFA kokartlı Metin Tokat’ı görevlendiriyor. Maç 2-2 sona eriyor.
O dönem Beşiktaş Başkan Yardımcısı olan Yıldırım Demirören; maçın ardından isyan ediyor: “Hırsız... Puanımızı çaldı...”
Bahsettiği kişi, Metin Tokat!
Aynı zamanda Hakemler Derneği Başkanlığı görevini de yapan Metin Tokat; kişilik haklarına saldırdığı gerekçesiyle Yıldırım Demirören’i mahkemeye veriyor ve 50 bin TL’lik tazminat davası açıyor.
Tokat; bu davayla yetinmiyor. Türkiye Futbol Federasyonu Hukuk Kurulu’na da Yıldırım Demirören’in cezalandırılması konusunda talepte bulunuyor.
Bu esnada İstanbullu hakemler de Tokat’ın yanında duruyor. O güne kadar antrenman için kullandıkları İnönü Stadı’nı terk ediyorlar ve idman için Kasımpaşa Stadı’nı kullanmaya başlıyorlar...
TFF Hukuk Kurulu, Yıldırım Demirören’i suçlu buluyor ve 15 gün hak mahrumiyeti cezası veriyor. Dönemin TFF Başkanı Haluk Ulusoy ise Metin Tokat’tan açtığı hakaret davasını geri almasını istiyor. Metin Tokat, “Ben, Hakem Derneği Başkanı olarak bir camiayı temsil ediyorum, davamdan vazgeçmem mümkün değil” yanıtını veriyor.
Tarih 1 Ocak 2003... Ulusoy’un halen başkanlığını yaptığı TFF; davasını geri almayan Metin Tokat’ın FIFA kokartını söküyor. Tokat’ın 23 Nisan 2004’te Hakem Derneği Başkanlığı’na tekrar aday olması engelleniyor. Mart ayında ise mahkeme sonuçlanıyor ve Tokat hem hakaret davasını hem de 50 bin TL’lik tazminatı kazanıyor.
Tokat hakemliği bıraktığı 22 Ocak 2006’daki son maçına kadar; bir daha Beşiktaş maçına çıkamıyor. Hakemliği bıraktığı gün ise şu açıklamayı yapıyor:
“Türk hakemliğine en çok zarar veren kişiler Bülent Yavuz ve Haluk Ulusoy’dur...”
Hakemliği bıraktıktan sonra Milliyet gazetesinde yazmaya başlıyor Tokat... Fakat Milliyet’in Demirören grubuna geçmesiyle Milliyet’teki yazılarına da son veriliyor.
Metin Tokat; Yıldırım Demirören’le girdiği polemik ve hukuki süreci sonucunda;
Önce FIFA kokartını... Sonra Hakemler Derneği Genel Başkanlığı’nı... Ardından hakemliğini...
En nihayetinde de Milliyet gazetesindeki yorumculuk işini kaybediyor.
Tarih; BUGÜN...
Yıldırım Demirören, Türkiye Futbol Fedarasyonu Başkanı...
Metin Tokat; Merkez Hakem Kurulu Üyesi...
Bülent Yavuz; TFF Başkan ve Yönetim Kurulu Danışmanı...
Siz halâ “Ali Palabıyık beni yaktı”, “Bülent Yıldırım seni çarptı” diyorsunuz.
Pes!
‘’Tedavi şart!‘’
Bunalıma giren rahip, doktora gider. Rahibi dikkatle dinleyen doktor, şunu önerir: - Bir kaç gün için, üzerindeki bu elbiseleri çıkart. Yıllardır yaşadığın hayattan da bir kaç günlüğüne vazgeç. Farklı kıyafetler giy. Farklı bir şehre git. Farklı ortamlara gir ve farklı bir hayat yaşa...
İç, eğlen, keyfince günler geçir. Göreceksin ki iyi gelecek. İlk etapta rahip için kabul edemeyeceği bir tedavi yöntemidir bu... Fakat mecbur, kabul eder. Bir kot giyer altına, üzerine sıradan bir tişört geçirir. Çıkar sokağa, artık herkes gibidir. Düzenli olarak kiliseye gelenler bile onu tanıyamaz. Atlar uçağa, bir başka kente gider. Gününü gün eder. Lüks restoranlarda güzel yemekler yer. En iyi salonlarda ödüllü filmler izler. Müzikallere gider. İzni bitmektedir, iyi bir final yapmak ister ve üstsüzler barına gider. Masaya oturur, karşısındaki garsona el sallar. Üstü çırıpçıplak, altında sadece mayosu olan, çok güzel bir sarışındır garson. Rahibin yanına yaklaşır ve sorar: - Ne içersiniz muhterem peder! Rahip şaşkına döner ve sadece ‘sus’ işareti yaparken, ağzından şu cümle çıkar: - Benim rahip olduğumu nereden anladınız? Garson kadın cevaplar: - Panik yapmayın peder! Benim; rahibe Teresa... Sanırım aynı doktora gidiyoruz!
Bizde pederler, rahipler, rahibeler yok belki ama... Sıkıntı aynı! Türk Futbolu’nu yönetenlerin de gerçek anlamda bir tedaviye ihtiyacı var.
Baksanıza... Türkiye Futbol Direktörü’nüz (eski) restoran basıyor... Türkiye Milli Takımı Kaptanınız gazeteciye saldırıyor... Türkiye Milli Takım Teknik Direktörünüz (yeni), kadroyu seçerken bir oyuncuyu listeye almayı unutuyor! Bir yönetici, evladı yaşındaki bir futbolcunun özel hayatını delik deşik ediyor. Bir güvenlik görevlisi, 5 yaşındaki iki çocuğun formasını çıkarttırıyor. Bir teknik adam, oğlu yaşındaki bir hakemin annesine küfrediyor. Bir futbolcu, sıfır temasla kendini yere atıyor, bir de sakatlanıyor! Vesaire, vesaire, vesaire...
Yıllar önce spor alanında uzman bir psikolog ile röportaj yapmıştım. Bir çok futbolcu da hastasıydı. O psikoloğa, “Başkanlar size hiç geliyor mu” diye sormuştum. “Gelseler böyle olurlar mı?” cevabını vermişti. Fakat bir de ekleme yapmıştı: “Tedavi edebilir miyim, bilmiyorum.”
Şu net; Türk Futbolu’nun da tepeden tırnağa bir tedaviye ihtiyacı var. Sorun doktoru bulmakta! Çünkü şu an tedavi görmesi gerekenler, doktor koltuğunda oturuyorlar.