‘’80. Dakika ve Sonrası‘’
Son dakikaları iyi oynamayı, o anlarda maçı kazanmayı ya da kaybetmeyi açıklayabileceğimiz birçok neden var. İç saha ya da taraftar baskısı, oyuncuların fiziksel olarak diri kalabilmesi (kadro derinliği), mental güçlülük, bazılarının yaşlılık diğerlerinin tecrübe diye adlandırdığı yüksek yaş ortalaması bunlardan birkaçı. Spor Toto Süper Lig’de şampiyonluk yarışı kıyasıya devam ederken gelin İstanbul’un üç adayının 80. dakika ve sonrasında kazandığı/kaybettiği puanlara bakalım.
Geçen sezon Ersun Yanal’ın Fenerbahçe’si hakkında sıkça konuşulan noktaların başında son dakika golleri geliyordu. İsmail Kartal’ın takımı belki maç içerisinde uzun süreler geçen sezonki baskısını rakip kalede hissettiremiyor ama son dakikaları oynamakta oldukça başarılı oldukları kesin. Fenerbahçe bu sezon son 10 dakikalarda tam 19 puan kazandı, kaybettiği puan ise 5. Bu 19 puan’ın 4’ü derbilerde (Galatasaray maçı Kuyt ve Beşiktaş maçı Sow) kazanıldı, 2’si (Galatasaray maçı Sneijder) yine derbilerde yitirildi. İç saha-deplasman ayrımına baktığımızda ise Şükrü Saraçoğlu’nda kazanılan 15, kaybedilen 1 puan; dış sahada ise kazanılan 4, kaybedilen 4 puan var.
Galatasaray bu sıralamada ikinci konumda. Kazandıkları 13 puanın yanında kaybettikleri 4 puan var. Türk Telekom Arena’da 9 puan kazanıp sadece Başakşehir maçında 2 puan bırakırken, deplasmanda 4 puan kazanıp 2 puan bıraktılar. Puan getiren gollerde Sneijder (Fenerbahçe), Umut (Kasımpaşa), Burak (Gaziantepspor), Selçuk (Eskişehirspor ve Torku Konyaspor), Emre Çolak (Bursaspor) ve Hakan Balta’nın (Gaziantepspor) imzası var.
Son 10 dakikalarda en az puan toplayan ve en çok puan kaybeden takım ise Beşiktaş. SlavenBiliç’in öğrencileri kırılma anlarında 9 puanı hanesine yazdırırken 6 puanı ise rakiplerine bıraktı. Ev sahibi sıfatıyla çıktığı mücadelelerde 5 puan kazanan siyah-beyazlılar, 2 puan kaybetti. Deplasmanlarda ise 4 puan kazanıp 4 puan bıraktı.
Üç takımın kazandığı ve kaybettiği puanlar toplandığında Fenerbahçe son 10 dakikalarda 14, Galatasaray 9 ve Beşiktaş 3 puan kazanmış oluyor. Yani sarı-lacivertlilerin şu anda şampiyonluk yarışında olmalarının temel nedenlerinden bir tanesi son dakikaları rakiplerine göre çok daha iyi oynayabilmeleri. Beşiktaş için ise durum tam tersi. Takımdaki şampiyonluk yaşamış oyuncu sayısının azlığı, maç temposunun getirdiği fiziksel yorgunluk ve stadyum yokluğu bu noktada siyah-beyazlıların elini zayıflatmış gözüküyor. Galatasaray ise bu anlamda dalgalı bir sezon geçirse de son iki iç saha maçında kazandığı 4 puan ile ligin en kritik anında zirveyi ele geçirmeyi başaran bir profil sergiliyor.
Yürekten oynamak, şampiyonluk yolundaki önemli kriterlerden bir tanesi. Ancak ligin boyu kısalıp sona yaklaştıkça takımın ağırlık merkezi göğsün sol tarafından kafaya kaymak zorunda. Son 4 haftada şampiyonu enerjisi değil, soğukkanlılığı belirleyecek. Bu yüzden de Galatasaray’ın Sneijder’e, Beşiktaş’ın DembaBa’ya, Fenerbahçe’nin de Webo’ya her zamankinden daha çok ihtiyacı var.
Not: Hesaplamalar son 10 dakikalarda gelen gollerin maçın skoruna ve takımların alacağı puan etkisi üzerinden hesaplanmıştır. Örneğin beraberlikle devam eden bir karşılaşmada atılan gol +2, yenilen gol -1 puan olarak kabul edilmiştir.
‘’Mahallenin Kahvecisi Wenger‘’
Neyse, konumuz Mourinho değil. Arsene Wenger hikayelerinden en azından bir iki tanesini mutlaka duymuşsunuzdur. İlk geldiğinde İngiliz basınının “Arsene Who?” (Arsene kim?) başlığını atması, oyuncuların ona Pembe Panter filmlerinin efsane karakteri olan Müfettiş Clouseau lakabını takması, takımına brokoli yedirmeyi başaran ilk menajer olması. Thuram’ı orta sahadan savunmaya, Emmanuel Petit’i savunmadan orta sahaya, Thierry Henry’yi forvetten kanada çekmesi, ya da George Weah’ın ona “babam” diye hitap edip, aldığı yılın oyuncusu ödülünü Wenger’e armağan etmesi. Sürer de gider.
Saydıklarımın çoğu eski zamandan anlatılan hikayeler gibi geliyor bazen. Hani Herbert Chapman’ın formaların arkasına numara yazdıran ilk menajer olması gibi. İşte Arsene Wenger’i özel kılan tam da bu zaten. Geçmişten geleceğe giden, X ve Y kuşaklarının farklı alışkanlıklarını tartıştığımız günlerde hala rekabetçi kalabiliyor Fransız. Hem de prensiplerinden –elinden geldiğince- ödün vermeden.
Wenger Arsenal’e ilk geldiğinde Fransa’nın yanına Japonya tecrübesini koymuştu. Verimlilik üzerine saplantılı bir ülkenin getirdiği faydaları yabana atmamak lazım. Yabancılara pek de sevimli bakmayan İngiltere’ye elinde dopdolu bir “know-how” alet çantası ile adım atmıştı. Bilgi bugünkü kadar küresel değildi. Dolayısıyla cebindeki ekonomi diplomasıyla kendisinin çok iyi bildiği gibi, diğer menajerlere karşı bariz bir karşılaştırmalı üstünlüğü vardı. Tam 6 dil –bazılarını çat pat olsa da- konuşabiliyordu. Oyunun nasıl oynanması gerektiğine dair idealleri vardı. Tek ihtiyacı olan ise zamandı. Bu sayede müthiş takımlar kurdu, üç kere Premier League şampiyonluğu yaşadı. Bugün ise artık ondan sıkılanların sayısı sevenlerden fazla gibi.
Fransız aslında hala aynı adam. Oyunun ve spor endüstrisinin değişimine bir şekilde adapte olmaya çalışıyor, bunda pek başarısız da olmuyor. Ama artık futbolun gerçekleri farklı. Bilgi çok daha küresel, yetenek ve zaman ise parayla kolayca satın alınabiliyor. Puan durumu ile bilançodaki karın ters oranlı olmasını dert etmeyen onlarca kulüp sahibi var. Simon Kuper’ın 1999 yılındaki anısında bahsettiği gibi değil futbol. Kuper, o yıl 17 yaş altı Dünya Kupası’nda Güney Afrika-Zimbabwe maçını izlemeye gider ve uçaktan inerken beş beyaz adam yanından geçer. Arsenal’in oyuncu izlemeye giden antrenör ekibi. Artık oralara gitmeyen elit kulüp kalmadı. Türkiye’den bu olay yaşandıktan 16 yıl sonra giden var mıdır? Şüpheliyim..
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Arsenal, 2004-2005 yılından beri ilk kez ligi ilk iki sıra içerisinde bitirmeye çok yakın. Kendilerini rekabetçi yapacak Mesut Özil, Alexis Sanchez gibi oyuncuları kadrolarına kattılar. Şilili, takıma sadece yetenek değil, Coquelin ile birlikte agresiflik de katıyor. Takımın hala eksikleri var ama deplasmanda kazandıkları Manchester City ve federasyon kupasındaki Manchester United karşılaşmaları, topçuların gelecek sezon bambaşka bir mental güçlülük ile sahaya çıkabileceklerinin işaretlerini veriyor. Mourinho’yu gelecek sezon yenebilir mi bilinmez ancak Fransız’ın kariyerinin bu döneminde, hak ettiği saygıyı yeniden kazanacağı bir şampiyonluğa çok ihtiyacı var.
Wenger aslında mahallenin eskiden kalma kahvecisi gibi. Kahvesi muazzam. Bir bakıyor, önce yurtdışından kahve zincirleri gelmiş. Yanına, karşı köşeye, dört bir tarafa yayılmışlar. O da yetmemiş, bir de butik kahveciler türemiş. Aslında onun kahvesi hala aynı ve bir o kadar da lezzetli ama ne yaparsa yapsın, yoldan geçen 14-15 yaşındaki gençlerin kıkırdayarak “Latte” almaya gitmesini engelleyemiyor. Yanlış anlamayın, o da Latte satıyor. Güne ayak uydurmak zorunda. Caramel Maccchiato mu? İşte o bizimkine biraz ters...
Not: Aslında bu yazı, Alex Ferguson’ın ne kadar büyük bir teknik direktör olduğunun kanıtı. Sir, hem her sene şampiyonluğa yarışan bir takım yarattı, hem de farklı jenerasyonları ve genellikle İngiliz oyuncuları sahaya sürmeye devam etti. Bir yandan Mourinho kadar tek maçlık stratejiler üretebilen ve farklı sistemleri deneyebilen, bir yandan Wenger kadar sürekliliğe ve gençlere önem veren, bunu şampiyonluklar ile taçlarından bir adam. Onun gibisi bir daha gelir mi? Futbolun geldiği şu noktada imkansız gibi.
‘’Amsterdam notları‘’
Hafta sonu hem tatil yapmak, hem de Hollanda-Türkiye maçını yerinde izlemek için Amsterdam’daydım. Yaşadıklarımın satır başlarını sizlerle paylaşmak istedim:
1-) Gitmeden bir hafta önce Ajax kulübüne bir e-mail yollayıp kendilerini ziyaret etmek istediğimi, altyapının nasıl işlediğini tesislerde görmek istediğimi belirttim. Gün içerisinde geri dönüş yaptılar. Basın mensuplarından çok fazla talep geliyormuş ve bir hafta gibi kısa bir sürede bana olumlu cevap vermeleri mümkün değilmiş. Özür dilediler. Ne yalan söyleyeyim, utandım..
2-) Avrupa’da şehrin dışında kalan birçok stadyum yalnızlığa terk edilmiştir, ancak Amsterdam Arena öyle değil. Çevresinde şehrin en önemli konser salonlarından bir tanesi, sinemalar, üniversite ve alışveriş merkezi mevcut. Bir şeyler yiyip içebileceğiniz mekanları saymıyorum bile. İnsan metro ile stadyuma gittiğinde Universal Studios’a girmiş gibi hissediyor. İnsanlar da sadece maç için değil, birçok etkinlik için bu bölgeye gidiyorlar. Bizim esnafın “maksat ayağın alışsın” lafı vardır ya hani, bu olsa gerek.
3-) Stadyumun çatısının kapatılabilmesi bambaşka bir atmosfer yaratıyor. Soğuk bir Amsterdam gününde üşüyerek girdiğimiz stadın içerisinde ne rüzgar var, ne de insanın için titreten havadan bir eser. Dondurucu bir soğukta dışarı çıkmak istediğinizde aklınıza ilk sıcak mekanlar gelebilir ve tercihiniz bu yüzden stadyuma gitmek olmayabilir. Amsterdam Arena’da durum farklı. Biz pek farkında değiliz ama stada seyirci çekmek için “haydi takımının yanında ol” sloganından çok daha fazla emek ve yatırım gerekiyor.
4-) Milli Takım seyircisinin hala var olduğunu görmek güzel. Arma için orada olan binlerce Türk, maç boyu bir saniye susmadılar. Biz deplasman tribününde değildik, ancak etrafımızda birçok Türk taraftar vardı. Golde zıpladık, bağırdık, tezahürat yaptık. Hollandalılar arada garip bakışlar atsalar da pek ses çıkarmadılar. “Etrafları Türk dolu olduğu içindir” diye düşünebilirsiniz fakat kendinizi kandırmış olursunuz. Maçın sonlarında bir pozisyonda ben bağırırken önümdeki Hollandalı amca ile göz göze geldik, sonrasında ikimiz de gülmeye başladık. Samimiyet, bazen yurt dışında takımınızın maçını izlerken ön sıradaki rakip taraftardan gelebiliyor.
5-) Mehmet Topal ligimizde futbol oynadığı için çok şanslıyız. Lakabı “Örümcek” değil, “Örümcek Adam” olmalı aslında. Çünkü o meslektaşımız Bülent Değerli’nin birkaç hafta önce yazdığı gibi bir süper kahraman. Avrupa’da kadroya giremeyeceği takım sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Bir el bile tartışılır. Sahadaki 10 takım arkadaşını kendisiyle birlikte hareket ettirebilen biri Mehmet Topal. Özel adam.
Hollandalılar'ın hayata bakışlarının da bizimkinden farklı olduğunu eklemek gerek. Sonuçta araba sayısı kadar bisikletin sokaklarda gezdiği bir şehirden bahsediyoruz. Ama yine de insana ve futbola dair onlardan öğrenebileceğimiz çok şey var. Bazıları sosyal, bazıları kültürel, bazıları insani, bazıları hemen hayata geçirilip sonuç alınabilir. Yeter ki derdimiz ilerlemek olsun.
‘’Emenike Vakası‘’
Bu soru, 2013 yılında İngiltere’de menajerler ile yapılan bir ankette yer alıyordu. Birçok kişi cevapların fiziksel özellikler üzerine yoğunlaşacağını öngörebilir, ancak gerçek biraz farklı. %53 ile taktiksel farkındalık ilk sıradaydı, ikinci %47 ile mental güçlülük, üçüncüsü ise yine %47 ile özgüvendi.
Emmanuel Emenike’nin futbol kariyeri ilk başlarda beklediğinden yavaş, sonrasında ise tahmin bile edemeyeceği kadar hızlı gelişti. Nijeryalı, geçen yıl FIFA’ya verdiği bir röportajda Delta Force’ta oynarken antrenmana gitmek için her gün 90 dakika yürüdüğünden bahsetmişti. Profesyonel kariyerindeki ilk maçına 20 yaşında çıktı. Jay Jay Okocha stadyumundaki (Delta Force’un stadı) performansı onu Güney Afrika’ya taşıdı. Ankaragücü ve Gençlerbirliği ile denemelere çıkmasının ardından ise Karabükspor macerası başladı.
2011-2013 yılları, Emenike için bambaşka bir hayata gebeydi. Fenerbahçe’ye transfer olup kargaşa içerisinde sahaya çıkmadan Spartak Moskova’ya gitti. Orada adından söz ettirdi, Nijerya ile Afrika Uluslar Kupası’nı kaldırdı (finalde sakatlığı nedeniyle oynamamasına rağmen 4 golle turnuvanın gol kralı oldu), adı Chelsea ve Liverpool ile anılmaya başlarken tekrar Fenerbahçe’ye transfer oldu. 2 yıl içerisinde Nijeryalı, 13 milyon avro bonservis ödenen bir oyuncuya dönüşmüştü.
Emenike için asıl sorun da tam bu anda başladı. Kendini iki sene önce Karabükspor’da kendini göstermek için yırtınan oyuncu olarak değil, 13 milyon avro bonservis verilmiş büyük yıldız olarak gördü. Hem de bu durumla baş edebilecek mental ve psikolojik donanıma sahip değilken. Özgüven değil, tavır olarak. Bu kadar hızlı bir yükseliş ile başa çıkamadı. Zaten saha içerisinde fark yaratan saf yeteneğinin yanında pek becerikli olmadığı özellikleri vardı. Bunu geliştirmeye hiç çalışmadı. İşler geçen sezon iyi giderken, güçlü yanlarını sahaya yansıtırken ve diğer golcüler ağları bulurken pek konuşulmadı fakat takımın pas hızı, temposu düşünce onu buraya getiren özelliklerini değil, becerikli olmadığı yanlarını öne çıkarması beklendi hep. Bitirici golcü olmak, Nijeryalı’nın öne çıkan yanlarından biri hiç olmamıştı aslında...
Bu sezon taraftarın ona sırtını dönmesi, bambaşka bir tablo ortaya çıkardı. Saha içerisinde psikolojik sorunlarını aşabilecek mental güçlülükte değildi Emenike. Ağlara gönderebileceği pozisyonları bile tribünde kendisini ıslıklayanların kucağına nişanlamaya, daha da kötüsü tribünlere karşı tavır almaya başladı. Geldiğimiz nokta ise Beşiktaş maçında oyuna, takıma, taraftara küsmesi.
Tribünler de kendi hatasını görmeli. Hiçbir oyuncunun futbolun en önemli unsuru olan taraftara kendisine saygı sınırlarını aşmadan tepki gösterirken tavır alma hakkı yoktur, onu bir kenara koyalım fakat maç içerisinde bir oyuncuyu ıslıklamak takımının iyiliğini isteyen bir taraftarın yapacağı iş değildir. Takımın hem maç içerisinde, hem de sezonun geri kalanında bu durumdan fayda sağlama ihtimali yoktur.
Hem Emenike’nin, hem İsmail Kartal’ın, hem de taraftarın bu durumdan çıkarması gereken dersler var. Emenike, mental ve teknik olarak katetmesi gereken uzun bir mesafe olduğunu görmeli. İsmail Kartal, sürecin Fernando Torres benzeri bir duruma gittiğini fark etmeli. Nijeryalı’nın sahada kaldığı her an kendisini göstermesi için bir fırsattan daha çok dibe vurması için yüksek bir risk taşıyor. Taraftar ise maç içerisindeki tepkilerin takıma zarar verme ihtimalini göz ardı etmemeli. Sezonun en önemli maçlarından birinde sahadaki kaos şampiyonluğa mal olabilecekken Necip-Webo-Sow üçlüsü 60 saniyede filmin sonunu yeniden yazdılar.
‘’Birkaç İyi Adam‘’
Gençliğinde kalecilik yapmış Fransız yazar ve filozof Albert Camus’un, “İnsanoğlunun ahlaklılığı ve yükümlülükleri hakkında bildiğim her şeyi futbola borçluyum” demesinin bir nedeni vardı elbet. Belki de sporun insanların hayatında nasıl bir iz bırakması gerektiğinin farkındaydı. Türkiye’de bu hafta öne çıkan birkaç iyi adamın da bizlere öğreteceği çok şey var.
Dirk Kuyt
Simon Kuper, 'Futbol Adamları' kitabında onun için şu satırları yazmıştı; “Kuyt, bedeninin tüm parçaları mükemmel bir düzen içinde işleyen ve en güzel zamanını yaşayan bir adamın neşesini yansıtıyor. Golcülerin çoğu enerjilerini gol atmaya saklar. Kuyt kanatlar boyunca koşuyor ve gole giderken çalımlar atıyor. Çoğu defans oyuncusundan daha iyi savunma yaptığı gibi birçok kanat oyuncusundan da daha fazla asisti var." Aynı yazı içerisinde Kuyt’ın ağzından birkaç cümle de yer alıyor, “Elinden gelenin en iyisini yapmak angarya değil, öyle değil mi? Futbolcu olduğum için dizlerimin üzerine çöküp Tanrı’ya şükretmeliyim ve ediyorum da."
Kuyt belki hiçbir zaman tipik bir 'yıldız' olarak nitelendirilmeyecek ama derbinin skorunu belirleyen isim olan Hollandalı, hem maç içi tavırları, hem de maç sonunda kendisine koşan sarışın ufaklıklar ile yaşadığı sevinçle tüm 'profesyonellere' güzel bir mesaj veriyor. Alabilene tabii...
Sinan Güler
Galatasaray-Fenerbahçe’nin basketbol derbisi bittiğinde maçın yıldızı tartışmasız Sinan Güler’di. Attığı 25 sayı ve parkeye koyduğu yürek, zor bir dönemden geçen takımını galibiyete taşıyan en önemli etkendi. Maç sonunda kendisine mikrofon uzatıldığında Sinan’ın kurduğu cümleler, alışık olduğumuz kalıpların çok dışındaydı. Bir basketbol yorumcusu edasıyla konuşmaya başlayan Sinan, sakat sakat oynadığı derbiyi Isiah Thomas’ın 1988 NBA Finalleri’ndeki Lakers-Pistons eşleşmesinin 6. maçına benzettiğini söyledi. Maç içerisinde bileğinden sakatlanan ama sadece üçüncü çeyrekte 25 sayı atmayı başaran Thomas, muhteşem bir performans ortaya koymuştu. Tek fark, Pistons’ın o maçı kaybetmiş olması. Sinan bu oyunu kalpten seven, takip eden, okuyan ve üzerine düşünen bir adam. Eminim ki birçok baba oğlunu ya da kızını basketbola yönlendirirken ileride Sinan Güler gibi bir sporcu olmasını umut ediyordur.
Atiba Hutchinson
Kontratınız daha yenilenmemiş. Gelecek sezon kariyerinize nerede devam edeceğinizi bilmiyorsunuz. Takımınıza yaptığınız her katkının değeri büyük. Bu sezonki ilk golünüzü atıyorsunuz ve Beşiktaş o golle zorlu Sivas deplasmanından üç puan ile dönüyor. Atiba’ya attığı gol sorulunca verdiği cevap onun sportmen kimliğinin bir parçası: "Aslında topu kontrol etmeye çalıştım ama top kalecinin yanından ağlara gitti."
Emrah Tuncel
Emrah, Kasımpaşa karşısında bu sezonki 4. maçına çıktı. Oğuz’un yokluğunda onun performansı önemliydi. Akhisar Belediyespor’un 2-0 yenik durumdan gelerek beraberliğe taşıdığı karşılaşmanın son dakikalarında iki takım da galibiyet arıyordu. Hakem Tolga Özkalfa, sağ kanattan gelen bir ortanın devamında taç atışını Akhisar Belediyespor’a verdi. Bu fırsatla son saniyelerde bir hücum daha geliştirebilir ya da oyunu tutabilirlerdi. Emrah, kale arkasındaki yardımcı hakeme topun kendisinden çıktığını belirtti ve taç atışı el değiştirdi. Maçın skoru değişmedi. Emrah’ın bir sonraki hafta kalede olup olmayacağı belli değil ama bu hareketiyle onu kalede gördüğümüz her maçta yüzümüzde bir gülümseme olacağı kesin.
Sporcuları betimlememizi sağlayan değerler evde ya da güncel hayatlarında neler yaptıkları değil, saha içi ve çevresinde neler yaptıkları. Kuyt, Sinan Güler, Atiba, Emrah gibi sporcular mücadeleci kimlikleri ve saha içerisinde asla pes etmeyen yapılarının yanında bizlere bir hikaye anlatmaya çalışan adamlar. Yeter ki onlara kulak verelim. İnanın bunu yaptığımızda bir sonraki gün daha mutlu, daha huzurlu bir spor dünyasına uyanacağız.
‘’9.15'in Uzak Geldiği Adam: Mehmet Ekici‘’
Sosa önce kiralık olarak Estudiantes, sonrasında bonservisiyle Napoli’ye giderken oyun tarzı ve fiziği ile onu andıran Mehmet, 19 yaşında Van Gaal döneminde A takım ile antrenmanlara çıkmaya başlıyordu. A takım öncesi Bayern akademisindeki hocası da bize yabancı bir isim değildi: Mehmet Scholl.
Mehmet A takıma çıktıktan sonra yazın Van Gaal ile görüşüp ilk 11 oynayabileceği bir takıma gitmek istediğini söyledi. Hollandalı onun takımda kalmasını istiyordu ancak sürekli şans vermesi zordu. Ekici, 2010-2011 sezonu için Nürnberg’in yolunu tuttu..
Takımdaki en iyi arkadaşı İlkay Gündoğan’dı. Aynı evde yaşadılar ve birbirlerinin kariyerlerinin gelişiminde katkıları büyük. Nürnberg’deki teknik direktörlerini de unutmamak lazım. Dieter Hecking o zamanlar adını Almanya dışında çok fazla duyurmamıştı. Bugün ise Hecking’in Wolfsburg’u hem Avrupa’nın en tempolu ve göze hoş gelen futbol oynayan takımlarından bir tanesi, hem de 2008-2009’un Magathlı şampiyon takımından beri ilk kez ligi ilk iki içerisinde bitirecekler gibi gözüküyor.
Nürnberg’teyken Tam Saha dergisinde Türker Tozar’a verdiği bir röportajda söyledikleri Mehmet’in –ve Almanya’da yetişen oyuncuların- aldığı eğitimi açıklar nitelikte: “Aslında altyapıdan itibaren klasik bir 6 numara oyuncusu olarak yetiştim. Bayern Münih'in ikinci takımında ise 10 numara olarak oynadım. Şu an Nürnberg'de sağ açık olarak forma giyiyorum. Orta sahanın her tarafında oynayabilecek kabiliyete sahibim. 6 numara olarak oynadığımda top dağıtan bir kimliğe bürünüyorum, 10 numarada ise daha gole dönüğüm ve takım arkadaşlarımı daha çok gol pozisyonuna sokabiliyorum.”
Nürnberg sonrası İlkay’ın kariyeri yukarı doğru giderken Mehmet Ekici kendisi için belirlediği çıtanın hep altında kaldı. Aslında Jupp Heynckes onu yeniden Bayern’de görmek istiyordu ama Mehmet bir kez daha düzenli oynamak istediğini belirtip Werder Bremen’in yolunu tuttu. Werder’de ilk sezonu dışında pek fazla forma şansı bulamadı, bunda hem sakatlıkların hem kendi performansının payı var.
Trabzonspor’a geldiğinde onun ligimizde fark yaratma potansiyeli olduğunu biliyorduk. Mehmet beklentilerin üzerine çıktı ve Bordo-mavililerin kilit oyuncusu olmayı başardı. Attığı 8 golün tümü skor ya berabere iken, ya da Trabzonspor gerideyken geldi. Sezon başı Hakan Çalhanoğlu’nun serbest vuruşlarını konuşurken (Hakan’ın Bundesliga kariyerinde toplam 7 direkt serbest vuruştan golü var) Mehmet kış aylarından itibaren başrolü kapmayı başardı. Sezon başından beri Spor Toto Süper Lig’de direkt serbest vuruştan attığı 4 gol, ayrıca verdiği 7 gol pası var.
Van Gaal, Hecking, Heynckes. Bu adamların tümünün Mehmet’te gördüğü potansiyel yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor. Bundan sonrası Ekici’nin elinde. 1990 doğumlu, yani daha 25 yaşında. Oyun içerisinde duran toplar dışındaki performansını artırıp, biraz daha iki yönlü bir oyuncu olabilirse hem Türkiye’de hem de Avrupa’da adından sıkça söz ettirebilir. Selçuk İnan’ı Dardanelspor’dan Manisa’ya, sonrasında Manisa’dan Trabzonspor’a getiren teknik adam Ersun Yanal’dır. Şimdi sıra Mehmet Ekici’de.
Not: Mehmet Ekici’nin Türk Milli Takımı’nı seçmesi için büyük çaba harcayan Guus Hiddink, Oğuz Çetin ve Erdal Keser üçlüsü de bir teşekkürü fazlasıyla hak ediyor.
‘’İhsan Güngörenler ve Hemdiye Nine‘’
2009 Avustralya Açık tek kadınlar çeyrek finali. Darina Safina servis atmak için topu havaya bırakıyor. Kortun diğer tarafında 1.75 boyunda, sarışın, 26 yaşında bir kadın. Kendimi “Hadi Jelena, karşıla şunu!” diye televizyonun karşısında bağırırken buluyorum. Raketini savururken kendinde bulduğu gücün sadece fizik kuralları ile açıklanamayacağını biliyorum. Babasının yıllarca süren sözlü ve fiziksel tacizinden kurtulmuş, depresyonu atlatmış bir kadın o. 20 yaşında dünya 4.’lüğü görmüş, Hingis-Seles-Davenport ile adı anılırken yaşadığı acılar onu dibe sürüklemiş. Korta tekrar ayak basması bile mucize iken bir Grand Slam’de çeyrek finale kadar yükselmiş. Jelena Dokic o gün benim gözümde bir modern zamanlar süper kahramanıydı. Hala da öyle.
Empati, ne yazık ki bizim topraklara pek uğramaz. Sen ile ben, siz ile biz yan yana değil, karşı karşıyadır hep. Kulüplerimizi bile büyük takım/küçük takım ya da Anadolu kulüpleri diye ayırırız. Tuttuğumuz takım bizdir, şampiyonluk yolundaki rakiplerimiz siz, diğerleri de onlar. Gariptir, tuttuğumuz takım bizdir ama Milli Takım’dan bahsederken biz demeyiz. “Türk Futbolu’nun...” ya da “70 milyonluk ülkede...” diye başlayan cümleler kurup dururuz. Sanki kilometrelerce ötede bir yerden bahsedermiş gibi.
Türk kadını örnek olmalı hepimize. Genlerinde vefa, asalet, başkaldırı, mücadele vardır Türk kadının. Senelerdir spor medyasının manşetlerini Fenerbahçe-Trabzonspor gerginliği süsler ama benim için kulüplerin simgeleri farklıdır. Bir tarafta Şükrü Saraçoğlu’nda kocası ile her maça giden fakat eşinin vefatından sonra tek başına tribünlerdeki yerini almayı ihmal etmeyen İhsan Güngörenler. Diğer tarafta kocasının her iç saha maçına gitmesini vasiyet ettiği Trabzonlu Hemdiye nine. Onu Cardozo’ya söylediği şarkılardan ya da maç önceleri oyunculara verdiği çoraplardan hatırlarsınız. Bu iki kadının futbol oyununa ve eşlerine saf sevgileri genellikle ne kulüplere yansır, ne de topluma. Zaten kadın futboldan anlamaz değil mi? Kadına ofsayt kuralını anlatmaya çalışmak espri konusudur ama 2014-2015 sezonunda PTT 1. Lig ve Ziraat Türkiye Kupası’nda yardımcı hakemlik yapan Seçim Demirel gibi bir değerimiz vardır. Yurtdışındaki spor konferanslarına Türkiye’den çağırılan tek bir yönetici vardır, Ebru Köksal. Buraya daha birçok isim yazılabilir.
Çatlak sesler çıksa da Özgecan “biz” olmayı hatırlattı Türkiye’ye. Hafta sonu boyunca teknik direktöründen sporcusuna, futbolcusundan basketbolcusuna ve de yorumcusuna hepimizin isyanı vardı. Ama yetmez. Toplumdaki kadına karşı önyargıyı kırmaya ve onları cesaretlendirmeye çalışan farklı oluşumlar ve bireyler varken, spor medyasından yöneticisine sporseverinden sporcusuna hepimizin görevi onlara bir şekilde destek olmak. Atatürk’ün dediği gibi: “Şuna inanmak lazımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.”
Mekanın cennet olsun Özgecan, senin başına gelenin bir daha yaşanmaması için kadınlarımızı el üstünde tutmak hepimizin boynunun borcu.
‘’Afrika Kupası'nın 007'si-HervéRenard‘’
15 yaşında Cannes’daki futbol akademisine gittiğinde, üst düzey bir futbolcu olabileceğine inancı tamdı. Ta ki o günlerin en iyilerinden –sonrasında Dünya Kupası kazanan kadronun liderleri- MarcelDesailly ve DidierDeschamps gibi oyuncular ile antrenmana çıkana dek. Futbolculuk kariyeri üçüncü ligde ortalama bir oyuncu olmanın ötesine geçmedi.
Hayatının o döneminde geçimini futboldan sağlayamayacağını anlamıştı. Bir temizlik şirketi kurdu. 8 sene boyunca sabahın 3’ünde kalkar; evlere ve ofislere giderek çöpleri toplar ve daireleri temizlerdi. Futbolun içinde kalma hayalinden hiç vazgeçmedi. Fransa’nın güney doğusundaki 6. lig takımlarını çalıştırdı, İngiltere, Çin, Cezayir’e gitti.
Onun hayatını değiştiren adam Claude Le Roy oldu.. ShangaiCosco ve Cambridge United’da birlikte çalıştığı bu genç adamı 2008 Afrika Uluslar Kupası’nda Gana’yı çalıştırırken yanına davet etti. Kader, genç Fransız’ın hayatının hep önemli bir parçası oldu. Örümcek ağları gibi birbirine geçmiş hikayelerle dolu bir ömür. Renard, bundan 7 yıl sonra Fildişi Sahili’nin başında Gana’yı yenerek kupayı kaldıracaktı. Zambia Milli Takımı’nın başına geçmeden önce onu öneren de Le Roy’dan başkası değildi.
HervéRenard, 2012 Afrika Uluslar Kupası’nda Zambia’nın teknik direktörü olmayı başarmıştı.Turnuvanın sürprizi oldular ve finale yükseldiler. Tarihin en dramatik finallerinden biriydi ama 90 dakikası ile değil, hikayesi ile. Finalin oynandığı Libreville, 1993’te Zambia Milli Takımı’nı taşıyan uçağın havalandığı ve kıyıdan 500 metre uzakta suya çakılarak toplamda 30, Milli Takım ekibinden 18 kişinin hayatını kaybettiği yerdi. Rakip mi? HerveRenard’ın bir sonraki Afrika durağı Fildişi Sahili Milli Takımı.
Renard’ın en önemli özelliği bireysel oyunculardan iyi bir takım yaratabilme beceresi. Bunun için her yolu denemeyi ihmal etmez. Zambia takımı 2012’deki kupada her maç sabahı toplanır, hoparlörden müzik açılır ve teknik kadrodan bir kişinin önderliğinde takım dans ederdi. Fildişi Sahili karşısında gol bulamadılar ancak gol de yemeyerek maçı penaltılara götürmeyi başardılar. 8-7’lik skor ile kupayı kaldırmayı da...
Renard, bu başarısı sonrası doğduğu yerin yolunu tuttu. Soschaux’yu ligde tutmayı başaramadı ama oyuncuları sahada onun için her şeylerini vermeye hazırdı. Marsilya’dan kiralık gelen Jordan Ayew, 1-0 kazandıkları Nantes maçı sonrası mikrofonlara konuşurken gözyaşlarını tutamıyordu: “Hocam bana güveniyor, ben de sahada ona borcumu göstermeliyim. Böyle bir hocaya sahip olduğum için şanslıyım, ona teşekkür etmeliyim.”
Fildişi Sahili 2012’de bir ucundan tuttukları kupayı ellerinden alan adamı sevmiş olacak ki, Brezilya’daki Dünya Kupası sonrasında 2015 Afrika Uluslar Kupası için onu takımın başına getirdi. Yönetilmesi kolay bir takım değillerdi. Çoğu Avrupa’nın elit takımlarında oynayan ve turnuvanın doğal favorisi olan bir ekip. Simge oyuncuları Drogba Milli Takımı bıraktığını açıklamış. Ülkenin 1992’den beri süregelen bir Afrika Uluslar Kupası hasreti var.
Fildişi Sahili gruplarda “1’er 1’er” ilerledi. D Grubundaki toplam 6 maçın 5’i 1-1 bitti, Kamerun’u 1-0 yenen Renard’ın öğrencileri bir üst tura çıktılar. Cezayir ve Kongo’yu eleyerek finalde Fransız’ın eski takımı Gana’nın rakibi oldular. Final yine golsüz geçti ancak penaltılar nefes kesti. Amerikan spor filmlerinin klişelerindendir. Takım önce yenik duruma düşer, izleyici her şeyin bittiğini düşünürken –kimse düşünmez gerçi ama o his yine de güzeldir- geri dönüş başlar ve maç kazanılır.
Fildişi Bony ve Tallo ile ilk 2 penaltıyı kaçırır, Gana ise Acquah ve Achampong (2013 Türkiye U-20 Dünya Kupası’nı izleyen tanır, Anderlecht forması ile Galatasaray’a karşı da oynadı) ile 3. ve 4.’yü. Asıl kaleci Gbohouo’nun yokluğunda finale başlayan kaleci BoubacarBarry son penaltıyı ağlara gönderir ve kupa 23 yıl sonra kazanılır.
Maç sonunda rakibin oyuncusu André Ayew gözyaşlarına boğulurken onu teselli etmeye giden HerveRenard’dan başkası değildi. André, yukarıda bahsi geçen Jordan Ayew’in ağabeyi. Aslında o an, Renard’ın kariyerini ve başarısını bir karede özetliyordu.
HerveRenard’ın hikayesinden alınacak farklı dersler var ama en önemlisi sanırım şu: Üst düzey takımlarda futbol oynama şansınız olmadıysa ama aklınızın bir yerinde hala futbolun içerisinde yer almak, bir parçası olmak varsa pes etmeyin. Kim bilir, belki de sizin Claude Le Roy’unuzbir gün karşınıza çıkar ve hayatınız değişir. Thomas Edison’ın dediği gibi: “En büyük zayıflığımız pesetmektir. Başarının en kesin yolu bir kez daha denemektir.”