Arama

Popüler aramalar

‘’Şenol Güneş-Sevgili Öğretmenim‘’

Mark Thackeray’i hatırlar mısınız? 1967 yapımı “Sevgili Öğretmenim” (To Sir With Love) filminde Sidney Poitier’in canlandırdığı öğretmen karakteri. Şenol Güneş aslında o adam. Çalıştığı oyuncu grubunun olumsuz özelliklerini bastıran, olumlularına öne çıkaran ve hepsini geliştiren bir öğretmen. Bazen sert, bazen yumuşak ama hiç bir zaman inandığı doğrulardan vazgeçmeyen biri. Tachkeray’in dediği gibi: “Ben insanın inandığı şey için savaşması gerektiğine inanırım. Ancak öncelikle inandığı şeyin doğru olduğundan kesinlikle emin olması lazım.”

Bu tarz filmlerin tümünde sınıfın hınzır, aslında duygusal ama bir o kadar da saldırgan bir çocuğu vardır. Öğretmenin ilk işi, bu çocuğun arkadaşı olmaktır. Onunla dost olursanız, gruba söz geçirmeniz çok daha kolay olacaktır. Volkan Şen, Bursaspor’un hınzır çocuğu. Bursaspor’un gösterisinin yönetmeni Şenol Güneş belki ama başrol oyuncusu kesinlikle Volkan Şen. 18 haftada 7 gol, 7 gol pası.

Yardımcı erkek oyuncu Fernandao. Tam 12 gol. Sahada onun mücadelesini gören adam yürümeye utanır. Sert ve yıpratıcı bir forvet olmasına rağmen agresif bir oyuncu olmaması da ilginç. Ne rakiple uğraşıyor, ne kendi takım arkadaşlarıyla. Hatta her yanlış pası, bazen de ona pas vermeyen arkadaşını bile alkışlıyor. Her eve lazım.

Gençler Ozan Tufan ve Emre Taşdemir, Milli Takım oyuncuları Serdar Aziz ve Harun. Josue Belluschi ve diğerleri. Hem dinamik, hem tempolu, hem de dikine oynayan modern bir Avrupa takımı. Öne geçtikleri karşılaşmalarda 13 puan kaybetmemiş olsalar, belki de şu an zirve yarışının içinde olacaklardı.

Bursaspor sezon sonunda kaçıncı olacak ya da kaç puan toplayacak önemli değil. Hepimizi heyecanla Bursa maçı öncesi ekranlarına başına toplayan bir takım yaratıldı. Şenol Güneş kalır ise önümüzdeki üç sezon içerisinde şampiyonluk kovalarlarsa şaşırmam. Bu yazıyı neden mi yazdım? Arsene Wenger’in dediği gibi: “Futbol takımı güzel bir kadın gibidir. Eğer ona bunu söylemezseniz, güzel olduğunu unutur. “

03 Şubat 2015, Salı 10:40
YAZININ DEVAMI

‘’Deplasman Kartalı‘’

Biraz zemin, biraz hava, biraz da Gençlerbirliği’nin sisteminden dolayı şampiyonluk adayları için Ankara deplasmanı kolay geçmez. Geçen sezon 19 Mayıs’ta Beşiktaş yenilmiş, Galatasaray berabere kalmış bir tek Fenerbahçe galibiyet alabilmişti. Fenerbahçe ve Galatasaray 1’er gol atmış, Beşiktaş ise ağları havalandıramamıştı. Sarı-Kırmızılılar bu sezon da Ankara’dan 1-1’lik skor ile döndüler.

Bu pencereden bakıldığında sezonun en başarılı deplasman takımı Beşiktaş için zorlu bir 90 dakika beklemek doğaldı. İlk 45 dakika aynen bu şekilde geçti. Gençlerbirliği ligde orta sahanın ve maçın kontrolünü rakiplerine vermeyen ekiplerinden. Gosso-Doğa-Ramazan üçlüsü Atiba-Necip ikilisine ilk 45 dakika içerisinde ciddi bir üstünlük kurdu. Mourinho, Chelsea’deki ilk döneminde 4-4-2 oynayan rakiplerine karşı 4-3-3 sistemini sahaya sürmüş, orta sahadaki ilave oyuncu ile birçok maçın kontrolünü eline almayı başarmıştı. Oğuzhan orta sahayı üçlese daha verimli olabilecek Beşiktaş bunu ilk 45 dakika boyunca neredeyse hiç yapmadı.

Siyah-Beyazlılar ilk 45 dakikada topa %61 sahip olmasına rağmen Opta verilerine göre iki bekinin ortalama pozisyonu orta sahanın gerisindeydi. Bu da Gençlerbirliği’nin 5’li orta saha hattının zorlanmadan rakibin karşısında sakin bir şekilde durmasına neden oldu. İrfan Buz’un kısa paslar yerine Ramazan’ın degajları ile hücuma çıkma tercihine Tosiç’in top kullanma becerisi eklenince, oyunun merkezi ilk 45 dakikada hiç Gençlerbirliği ceza sahası çevresine gelmedi.

Eğer şampiyonluk adayıysanız oyunun kontrolünü 45 dakika boyunca rakibe vermemeniz gerekir. Biliç de bunu fark etmiş olacak ki ikinci yarı beklerini öne aldı, Demba Ba’nın arkasındaki üçlüyü daha değişken ve hareketli bir hale getirdi, kontrol Siyah-Beyazlılar’a geçti. İlk yarıda biri isabetli 2 şut atabilen Beşiktaş, ikinci yarı 6’sı isabetli 13 şut attı. Demba Ba’nın yanında ve kanatlarda kendine alan bulamayan Oğuzhan çıkıp Kerim Frei girince 1’den 3’e çıkan vites 4-5’e fırladı.

Gençlerbirliği sezon başından beri ikinci yarılarda oyundan düşüyor. Orta üçlüden ikisinin, Doğa ve Gosso’nun yaşlarının 30’un üzerinde olması bunun önemli nedenlerinden bir tanesi. Dün orta üçlünün üçü de maçı sarı kart görerek tamamladı ki bunu yorgunluğun bir göstergesi olarak sayabiliriz. Yine de Tosiç gibi ligin iyi beklerinden birini genç oyunculara şans vermek için savunmanın ortasına çeken, 93’lü Halil İbrahim ve 92’li Uğur Çiftçi arasında bir sol bek rekabeti başlatan, Stancu’nun yokluğunda 94’lü Berat Tosun’u sahaya süren İrfan Buz’u kutlamak gerek.

Biliç geçen sezon birçok maçın ardından ön taraftaki kalite eksikliğinden yakındı. Demba Ba’nın -golde Ramazan’ın hatası olsa da- tecrübesi, yeteneği ve zekasını her maç nasıl harmanladığını, Sosa’nın da bu konuda ona birçok maçta yardımcı olduğunu düşünürsek Hırvat teknik adam pek haksız değil. Beşiktaş’ın hücum performansı skor ile bağlantılı. Siyah-Beyazlılar 1-0’da hücumda istediklerini 0-0’a göre çok daha iyi yapan bir takım. Orta saha ikilisinden biri Sosa, Oğuzhan veya Tolgay olduğunda bu durum değişebilir -değişti de- ancak Atiba-Veli-Necip’ten ikisi sahada olduğu sürece Beşiktaş’ın rakip kalede etkin olması için tempo şart.

Ligde deplasmanda 9’da 8 yapmak kolay iş değil. Beşiktaş gün geçtikçe daha sağlam bir takıma eviriliyor, gelişiyor, değişiyor. Biliç de öyle. Serdar’ın gol pası, Olcay’ın 6. haftada yine Ankara’da oynanan Sivasspor maçından beri ilk kez ağları havalandırması, Kerim Frei’ın Kayseri Erciyesspor ve Başakşehir maçlarından sonra bir kez daha fark yaratması Siyah-Beyazlılar’ın bu maçtan kumbaralarına attıkları paralar. Biliç bir maç sonu açıklamasında Necip’i Pulp Fiction filmindeki Mr. Wolf’a benzetmişti. Hırvat teknik adamın da Braveheart’taki William Wallace’tan pek farkı yok aslında...

27 Ocak 2015, Salı 21:15
YAZININ DEVAMI

‘’Hayatı sığ yaşamaya başladık‘’

Tony Pulis dendiğinde birçok futbolseverin aklında olumsuz bir görüş oluşur. Takımlarını geride tutan, fiziksel oyunu benimseyen ve sahada oyunu tempolu hale getirmekten çok oyun hızını yavaşlatmaya çalışan takımlar oluşturduğu önyargısı hakimdir. Crystal Palace’ın geçen sezon o göreve geldikten sonra sezon sonuna kadar sadece bir (1) korner golü yemiş ve ligde kalmayı başarmış olması pek kimsenin umurunda değildir. Saha dışında topluma sağladığı faydalar da...

Pulis bu sezon tamamlandıktan sonra Stoke’taki Donna Louise Çocuk Hastanesi Vakfı için bir sosyal sorumluluk projesine imza atacak. Londra’daki Tower Bridge’den Paris’e kadar yaklaşık 725 km’lik mesafenin kürek çekilerek geçileceği ve bağışlarla hastaneye gelir elde edilmesinin amaçlandığı projede yer almayı kabul eden Pulis’in amacı çok sevdiği ve sevildiği Stoke-on-Trent bölgesine desteğini farklı projelerde aktif olarak yer alarak göstermek.

İngiltere’de bunun örneklerini sıklıkla görüyoruz. Newcastlelı iki taraftar John Alder ve Liam Sweeney Ukrayna’da MH17 uçağında hayatlarını yitirdiklerinde kulübün en büyük rakibi –aralarında ciddi bir kızgınlık ve nefret var- Sunderland’in taraftarları 18.000 Pound toplayıp Siyah-Beyazlı ekibe bağışlamışlardı. Ada'da oyuncular ve menajerler, hatta kulüpler vakıflar kurarak kendilerinin var olma sebebi olan topluma bir şeyler geri verme çabası içindeler.

Peki ya Türkiye’de durum nasıl? Kaç tane futbolcunun kendi vakfı var? Kulübün sosyal sorumluluk projeleri kapsamında kurumlara yapılan ziyaretler dışında futbolcularımızı, teknik direktörlerimizi, sporcularımızı sosyal bir sorun ile mücadele ederken, çözüm için aktif rol alırken görebiliyor muyuz?

Hayatı sığ yaşamaya başladık. Başkalarını ve bizi biz yapan değerleri unuttuk, kendimiz için savaşıyoruz. Eğer ülkemizde futbolun nasıl daha yukarılara çıkabileceğini konuşuyorsak, kulüp tüzüklerinde yer alan “sporun evrensel değerleri olan sevgi, dostluk ve barış ilkeleri etrafında gençleri spora yöneltmek ve onlara spor yapma olanağı sağlamak” ve benzeri amaçlara doğru yönelmeye başlamamız gerekiyor. Bir spor ve futbol tutkunu Nelson Mandela’nın dediği gibi: “Hayatta sırf yaşamış olduğumuz gerçeği itibar görmeyecek. Sürdürdüğümüz hayatın anlamı, başkalarının hayatında nasıl bir fark yarattığımız ile belirlenecek.”

20 Ocak 2015, Salı 20:00
YAZININ DEVAMI

‘’Top Toplayıcı‘’

2006 Dünya Kupası’nda Arjantin-Almanya maçı penaltılara gitmişti. Almanya kalecisi Lehmann’ın rakibin penaltıcılarının neler yaptığını yazdığı kağıdı çoraplarından çıkartıp sürekli ona göz atışını hatırlayanlarınız vardır. Wang Dalei’nin bir kağıda ihtiyacı olmadı. Kalenin arkasında top toplayıcılık yapan 12 yaşındaki Stephan White, 60. dakikada Suudi Arabistan penaltı atacakken Wang’a soluna doğru atlamasını önerdi. Sonuç mu? Wang sola yattı ve penaltıyı kurtardı. 26. yaş gününü kutlayan kaleciye daha iyi bir hediye verilemezdi herhalde. Çin’in maçın 80. dakikasında bulduğu tek golle karşılaşmadan üç puan ile ayrıldığını ekleyelim.

TOP TOPLAYICI ÇOCUĞUN GÖRÜNTÜLERİNİ İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN

Maçın ardından tüm gözler doğal olarak Stephen White’a çevrildi. White da kalecilik yapıyormuş ve her penaltıda sola atlarmış. Wang kendisine sorduğunda kaleciyi bu yüzden kendi soluna yönlendirmiş. Stephen bir sonraki gün Çin’in kampına davet edildi, futbolcularla tanıştı. Basının ilgisi takımdan daha çok 12 yaşındaki ufaklığın üzerindeydi.

Geçtiğimiz haftanın top toplayıcıyı manşetlere çıkartan bir anı daha vardı. Kral Kupası ilk 16 turunda Real Madrid’i konuk eden ve sahadan 2-0’lık galibiyetle ayrılan Atletico Madrid’in teknik direktörü Diego Simeone, gol sevincini kendisine doğru koşarak gelen ve üzerine zıplayan 10 yaşındaki top toplayıcı ile yaşadı. Bu ufaklık, Simeone’nin 10 yaşındaki oğlu Giuliano’ydu. Kim bilir belki de önümüzdeki yıllarda ufakken Galatasaray maçlarında top toplayıcılık yapan, geçen hafta sonu bir pasıyla Pique ve Iniesta’nın belini kıran Arda Turan gibi bir başarı hikayesi olur White ve Giuliano’nun..

Futbol 105’e 68 metrelik bir alanın içinde oynansa da aslında onu bu kadar özel kılan nokta saha içindeki kadar onun çevresinde yaşananlar. Anlatacak hikayelerimiz, tuttuğu takım yenildiğinde onlara takılacak arkadaşlarımız, minibüs şoförüyle “abi ne olacak bu takımın hali?” diye başlayan sohbetlerimiz olmasa, futbol gerçekten 22 adamın bir topun peşinde koştuğu eğlenceden fazlası olmayabilirdi.

13 Ocak 2015, Salı 12:15
YAZININ DEVAMI

‘’Yabancılaştıramadıklarımızdan mısınız?‘’

Yeni kuralın yerli oyuncu yetişmesini engelleyeceği konusuna katılmadığımı belirteyim. 2014-2015 sezonunun başında 18 takımdan sol bekine yabancı transferi yapan kulüp sayısı 6. Bu oyunculardan 3’ü (Constant, Kadlec, Tosic) kendi mevkilerinde çok az forma giydiler. Motta-Telles-Ali Adnan daha çok. Peki Milli Takım’da sol bek pozisyonunda Caner Erkin’in alternatifi olabilecek bir oyuncu var mı? Ziya Erdal dışında zor. Sağ bekte oynayan 2 yabancı var, Cicinho ve Bosingwa. Gökhan Gönül-Şener Özbayraklı dışında performansı ile dikkat çeken oyuncu var mı? Belki Hakan Aslantaş, ötesi yok.

Önemli olan bugünden sonraki dönemde kulüplerin planlamasını hangi yönde yapacağı, bu planlamanın kulüplere ve Milli Takım’a neler getireceği ya da götüreceği ve planlara ne kadar sadık kalınacağı. Kulüp yönetimleri, Federasyon (2015 yılında seçim var), teknik direktörler sürekli değişirken bu sürecin ne kadar devam edeceğini öngörmek zor. Tüm yetkililer önümüzdeki 10 sezon için bu kuralın sabit kalacağı yönünde bir mutabakat imzalasa ve bu kağıt TFF’nin kasasında saklansa, kamuoyuna da açıklansa daha doğru olabilirdi.

Şu bir gerçek ki artık Türk futbolcularının önünde daha rekabetçi bir süreç var. Türkiye’ye gelebilecek olası bir bilgi birikimi (know-how) ve oyuncuların gelişmesine yardımcı olabilecek bir değişim. Peki bu gelişime ihtiyacı olan tek paydaş oyuncular mı? Bilic-Şota dışında yabancı hoca bulunmayan ligimizin, 16 maçlık süreçte 10 teknik adam değiştiren ve en önemli görevleri olan oyuncuların maaşlarını zamanında ödemeyi başaramayan kulüp yönetimlerinin, sorunlardan sıkça bahseden ancak çözüm önerileri getirmek ve bu konuda aktif görev almak konusunda çok az zaman harcayan medyamızın rekabete, bilgiye, gelişime ihtiyacı yok mu?

Yeni yabancı kuralı ülkemizde bazı alışkanlıkların kırılması için önemli bir adım ve desteği hak ediyor. Ancak sadece bu kural üzerinden Türk futbolunun geleceğini yorumlarsak at gözlüğüyle bakmanın ötesine geçemeyiz. Terk edilmesi gereken birçok alışkanlık, stadyuma gelmeleri için futbol sektöründeki herkesin çaba sarf etmesi gereken taraftarlar, bu sezonki ilk yarı performanslarını yukarıya taşımaları zorunlu olan hakemler gibi konu başlıkları üzerlerine kafa yorulmasını ve çözüm üretilmesini bekliyorlar.

“Uzun vadeli plan yapmayan kişi, sorunu kapısının önünde bulacaktır. “ Konfüçyus

06 Ocak 2015, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Liverpool Kıpırdadı‘’

Brendan Rodgers'ın eski takımı Swansea City ve eski kaptanı Garry Monk karşısında sezonun en iyi performansını sergileyen Liverpool, bu sezon ilk kez 4 gol atmayı başardı. Tempolu futbolun ve hücum verimliliğinin ayrıntılarına bir göz atalım:

Çakılı forvetsiz sisteme dönüş. Sturridge ve Suarez’in yokluğunda Liverpool’un önemli sıkıntılarından bir tanesi hücumda oyuncuların geçen sezonun çok altında bir hareketlilik göstermesi ve forvetlerin savunmanın arkasına fazla koşu yapmamasıydı. Balotelli kafasına estikçe maç içerisinde 1-2 kez o koşuları yapıyor, Lambert da o tarzda bir forvet değil. Brendan Rodgers bu ikiliyi kenarda bırakıp Sterling’i en öne alınca rakip savunmanın şeklini sürekli bozan bir takım gördük.

3’lü savunma ve Gerrard’ın yokluğu. Bunu yazarken bile insan şaşırıyor fakat kaptanın olması Liverpool’un kendi ceza sahası önü savunmasını kırılgan kılıyordu. O pozisyona Lucas yerleştirilince takım savunması bir anda kademe atladı. Lucas’ın ikinci topları kazanmadaki başarısı ve savunmanın ona güvenmesi ile birlikte kanat bekleri daha fazla önde kaldılar. Liverpool oyunu enine genişletti. Forvet üçlüsü birbirine yaklaştı. Pas trafiği hızlandı. Topun bir kanattan diğer kanada geçişi de. Böylece bir kez daha rakip savunmayı defalarca dengesiz yakaladılar. Sonuç: Gerrard’ın ilk kez hiç dakika almadığı ve onsuz Kırmızılar’ın ilk gollerini bulduğu bir 90 dakika. Moreno ve Manquillo’nun belki de ilk kez Liverpool oyuncuları gibi gözükmeleri.

Sakho. Liverpool’un savunmasında 11’e ilk yazılacak isim. O varken Skrtel’ın performansı da artıyor. Kolo Toure’nin Afrika Kupası’na gidecek olması sanırım hiç bir Liverpool taraftarını rahatsız etmiyordur. Zaten Kasım’da aldığı “Ayın Oyuncusu” ödülü ona sezon boyu yeter.

Arsenal maçının ilk yarısının ve Burnley galibiyetinin getirdiği mental güç. Hem Rodgers hem de takımı için belki de en önemli nokta. Artık eksiklerine, kaybettikleri oyunculara rağmen toparlanacaklarına inanmaya başladılar. Geçen hafta Arsenal’e sezonun ilk korner golünü attılar, Swansea City karşısında ikincisini. Sezon boyunca hiç 3 maç üst üste kazanmadılar (şu an 2), Perşembe günü Leicester City ile oynayacaklar. Swansea karşısındaki Liverpool beni şubattaki Beşiktaş maçları öncesinde endişelendirdi. Tek maçlık bir performans mı yoksa ivmenin başlangıcı mı? Bunu görmek için biraz daha beklememiz lazım.
-----------
“Tabii ki de eşimi evlilik yıldönümümüzde Rochdale maçını izlemeye götürmedim. Doğum günüydü. Ben futbol sezonu içerisinde evlenir miyim? Neyse, Rochdale’in yedek takımının maçıydı.” Bill Shankly

30 Aralık 2014, Salı 10:15
YAZININ DEVAMI

‘’Premier League'de Haftanın Hikayesi‘’

14 yaşında çok küçük olduğu için Reading akademisinden kendisine yol verilmiş bir genç. Sonrasında bir de diz sakatlığı yaşamış ve profesyonel futbolcu olma rüyasını bırakmış. 2009 kışı. Yaşı olmuş 20. Babasının inşaat şirketinde çalışıyor ve işi, inşaatlara gidip çatılara tuğla dizmek. Bir yandan da yarı profesyonel ligde Poole Town formasını terletiyor. Haftada iki kez salı-perşembe antrenman yapıyor.

16:30’a kadar çalıştığı bir gün akşam maçı var, arabasıyla bir saat inşaattan stadyuma gitmek için çabalıyor. Swindon Town menajeri Danny Wilson o gün tribünde. İlk yarı 2 gol atıyor, Wilson da zaten ilk yarıyı izleyip çıkıyor. İki gün sonra transfer teklifi geliyor ve hayatı değişiyor. Swindon’dan sonra bütçesi küçük ama futbol aklı büyük yaklaşık 75.000 nüfuslu Burnley’e transfer oluyor, oradan da Queens Park Rangers’a. Hafta sonu West Brom’a karşı ilk Premier League hat-trick’ini yaptı. Gol krallığında Agüero ve Diego Costa’nın ardından onun ismi var. 25 yaşındaki “kariyeri genç” Charlie Austin.

İngiltere’nin en köklü rekabetlerinden biri, Sunderland-Newcastle nam-ı diğer Tyne Wear derbisi. 1600’lerde King Charles’ın Tyne-Wear’deki kömür ocaklarının işletmesini Sunderland’ten alıp Newcastle’daki tüccarlara vermesinden beri bu iki kent hiç dost olmadı. Sunderland’in tek gelir kaynağı olan kömürün ellerinden alınmasının ardından yaşadığı sefalet ile başlayıp, 1642’deki sivil savaşta Newcastle halkının kralı, Sunderland halkının Cromwell’in parlamenterlerini desteklediği yıllara kadar sürer gider rekabet. Hani “ezeli rekabet” deriz ya biz, gerçekten öyle.

Sunderland doğumlu bir çocuk. Biz onu Middlesbrough formasıyla tanıdık ama çok küçükken, 10 yaşındayken David Ginola’yı izlemek için gittiği stadyum Newcastle’ın St James’ Park’ından başkası değildi. 12 yaşına kadar Newcastle akademisinde kaldı, hafta sonları maçlarda top toplayıcılık yapıyordu.

Top toplayıcılık yapmak Adam Johnson’a yaramış gibi gözüküyor. Sun Tzu’nun dediği gibi “düşmanı ve kendinizi bilirseniz yüz savaşın bile sonucundan korkmanıza gerek kalmaz.” Tyne Wear derbisinde 1 Şubat’taki 3-0’lık galibiyette skora adını yazdıran Johnson, bu hafta sonu maçın son dakikasında takımının ve maçın tek golünü atarak bir kez daha derbinin kahramanı oldu. Gus Poyet’in maçtan sonra “az daha Johnson’ı çıkaracaktım ama son anda kararımı değiştirdim” açıklaması bir tesadüf mü bilinmez ama Johnson’ın kenara gelip çıkmak istemediğini söylediği bir gerçek.

Fast-food çağında artık maçlar, oyuncular, hatta taraftarlık bile çabuk tüketilir oldu. Çocuklar artık başını yastığa koyduğunda futbolcu olma hayali ile uykuya dalmıyor. Başparmağını yukarıdan aşağıya kaydırıp yeni gelen bildirimlere bakmak ile geçiyor bir çok hayat. Aslında kafamızı biraz kaldırabilsek, 70-80’li yılların o hep öykündüğümüz hikayeleri hala az da olsa var. Hikayeler olduğu sürece futbolun sihri devam edecektir. Asıl endişe etmeniz gereken takımınıza penaltı verilmemesi ya da bir oyuncunun o günkü performansı değil, anlatacak hikayelerinizin azalması olmalı..

23 Aralık 2014, Salı 10:00
YAZININ DEVAMI