Arka Bahçe

Haberin Devamı ›
Bu söz, özellikle milliyetçi-muhafazakar kesimde büyük infial uyandırdı. Türkiye’nin dinine ve milli geleneklerine bir saldırı olarak yorumlandı. Avrupa’nın asıl hedefinin, biz Türkler’i asimile etmek olduğu şeklindeki görüşler havada uçuştu. Değişime ihtiyacımız olmadığı, böyle şeye asla izin vermeyeceğimiz vurgulandı. Chirac lanetlendi!Oysa yapılan, bize dışarıdan boy aynası tutulmasından başka bir şey değildi. Yıllardır, bazı aydınlarımızın bıkmadan, usanmadan dile getirdiği değişim-dönüşüm söyleminin bizim dışımızdaki biri tarafından tekrarlanmasıydı Chirac’ın sözleri...Özellikle 80’li yılların ortasından itibaren hız kazanan değerler erozyonunun, toplumu nasıl içinden çıkılmaz bir noktaya getirdiğini bilmeyenimiz yok. Ancak ne var ki, “değişim” sözüne karşı allerjimiz de devam ediyor. Batı medeniyetiyle kucaklaşmaya çalışıyoruz ama; kırmızı ışıkta gaza basmaktan, sokağa çöp atmaktan, kaldırımları işgal etmekten, yola tükürmekten, klakson çalmaktan, havaya silah sıkmaktan, devleti soymaktan, rüşvet alıp-vermekten, kamu kurumlarına eşini-dostunu yerleştirmekten, bir hiç uğruna adam vurmaktan, çoluk-çocuğa şiddet uygulamaktan, bebeleri sokağa terketmekten, dokunulmazlık zırhına bürünmekten, görevi ihmalden, hileli mal satmaktan, ürünlere aşırı kar koymaktan, bilimi dışlayıp hurafelere inanmaktan, statlarda birbirimize girmekten, küfürleşmekten, ikiyüzlü adalet anlayışından vazgeçemiyoruz. Yani alışkanlıklarımızdan... Yani allı-pullu padişah kaftanı gibi üstümüze giymeye çalıştığımız yoz kültürden... Bir türlü vezgeçemiyoruz. İşte değiştirilmesi gereken bunlardır. Bizi çağdaş dünyanın dışına iten ilkelliklerdir terketmemiz gereken. Hatta gerekmekten ziyade, hepimiz vatandaşlık görevi olarak benimseyip, uğruna mücadele vermeliyiz, bizi çağdaş uygarlık düzeyine taşıyacak bir kültür devrimi için... Bunun ne kadar zorunlu olduğu, son günlerde yaşadığımız milli hezeyanla bir kez daha ortaya çıktı. İsviçre’de bize karşı yapılan bazı densizliklere misliyle karşılık vermek için seferber olduk. Havalimanında gelen yolculara hizmet vermesi için maaş alan personel, İsviçreli futbolculara tacizde bulundu. Gazetecilerin bile sokulmadığı terminale nasıl girdiği belli olmayan militan gruplar kafileye küfür ve hakaretler etti, yumurtalı saldırı düzenledi. Aradaki koruma duvarına rağmen darp girişimleri oldu. Futbol Federasyonu’nda, “Milli Takım Sorumlusu” gibi üst düzey bir görev üstlenmiş şahıs, yaptığı holiganca açıklamalarla kitleleri tahrik etti. Şu ana kadar çıkan ve bugün de çıkması muhtemel olayların fitilini bizzat ateşledi. Avrupa ve Dünya’nın karşısına, “Türk” kelimesi ile özdeşleşmiş geleneksel konukseverliğimizle değil de, bir kez daha barbar yüzümüzle çıktık. Futbolun bir oyun olduğunu yine unuttuk. Geçmişte bu tür taşkınlıklarımız karşısında ne kadar ağır bedeller ödediğimizi bildiğimiz halde yüzümüzü kızartacak davranışlar sergilemekten çekinmedik. Evet, futbol yalnızca sahada oynanmaz. Ve sadece 90 dakika da değildir. Öncesi vardır, sonrası vardır. Saha içi vardır, saha dışı vardır. Ama her platformda kazanmanın yolu, köklü bir değişimden geçiyor. Toplumsal dönüşümü sağlayamadan sahada kazanılan başarılar, anlık ve dönemsel olmaktan öteye gitmiyor. Tıpkı tatlı bir tını olarak anılarımızda kalan Galatasaray’un UEFA zaferi gibi...BİR ANI...BİR ANI...Geçtiğimiz yaz yapılan Akdeniz Oyunları’nda futbol takımımızın ev sahibi İspanya ile yaptığı ve lideri belirleyecek grup maçını izlemek için stada girdiğimizde dakikalar 60’ı gösteriyordu. Tabela da 1-0’ı... Bir an önce yerimizi alalım diye basın tribünü yerine seyircilerin içine girdik. Merdivenlerden yukarı çıkmaya başlamıştık ki, Milli Takımımız bir frikik atışı hazırlığı yapıyordu. Topun başında Galatasaraylı Cafercan vardı. Diğer gazeteci arkadaşlara, “Bir dakika durun şunu seyredelim, Cafercan toplara iyi vuruyor” dedim. Bekledik. Cafercan bir sol kesme yaptı ve beraberlik golümüzü attı. Biz havalara zıpladık. Naralar attık. Ellerimizle “çak” yaptık. İspanyol seyircilerin arasında olduğumuz ancak sakinleşince aklımıza geldi. Şaşkın şaşkın bize baktıklarını farkettiğimizde hayrete düştük. Bazıları ise aşırı sevincimiz karşısında tebessüm ediyordu. Ne bir kötü bakış, ne bir kötü söz, ne küfür, ne taciz... Golden sonra Türk gazetecisi olduğumuzu söyleyerek aralarına oturduk ve birlikte maçı izledik. Hatta birbirimize ikramda bile bulunduk. Maç 1-1 bitttiğinde de her iki takımı ayakta alkışladılar. Biz ise, karşılaştığımız muamele karşısında alışık olmadığımız duygularla stadı terkettik.NOT: Bu anı, bugünün mana ve önemi üzerine aklıma geldi. Belki nafile bir çaba içindeyim ama yine de hatırlatmak benim için bir boçtur.