Arka Bahçe

Haberin Devamı ›
Kendi yaldızlarını kendi kazıyan yıldızlar2002 yılında İran’da yapılan Dünya Serbest Güreş Şampiyonası için Tahran’dayım. Sabah seansından sonra verilen aradan faydalanarak kenti dolaşıyorum. Babasıyla birlikte gezen 7-8 yaşlarında bir çocuk gözüme çarptı. Üzerinde Galatasaray forması var. Formanın numarası 11. Numaranın hemen üstündeki futbolcu adı ise, Hasan Şaş. Yanlarına yaklaştım ve selam verdim. Türk olduğumu söyledim. Baba az da olsa Türkçe biliyor. Hemen oğluna döndü ve benim Türk olduğumu söyledi. Çocuğun birden gözleri parladı. Hasan Şaş’ı ve Galatasaray’ı ne kadar sevdiğini anlattı. Bir gün onunla tanışabilmeyi hayal ettiğini söyledi. Baba da oğluyla aynı duyguları paylaştığını belirtti. Hasan Şaş’ın Şampiyonlar Ligi’nde ve Dünya Kupası’nda tüm müslümanların gururu olduğunu dile getirdi ve ekledi: Onu görürsen bizden selam söyle. Şunu bilsin ki, İran’da onun için çarpan milyonlarca yürek var. Bir başka ülkede, kendi ülkemin futbolcusunun böylesine sevilmesine ve çocukların rüyalarını süslemesine şahit olmam benim için olağanüstü bir duyguydu. O anda Hasan Şaş’la ne kadar gurur duyduğumu anlatmamın imkanı yok. Aslında İran’lı baba onunla ilgili eksik söylemişti. Zira yalnız İran’da değil, yeryüzünün başka coğrafyalarında da Hasan Şaş için çarpan milyonlarca yürek vardı. Bunu gerek kendi deneyimlerimden, gerekse değişik ülkelere seyahat yapan başka meslektaşlarımın anlattıklarından biliyorum.Hasan Şaş, bugün hala Hakan Şükür’le birlikte dünyada en fazla tanınan ve sevilen Türk futbolcusu. Ancak ne var ki kendisi, ya bunun farkında değil, ya da gelmiş olduğu noktayı kavrayamıyor veya önemsemiyor. Gerek sahadaki, gerekse saha dışındaki davranışlarıyla her geçen gün sempatisini yitiriyor, biraz daha antipatik oluyor. Futbolunun geriye gitmesi bir yana, ya rakiple dalaşıyor, ya rakip seyirciyle, ya da hakemlerle... Rakipten veya hakemlerden dalaşacak kimse bulamazsa, bu kez kendi takım arkadaşlarına bulaşıyor. Sürekli bir gerginlik içinde. Hırsı aklının önünde gidiyor. Daha da kötüsü, hırsla, hırçınlığı, öfkeyi ve çirkefliği birbirine karıştırıyor. Birileri kendisini “köyün delisi” ilan etmiş. O da bu deli rolünü öylesine benimsemiş ki, her platformda oynamaktan geri kalmıyor. Aklınca delilik yaparak sevimli olacağına inanıyor. Gerçekten deli olsa belki sevilir ama değil. Zira delilik ile dahilik arasında ince bir çizgi olduğu hep yazılır, çizilir. Hayatı filme çekilen ve ülkemizde de “Akıl Oyunları” adıyla gösterilen matematikçi John Nash’in hikayesini bilmeyen yoktur. Hasan Şaş’da dahilik emareleri gören var mı bilmiyorum. Ama ben göremiyorum. O, işi deliliğe vurmuş gidiyor. Kendince bir yol tutturmuş. Lakin, hırçınlığıyla kalpleri, gönülleri kırıyor. İnsanları kendisinden uzaklaştırıyor. Onun yediği küfürlere, kafasına atılan maddelere hep birlikte karşı çıkmalıyız. Onunla birlikte isyan etmeliyiz. Fakat Hasan Şaş da, Galatasaray geleneklerine, terbiyesine, o formanın ağırlığına yakışacak devranışlar sergilemeli. Yıldızlar, sadece futbolculuklarıyla değil, efendilikleri, toplum içindeki saygınlıkları ve ağırlıklarıyla da yıldızlık mertebesine ulaşırlar. Gerçek bir yıldız olmanın başka yolu yoktur. Metin Oktay’ın aradan geçen bunca yıla karşın hala gönüllerde taht kurmasını nasıl izah edebiliriz? Üstelik Hasan Şaş’ın Metin Oktay’a kadar gitmesine de gerek yok. Yanıbaşındaki Ergün Penbe’ye baksın yeter!Şeref Eroğlu’nunBakan’la pazarlığı!Türk güreşi denince akla gelecek ilk isimlerden biri, hiç kuşkusuz Şeref Eroğlu’dur. Eroğlu, Hamza Yerlikaya ile birlikte Ata sporumuzun son 13 yılına damga vuran güreşçidir. Yurtdışındaki Dünya ve Avrupa Şampiyonaları’nda biz basın mensupları da adeta sporcularla birlikte minderde güreşiriz. Onlar yenince, kendimiz yenmiş gibi seviniriz, yenilince de yaşadıkları hüznü yüreğimizin derinliklerinde hissederiz. Biz de onlarla ağlarız, onlarla güleriz. Kürsünün en üst basamağına çıktıklarında yaşadığımız gururu bir biz biliriz, bir de Tanrı. Şeref Eroğlu da bizlere bu gururu yaşatan güreşçilerimizin başında gelir. Kendisini insan olarak da seven biriyim. Onun dostuyum. Bunu kendi de bilir. Müzmin hastalığına karşın minderde verdiği olağanüstü mücadeleyi takdir ederim. Keza açık sözlüğünü de... Lakin, gelgelelim Şeref Eroğlu son zamanlarda minderdeki başarılarıyla değil de, verdiği ilginç demeçlerle, bazı sporcu ve spor adamlarıyla girdiği diyaloglarla gündeme gelmeye başladı. Bir sporcuya yakışmayacak üsluptaki tartışmaların içinde buluyoruz kendisini. Belki, kaybetmenin verdiği öfkeyle böyle davranıyor ama kaybetmenin erdemini de keşfetmek gerek! Kaybederken de kazanmayı bilmek gerek. Yenilgilerden ders almak gerek. Kaybedince susmak, kendi içine çekilmek, nerede hata yaptığını bulmak ve ona göre kendine yeni bir yol haritası belirlemek gerek. Ama Şeref Eroğlu böyle yapmıyor. Sanki kaybetmek çok yüz kızartıcı bir suçmuş gibi dikkati başka yönlere çekme çabası içine giriyor. Kendinden başka herkesi suçluyor. Dolayısıyla her kaybı, gelecekteki başka kayıpları da tetikliyor. Geçen yıl ki Dünya Şampiyonası’nda, elenmesinin hemen ardından Türk güreşinin duayenlerinden Ahmet Ayık’a ağır ithamlarda bulunmuştu. Gereksiz ve çirkin bir tartışmayı başlatmıştı. Şimdi de onu, Milli Takım’ın Dünya Kupası’nda zirveye çıkması sonrası Bakan Mehmet Ali Şahin’le basın önünde ödül pazarlığı yaparken gördük. Çok çirkin bir pazarlıktı. Ayrıca söz konusu turnuvada Eroğlu tüm maçlarını kaybetmişti. Bakan’la pazarlık yapacak en son sporcu kendisi olmalıydı. Böylelikle Bakan’ın medyanın önünde kendisini azarlamasına da zemin hazırlamamış olurdu. Şeref Eroğlu bu tarzıyla giderek prestijini sarsıyor. Şeref Eroğlu, susmalı ve minderde konuşmalı. Türk halkının ondan beklentisi budur. Son söz: Bu ona dost uyarısıdır.