Arama

Popüler aramalar

Bu madalyalar Türkiye'ye karşı!

Abone OlGoogle News
Haberin Devamı

Ülkemizin yaşadığı en önemli paradokslardan biri de engelliler sporu konusundaydı. Nüfusun yüzde 12’sinin, -ki bu 8.5 milyon civarında bir rakama tekabül ediyor- engelli olduğu bir ülke, engelliler sporunda nasıl bu kadar geri olabiliyordu? Gelişmiş ülkelerin engelli insanları yarım asırdır spor sahalarında boy gösterirken, bizim engellilerimiz neden ortada gözükmüyordu. Bunun elbette çok derin sosyo-ekonomik ve psikolojik sebepleri vardı.

Ancak çok azını sıralayabiliriz. Yaşam alanlarının engellilerin kullanımına uygun olmayışı, ailelerin engelli bireylerinden utanarak onları eve hapsetmesi, engellilerin ‘Neden Ben?’ sorusu eşliğinde hayata küsmesi, engellilere iş imkanlarının yaratılmaması, meslek sahibi olamamaları gibi nedenler, Türkiye’yi bu konuda dünyanın en sabıkalı ülkelerinden biri haline getirdi. Bu durum 1990’lı yılların ortalarına kadar sürdü. Bu tarihlerde bazı gönüllü insanlar, kurum ve kuruluşlar ortaya çıkmaya başladı. Kimi kendisi engelliydi, kiminin de ailesinde engelli vardı. Çok az bir kısmı da, ne kendisinde, ne de ailesinde engelli yokken, sadece empati kurarak bu işe soyundu. Başta Yavuz Kocaömer olmak üzere bu gönüllü ordusu, o tarihlerden itibaren canla başla çalıştı.

Önce devlet mekanizmasını, ardından da toplum dinamiklerini harekete geçirmeyi başardılar. Engelli federasyonları kuruldu, sponsorlar işin içine çekildi, engelli bireylerimizin spor yapabilmesi için teşvik edici hamleler yapıldı, maddi-manevi destek sağlandı, engelliler yüreklendirildi, özgüvenleri artırıldı ve engelli sporları bu şekilde çığ gibi büyüdü. Ülkemiz, Sydney’de sembolik olarak 1, Atina’da 8, Pekin’de 16 sporcuyla temsil edilirken Londra’ya 67 sporcuyla çıkarma yapıldı. Bu sayının 2016 Rio De Jenerio’da iki misline çıkacağını şimdiden söyleyebilirim.

Londra’ya giden 67 engelli sporcumuzun verdiği mücadele, sergiledikleri performans, kazandıkları 10 madalya göğsümüzü kabarttı. Daha fazlası da olabilirdi, ama bu bile engelli sporunun ülkemizdeki geçmişine baktığımızda büyük bir başarıdır. Bu madalyonun gurur duyabileceğimiz yüzü.

Bir de diğer yüzü var: Utancımız! Son 15 yılda sayıları çok az denebilecek bir avuç gönüllü insanın taşıdığı bayrağı ülke olarak sahiplenebiliyor muyuz? Evet, kısa zamanda bu kadar aşama kaydettik, ama göğsümüzü gere gere bundan kendimize pay çıkarabiliyor muyuz? Sanmıyorum. Engellilerin sorunları hala dağ gibi. İyi niyetli bir takım çabalara rağmen bu ülkede ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye devam ediyorlar. Yollar, sokaklar, yaya geçitleri, binalar, okullar, toplu taşıma araçları, yaşam alanları engelliler için başlı başına birer engel olmayı sürdürüyor. Ne belediyeler, ne devlet bu konuda yeterli çabayı göstermiyor ne yazık ki. Öncelikleri bu değil. O yüzden engelli bir insanımız tek başına sokağa çıkamıyor, eğitimini sürdüremiyor, iş güç sahibi olamıyor, spor yapamıyor. Bugün spor yapabilenler, buzdağının görünen yüzü. Diğerleri hala suyun altında! İşte bundan dolayı 8.5 milyon engelli insanı olan bir ülke ancak 67 sporcusunu gönderebiliyor Paralimpik Oyunları’na. Oysa bu sayının yüzlerle ifade edilmesi gerekirdi.
Londra’da ülkemizi başarıyla temsil eden bu 67 insanımızın en temel motivasyon kaynağı, işte ülkemizde yaşadıkları bu olumsuzluklar ve gördükleri ikinci sınıf muameledir. Başarılarının sırrı, ülkelerine karşı duydukları öfkedir. Onlar orada sadece sportif olarak yarışmadılar, varoluş mücadelesi verdiler. Çünkü kendilerini ancak bu şekilde ifade edebileceklerini, ancak bu şekilde ses getirebileceklerini biliyorlardı. O madalyaları onun için kovaladılar; onun için kazandılar. Türkiye için değil, Türkiye’ye karşı kazandılar. Evet, bunu belki yüksek sesle dillendirmediler, haykırmadılar ama gerçek buydu. Gerçek yüzlerindeki ifadede, konuşmalarındaki satır aralarında saklıydı. Ve o gerçeği olağandışı performanslarıyla tokat gibi yüzümüze vurdular. Belki utancımızdan kızarır diye!..

Bakan Kılıç’ın hezeyanı

Londra dönüşümde şahit olduğum ve duyduğum bir takım olumsuzlukları gazetemde yazdım. Bu olumsuzlukların merkezinde Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç vardı. Türkiye kitapçığında sansür uygulanması, elin oğluna taslanan kabadayılıklar, kurallara uymama konusundaki itici tutumlar, akreditasyon iptaline kadar giden sığlıklar, önüne geleni azarlamalar gibi bir devlet adamına yakışmayacak davranışlardı bahsettiklerim. Haberin ardından Gençlik ve Spor Bakanlığı, gazetemin Yazı İşleri Müdürlüğüne bir açıklama gönderdi. Yazılanların külliyen yalan olduğunu ve düzeltilmesini istediler. Gazetem de cevap hakkına olan saygısından dolayı bunu yayınladı. Buraya kadar her şey doğal. Ancak doğal olmayan şey, gazeteme gönderilen yazıda kullanılan hakaretvari ifadeler. Devletin resmi antetli kağıdında böyle bir üslup kullanılması ülkem için gerçekten büyük talihsizlik. Bir şeyler yazmayı isterdim, ama bu seviyeye verilecek bir cevabım yok. Ülkenin sporu ve gençliği bu kafaya emanet edilmişse, ne yapabilirim ki? Dizlerimi dövmekten başka!