Viva Zapata!

Haberin Devamı ›
Öncelikle bir konuyu açıklığa kavuşturmalıyım: Futbolda yerli-yabancı ayrımına şiddetle karşı çıkanlardan biriyim. Futbola kabaca bakış açım; iyi futbolcu/kötü futbolcu, iyi takım/kötü takım çerçevesindedir. Elbette bu işin ortası da vardır; 'vasat' şeklinde tanımladıklarımız... Onlar matematikteki 'etkisiz eleman' gibidirler. Sadece fikstür gereği bu oyunun içinde yer almak zorundadırlar. Bu nedenle konumuz dışındalar.
Futbola aşina olan herkesin çok iyi bildiği bir gerçek vardır ki, sezon başında kurulan iyi bir takım diğerlerinin bir adım önünde başlar yarışa. İyi takımın da, iyi futbolculardan ve iyi bir teknik ekipten oluşacağını söylemenin ise manası yok sanırım. Bu sezona bakıldığında da bu realitenin hayata geçtiğini kolaylıkla görebiliriz. Artık belli oldu ki, sezon sonunda ligin en iyi üç takımından biri ipi göğüsleyecek. Ancak 2010/2011, şampiyon olan takımla beraber Galatasaray'ın tarihsel yıkımının da hatırlanacağı bir sezon olarak kayıtlara geçecek.
Bu konuda o kadar çok şey yazılıp çizildi ki, rahatlıkla 'sözün bittiği nokta' klişesine başvurabiliriz. Bu, işin kolayına kaçmak olur. Söylenecek hala çok şey olduğu kanısındayım. Hep Sarı-Kırmızılı takımdaki yerlilerin kalitesizliğinden söz ettik. Peki ya yabancılar? Başlığa çıktığım kaleci Zapata'dan başlayarak bu takımdaki yabancıların katkısını sorgulamak gerekmiyor mu? Şu anda ne katıyorlar takıma? Örneğin; şu Lorik Cana, Bank Asya'da forma giyebilir mi? Neill, ıslıklanan genç Serkan Kurtuluş'tan daha mı iyi oynuyor sağ bekte? Stancu büyük takım forveti mi? Bir var, bir yok Kewell ve Baroş'la hedefe ulaşılabilir mi? İnsua'yı zaten saymıyorum, Culio dışında gelecek sezon için pırıltı veren yabancı oyuncu var mı? Soruları uzatmanın alemi yok. Aslında her şey apaçık ortada. Bu takım yerlisiyle, yabancısıyla, hocasıyla tepeden tırnağa yanlış kurulmuş. Doğru da kurulamazdı zaten. Kongrede oluşan yanlış yönetimin eseri de, doğaldır böyle olacak. Üç yanlış bir doğruyu götürür derler. Bu kadar yanlışın olduğu yerde doğru mu kalır?
Bir gurur, bir dumur!
Değinmeden geçemeyeceğim. Birbirinden taban tabana zıt iki olgu vardı bu hafta. Biri ne kadar gurur duyulacak bir görüntü ise, diğeri de o kadar iç acıtan bir duyarsızlıktı. Fenerbahçe tribünlerini dolduran kadınlarımızın, '8 Mart Dünya Kadınlar Günü' münasebetiyle ülkemizdeki kadına yönelik şiddete dikkat çeken pankartları ve tezahüratlarıyla ne kadar övünsek, gönensek azdır. Hayatı bize zindan eden tribün çetelerini bertaraf etmenin en iyi yollarından biridir, kadınlarımızı statlara çekmek ve onların taşıdığı ince ruhu futbolumuza katık etmek. Hiç kuşkusuz, Fenerbahçe bunu ligimizde en iyi uygulayan kulüptür. Şükrü Saracoğlu'nun her geçen gün Avrupai bir görüntüye kavuşmasının temel nedenlerinden biridir, aile matinesine dönüşmesi. Aziz Yıldırım'ın ülke sporuna çok büyük emekleri vardır, ama böylesi bir zihniyet değişikliği en büyük hizmeti olacaktır. Bu anlayışın önünde saygıyla eğiliyorum.
Gelgelelim, Fenerbahçeli kadınların tribünlerde yaşattığı bu duyarlılığa inat, Futbol Federasyonu'nun Japonya'da yaşanan korkunç felakete olan kayıtsızlığı yüreğimizi burktu. Avrupa'nın önde gelen tüm liglerinde facia nedeniyle saygı duruşları düzenlenirken, takımlar kollarında siyah bantlarla sahaya çıkarken, bizden çıt çıkmadı. Bir deprem ülkesi olmamıza karşın, tribünlerde yaratılacak bir sinerjiyi, edilecek duaları çok gördük deprem mağduru Japon dostlarımızdan. Hani nerde kaldı, bizim geleneksel yardım severliğimiz, dayanışmamız, empati yeteneğimiz? Bu mudur şimdi? Futbolun barış ve kardeşlik şiarı bizim için geçerli değil mi? Neyse, sözü daha fazla uzatmanın alemi yok. Aslında yapacak pek bir şey de yok. Futbol Federasyonu'nu ayıbıyla baş başa bırakmaktan başka... Tabi yüzleşebilmek gibi bir erdeme sahipseler!