Arama

Popüler aramalar

‘’On altı dakika‘’

Maçtan önce yapılan yorumlarda, Napoli veya Benfica örneklerinde olduğu gibi Şenol Güneş’in rakibi şaşırtacak bir stratejiyle sahaya çıkması gerektiği ve muhtemelen böyle de yapacağı konuşuluyordu. Hocanın ilk on bir tercihi konusunda aşağı yukarı bir konsensüs sağlansa da, bu şaşırtma stratejisinin tam olarak ne olacağı merak konusuydu. Derken hoca, basın toplantısında, “Savunmaya biraz daha öncelik veren bir oyun tarzı” tercih edeceklerini söyledi. Şenol Hoca daha önce savunma ile ne kastettiğini açıklamış ve klasik savunma oyunu gibi topu geride kabullenmek yerine oyunu mümkün olduğu kadar ikinci bölgenin rakip alanına yıkabilmeyi amaçladıklarını söylemişti. Bayern karşısında bu stratejiyi uygulamak kolay olmazdı ama şaşırtıcı olacağına şüphe yoktu. Çünkü Bayern’in belirli bir oyun planı olmadığı, oyun planları olduğu biliniyordu. Başka bir deyişle rakip, takım seçmiyor; kendisinden güçlü ya da zayıf olup olmadığını dikkate almaksızın su gibi girdiği kabın şeklini alıyordu.

İlk yarıda maç bitti

Kadrolar belli olunca insanlar Caner-Babel hattından Babel’den de gol beklenebileceği düşüncesine kapıldı, tabii Caner’in ekstra oynaması şartıyla. Vida atılana kadar Atiba- Medel ikilisiyle oyunun orta sahada oynanmasının istendiğini de anlamak mümkün. Aslında Vida’nın atılmasına kadar az da olsa uygulandı bu plan. Love’ın kaçırdığı gol ve bunun dışında Beşiktaş’ın birkaç gol pozisyonu girişimini de bu bağlamda düşünmek mümkün. Sonra Vida kırmızı kart gördü ve ilk yarının sonuna kadar direniş sürse de sadece ilk yarı değil, maç bitti.

Akıl tutulması

Sanırım; “Bir maçta, hatta Bayern’in herhangi bir maçında on kişi kalan tek takım Beşiktaş değildir ama on kişi kaldığında değişiklik yapmak için alışkanlıklarından vazgeçmeyen tek hoca, Beşiktaş’tadır” dersek yanlış olmaz. On kişi kalmış ve artık bazı gerçekler daha da belirgin hale gelmişken, bu akıl tutulmasını anlamak zor. Hücum etmek konusunda herhangi bir sorunu olmayan Bayern’e karşı on kişi kaldığında ne yapılması gerektiğini bilmek için âlim olmaya da gerek yok herhalde. Topun Bayern’de olacağı belli, mesele topu kaptığında ne yapacağın.

Neden beklendi?

Mesela Tolgay’ın oyuna girmesi için neden bu kadar beklendi, anlayan varsa beri gelsin. Oyun artık ikinci bölgenin Beşiktaş yarı sahasına yığılmışken, Quaresma’dan daha hızlı olduğu bilinen Lens neden düşünülmedi, mesela? Neden oyunun Beşiktaş açısından dan-dun oynanmasına izin verildi? Top kayıplarıyla topun daha çok kendi bölgesinde oynanmasına neden olan ve Robben’in yanında oldukça amatör kalan (bir de oyundan neden alındığını anlamayan) Caner’in alınması için neden bu kadar beklendi? Pepe’nin işine duyduğu saygı karşısında Tosic neden geç oyuna sokuldu? Atiba’nın bu form düşüklüğünün bir açıklaması var mı?

Haydi kalk ayağa!


Maçtan önce Fenerbahçeli kardeşim “yazına başlık buldum” diye gülerek aradı beni: “Aldırma, Kartal aldırma!” Kızmadım, güldüm bile. Evinde oynadığı son 20 Şampiyonlar Ligi maçının 19’unu kazanmış, Arsenal’ı iki maçta da 5-1 yenmiş, daha da önemlisi Xavi, Iniesta, Messi’li Barcelona’yı evinde 4-0, deplasmanda 3-0 yenmiş bir takımın buraların yenisi Beşiktaş’ı yeneceğini biliyorduk elbet. Sadece kırmızı kart öncesi oynadığımız oyunla, zamanında yapılan oyuncu değişiklikleriyle neler olacağını görmek isterdim. Yoksa Barcelona’nın 4-0 yenildiği takıma, 75 dakika 10 kişi oynanan maçta 5-0 kaybetmek ayıp değil. Galatasaray’ın Temmuz’da, Fenerbahçe’nin Ağustos’ta adını duymadığımız takımlara elendiği Avrupa’dan Şubat’ta B.Münih’e yenilerek elenmek hiç ayıp değil...

Yürü Güneş’e!


Rekorlarla, sevinçlerle dolu bir Avrupa macerası yaşamamızda emeği geçen herkese çok teşekkürler. Şimdilik buraya kadar. Geçen yıl hakem faciasıyla gruptan çıkamamıştık, bu yıl lider ve namağlup çıktık. Seneye daha iyisini yapıp, daha dikkatli olup bir üst basamağa çıkarız. Ama yine bu kulvarda olmak için önce kazanılması gereken çok maç var. Şimdi karalar bağlama değil, ayağa kalkıp, mücadele etme zamanı.

22 Şubat 2018, Perşembe 06:00
YAZININ DEVAMI

‘’Kocaman bahaneler‘’

Çok değil bundan sadece 3 ay önce, 17 puanla 7. sırada olan Fenerbahçe’nin teknik direktörü Aykut Kocaman 1-1 berabere kaldıkları Osmanlı maçı sonrası, “Fenerbahçe için katlanılır, kabul edilebilir durum değil. Ortada bir başarısızlık var. Bu başarısızlığın faturası da bana ait. Ben de gerekeni yapacağım. Bu seviyedeki oyuncuların, bu kadar vahim hata oranı normal değil” diye konuşmuş, hakemlerin H’sini anmadan istifa sinyali vermişti. Sonra kapalı kapılar ardında neler konuşuldu, Kocaman nasıl ikna edildi bilinmez ama oynanan oyunda/takımda değişen hiçbir şey yokken teknik direktör ve yetenekleri kısıtlı futbolcular harika, hakemlerse tu kaka oldu. Hatta geçen hafta muhabir görünümlü Fenerbahçe taraftarı, önce sosyal medyada yazdı, sonra Kocaman’a sordu, onay aldı: “TFF Başkanı, Kulüpler Birliği Başkanı Beşiktaşlı. Maçtan sonra yayıncı kuruluşu izliyorum 3 Beşiktaşlı yorum yapıyor” bla bla...

El insaf!!!

Duyan da sanacak ki, Beşiktaş şampiyonluk yarışında rakiplerinden 7-8 puan önde. “Kollanıyor” denilen takım, liderin 6 puan gerisinde 4. Beşiktaşlı TFF Başkanı zamanında 18 kupa kazanıldı; bunların 10 tanesini Galatasaray, 4’ünü Fenerbahçe, 2’sini Konya ve sadece 2 tanesi Beşiktaş kazandı. Yayıncı kuruluşta 3 Beşiktaşlı yorum yapıyor, ama aynı yayıncı Beşiktaş’ın lehine olan tartışmalı pozisyonları yayınlamaktan bile imtina ediyor. Kulüpler Birliği başkanlığının takım lehine ne gibi faydaları var, onu bilemiyorum. Zamanında Aziz Yıldırım da 3 sezon Kulüpler Birliği’ne başkanlık etmişti, demek ki çok faydasını görmüşler ki, bu kadar dillendiriyorlar.

Bu kadroyla oyunla zor

Fenerbahçeliler’in çuvaldızı hakemlere batırana kadar iğneyi kendilerine batırması gerekiyor. RVP doğru düzgün fayda vermeden parasını alıp gitmiş, kiralık Janssen sakatlanmış, Soldado’nun performansı umut vermemiş, ilk yarı kulübeden çıkamamış hatta kadroya girememiş Fernandao’ya ümit bağlamış bir takımdan bahsediyoruz. Valbuena zaten sisteme uymuyor, bekler Allah’a emanet, savunmada ise Skrtel’in sağlığına dua etmekten başka yol kalmamış. Kadro zaten sebebi bilinmez sakatlar ordusu ve koca transfer dönemi geçmiş gerekli transferler yapılmamış. Oynanan oyun “gol yemeyelim de, illa ki bir tane atarız”dan ibaret olmuş. Ama Fenerbahçe şampiyon olacak kadar muhteşemmiş, de TFF/MHK önünü kesiyormuş... El insaf!!!

Amaç başka

Hakem hataları olmuyor mu? Oluyor elbet. Ancak herkesten fazlası değil. Takım ayırmaksızın hakem hatalarına karşı mücadele edecekse, ayrıcalık değil adalet isteyecekse her takım taraftarı geçer bu mücadelenin arkasına. Fakat Kocaman’ın derdi bu değil. O, karşısındaki taraftarı arkasına alabilmek için bir düşman yarattı ve hedef gösterdi. Lakin Fenerbahçe taraftarı da inanmıyor artık bu söylemlere. Sahadaki oyun kılavuz istemiyor çünkü. Bu kadroyla zor, bu oyunla çok zor.;

*************

MHK, Emre’den özür dilesin!

Daha birkaç ay önce kural yokken kural getirdiler ve Caner’e 6 maç ceza verdi TFF. “Bundan sonra ekran görüntülerinden ceza vereceğiz” dediler, ama Caner’den başka kimseye de ceza veremediler. Emre Belözoğlu küfür ederken defalarca kameralara yakalandı, ama ne hikmetse dokunulmazlığı vardı. Geçen hafta yine hakeme küfreden ve ettiği küfür kameralara da yansıyan Emre, PFDK’ya dahi sevk edilmedi. Neden? Hakem görmüş, zaten sarı kartla cezalandırmış... Bir hakem, kendisine edilen küfre neden sarı kart verir ki? Bu hakem bu kadar midesiz mi? Yani suratına tükürülse “Yarabbi şükür” mü diyecek? Yani bu “hakeme arkasından küfür ederseniz 6, yüzüne küfür ederseniz 1 maç ceza alırsınız” mı demek? Yani ayağı kaydığı için düşmek zorunda kalan Necip de 1 maç, hakemin yüzüne küfür eden Emre de 1 maç mı ceza alacak? Eee, oldu olacak MHK Emre’den özür dilesin, daha ağır küfretmediği için bir de plaket versin!

08 Şubat 2018, Perşembe 06:00
YAZININ DEVAMI

‘’#ComeToBeşiktaş‘’

Beşiktaş’a gönül verdiğim yıllarda forma aşkı, kazanma hırsı, takım ruhu gibi kavramlara; modern futbolun gerekleri, endüstriyel kulüp işletmeciliğinin rasyonel kaçınılmazlıkları gibi şatafatlı kelamlar henüz bu zamanlar kadar bulaşmamıştı. O yüzden de kulüplerin dertleri başarı (şampiyonluk) ve sporcuların ücretlerini ödemekten öteye geçmiyordu. Ne yazık ki, artık öyle bir dünya yok. Süleyman Seba’nın 2000 yılında borçsuz devrettiği kulüp bugün 2 milyar TL’ye yakın borçla cebelleşiyor. Ve yine ne yazık ki, bu borcu Türkiye ile sınırlı imkanlarla azaltmak imkansız. Fikret Orman’ın da dediği gibi global strateji planlamak gerekiyor.

Beşiktaş Yönetimi, taraftarın sloganı olan “Come to Beşiktaş”ı iyi değerlendirip tüm dünyada Beşiktaş ile özdeşleştirmeyi başardı. Pazartesi tanıtımı yapılan “Come To Beşiktaş” projesi de Beşiktaş’ın dünyada bir marka haline gelmesi için iyi bir vizyon. Proje Beşiktaş’a kaynak yaratmanın yanı sıra, Türk futbolunun yerlerde sürünen marka değerini de yukarılara taşıyabilir.

Nasıl olacak bu işler?

Tanıtım filminin ana amacının tanınmak, bilinirliği artırmak olduğu aşikar. Bunun hedeflenen 100 milyon taraftara ve maddi gelire dönüşmesi için ise altının çok iyi doldurulması lazım. Bir Uzak Doğulu Barcelona, R. Madrid, B. Münih, M. United vb. varken neden Beşiktaş’ı izleyecek, sevecek, taraftarı olmak isteyecek? Beşiktaş’ı diğer kulüplerden ayıran ne olacak? Aidiyet duygusunu tatmamış, yeni heyecan arayan insanlar çağrıya kulak verip geldiklerinde bu insanlara forma ve stadyum turundan başka ne verilecek? Başımızda bir Passolig belası var ki, maçlara gelemezler. Öyle bir tüzük var ki, kulübe üye olamazlar (Gerçi memleketteki Beşiktaşlılar bile üye olamıyor). Bu sorunlar çözülecek mi?

Maçların Çin’de canlı yayınlanacak olması çok önemli. Ancak Çin ile saat farkı 5. Yani Beşiktaş’ın 19.00’daki maçı Çin’de gece 00.00’da yayınlanacak. Sırf bu sebeple bile Beşiktaş’ın oynayacağı maçların saatleri Premier Lig’deki gibi gündüze çekilmeli, ki orada gece değil, akşam saatinde yayınlansın. Yayıncı kuruluş bunu kabul edecek mi?

Başarı için para, para için başarı

Ve en önemli konu! Sportif başarının olmadığı kulübe taraftar kazandırmak çok zor. İnsanlar bizim gibi deli değil ki, “sevinmek için sevmedik” ya da “kazanınca sevgilimiz yenilince sadakatimiz artar” desin. Tanıtım filminin, 100 milyon Beşiktaşlı hedefinin gerçek olması için sürekli Şampiyonlar Ligi’ne -UEFA değil- gitmek lazım. Şampiyonlar Ligi’ne gitmek için ligi ilk iki sırada bitirmek lazım. Ligi ilk ikide bitirmek için transfer lazım. Transfer için para lazım. Bu bir kısır döngü elbet: Başarı için para, para için başarı lazım. Ama ilk önce, Vida’nın bir forvete “Come to Beşiktaş” demesi lazım...

***

What is hundered?

Reklam filmini çok başarılı buldum ve kaç kere izledim sayısını bilmiyorum. Emeği geçenlere sonsuz teşekkürler. Çok emek harcanmış belli. Ama keşke biraz daha harcansaymış. Türkiye’ye değil; ana dilleri, ikinci dilleri İngilizce olan insanlara yönelik yapılan bir videoda tashih var. Süper olmayan İngilizcemle ben bile fark ettim ki, “hundred” (100-yüz) yerine “hundered” yazılmış. Mükemmel bir şölende yemekten sinek çıkması gibi küçük ama keyif kaçıran bir hata olmuş.

Gazete ve internet sitelerinin 4-5 yılda bir “Şok, şok, şok! ‘Gel gel, ne olursan ol yine gel’ diye başlayan şiir meğerse Mevlana’ya ait değilmiş” diye verdiği bir haber vardır. Meşhur rubainin Mevlana’nın değil, ondan üç asır önce yaşamış Ebu Said Ebu’l-hayr’ın olduğu halk arasında pek bilinmese de Mevleviler, edebiyatçılar, akademik çevreler ve meraklılar tarafından bilinir. Ki, dediğim gibi 4-5 yılda bir, bu konu bir şekilde basına yansır. Lakin balık hafızalı olduğumuz için, bu haberi yapan basın da, okuyan halk da çabuk unutur. O kadar unutur ki; Mevlana’yı Konya ile özdeşleştiren -hatta Mevlana diye pide yapan- Konyalıların bir kısmı bile dörtlüğü Mevlana’nın zannedip “Mevlana bizim, kullanamazsınız” der, yapılan muazzam işi rezillik olarak niteler. Doğrudur, halk arasında pek bilinmez. Ancak dünyaya ulaşmaya çalıştığınız bir reklamda, çok emek harcanan bir işte ana temayı oluşturan rubainin Mevlana’nın olmadığını kimsenin bilmemesi ayıp olmuş.

20 Ocak 2018, Cumartesi 06:00
YAZININ DEVAMI

‘’Neler oluyor?‘’

İnsanın takdir ettiği birini sevmeye ve bir süre sonra da ilahlaştırmaya başlaması tarihsel bir vakadır. Önce başarılarını kazanırken ki vakur duruşundan, çalışma azminden ve hatta kadir kıymet bilmeyenlerin eleştirileri karşısındaki metanetinden dolayı takdir ederiz. Bizim dışımızda bir gerçekliktir ama bizi yansıtır. Bu nedenle onun gözleri bizim gözümüz, kulakları bizim kulaklarımız ve dili de bizim dilimiz olur. Onu seviyoruzdur. O artık bizim için, bizim dışımızda ama bizden bir parçadır.

Beraber güler, beraber ağlarız. Hatalarını görür ve kendi hatalarımız gibi benimseriz. Zorlukların üstesinden birlikte gelmeye çalışırız. Bir süre sonra onun yaptıklarının insanüstü şeyler olduğu hissine kapılırız. Artık o, kimsenin yapamayacağı bir şeyi yapıyordur. O harikadır, mükemmeldir. O, artık bir ilahtır ve herkes onun adına ondan daha fazla konuşmaya başlar. Söylemedikleri söylenmiş olarak kabul edilir. Bir şeyi o söylerse gerisi teferruat noktasına dönüşür. Ve en tehlikeli durum ortaya çıkar onu ilah yapanlar bu kudreti kendilerine mal etmeye başlarlar. “Biz getirdik, biz götürürüz” noktasına varılır. İşte burası bir son değil, başka bir başlangıçtır...

***

Bu sezon sosyal medyada Beşiktaş her puan kaybettiğinde Şenol Güneş derinden sorgulanır hale geldi. Güneş’in sorgulanması pek tabii ki gereklidir: Bazı durumlarda herkeste olduğu gibi Şenol Hoca’nın da akıl tutulması yaşadığını düşünenlerdenim (10 kişi kalan Kayseri’ye karşı üçüncü oyuncu değişikliğini neden yapmadı hala anlamadım) ama biraz izan da gerekiyor hani. Artık Beşiktaş’ın ne oynadığından öte, Şenol Güneş’in kimi oynattığı önemsenir hale geldi. Yeni transferlerin takıma ne zaman gireceğini belirlemek sosyal medya ulemasına kaldı.

Teknik analiz yapmak, oyuncuların performanslarını takip etmek, rakip takımın durumunu görmek sanki birkaç arkadaşın kendi arasında yaptığı sohbetlere indirgenir oldu: “Olur mu abi, Quaresma orada oynar mı?”, “Oğuzhan da çok bozdu kardeşim”, “Hoca, al şu Lens’i artık oyuna hoca” gibi cümlelerle maç analizi yapanların çağında yaşıyoruz artık. Bir anket vardı geçen hafta, dört seçenekli. “Orta sahayı siz olsanız nasıl kurarsınız” diye. Sonuç, neredeyse yüzde 25 olarak dağılmıştı dört alternatife. Yani bu şu demek: Şenol Güneş ne yaparsa yapsın yüzde 75’e asla yaranamaz!!!

Vefasızlık bu!

Yıllardır sabreden ve sonunda tarihinin en güzel dönemlerinden birini (ekonomik durum hariç) yaşayan takımın bir kısım taraftarı, 2-3 maç kötü sonuç alındı diye hocasına sabredemiyor artık. Ortada sıkıntılı bir durum olduğu aşikar; ama yıllardır ikincilik, üçüncülükten ileri başarısı olmayan, 6-7 yılda bir şampiyon olan takımı iki sene üst üste şampiyon yapan, üzerine bir de namağlup ve lider Şampiyonlar Ligi gruplarından çıkaran hocayı istifaya davet etmek, aklı başında kimsenin yapacağı iş değil. Bugün diğer takım taraftarlarına sorsanız “Tek bir şansınız olsa, Beşiktaş’tan kimi ayırırsınız” diye, bir saniye bile düşünmez, “Şenol Güneş” der oysa.

Kim bu insanlar?

Sevgi aynı anda nasıl nefrete dönüşüyor onu görüyoruz şimdilerde. Artık hocanın bunları bilerek yaptığı bile söylenir oldu. Kim bu insanlar? Kim bu Beşiktaş yenildiğinde “Şenol Güneş istifa” diyebilecek kadar fütursuz olanlar? Bir yandan “Beşiktaş şampiyon olsun, maç kazansın, kupa kaldırsın diye tutulmaz” deyip de kazanma hırsıyla yanıp tutuşanlar? Kim bu Şenol Güneş’ten daha Şenol Güneş olan kibirliler?

***

Çok güzel hareketler bunlar

Anadolu Genç Fenerbahçeliler grubunun twitter hesabından şöyle bir teşekkür edildi geçen gün: “Kendileri Sivas deplasmanından dönerken yolda denk geldiğimiz ve bizlere kendi otobüslerini teklif eden ve her türlü yardımı yapan ‘Deplasman Kartalları’na ve Mersinli Giray başta olmak üzere tüm Beşiktaş tribünlerine de gönülden teşekkür ederiz.” Deplasman Kartalları da bu teşekküre şöyle bir yanıt yazdı: “Geçmiş olsun, renkler takımlar ayrı olsa da her taraftar sevdasının peşinde, iyi insan olmadan iyi Beşiktaşlı olunmaz”

Bu olayın tam tersi olsa, böyle bir durumdan dayanışma değil kavga çıksaydı haber bültenlerinde defalarca izlerdik. Ama konu yardımlaşma olunca konuyu sosyal medyadan tesadüfen öğrendik. İki gruba da çok teşekkürler, hala güzel şeyler olabildiğini bize gösterdikleri için...

28 Aralık 2017, Perşembe 06:00
YAZININ DEVAMI

‘’Sen Beşiktaş'san kapanan takımları da yeneceksin!‘’

Ve sonunda oldu; biraz daha realist olsa da, Şenol hoca da kervana katıldı: “Türkiye liginde takımlar oynatmamaya oynuyor” Problem, bu cümlenin doğru olup olmamasından öte artık bir bahane cümlesi olarak kurumsallaşmasıdır. Ama bir-iki şeyi açıklığa kavuşturmakta da yarar var tabi. Birincisi bu cümledeki “kapanma” ne demektir? Tüm futbolcularıyla oyunu geride kabul etmek mi? Kayseri 10 kişi kalana kadar böyle mi oynadı yani? Bunu mu anlayalım? Eğer bunu anlıyorsak şapkamızı önümüze koyalım çünkü bunun çözümü yine bu oyuna dönmek olur. Her savunma oyununu kapanmak olarak değerlendirmeye kalkarsak, işin içinden çıkmak zorlaşır. O zaman iğneyi kendimize batıramayız. (Bu durumun bir kibre dönüşmesinden bahsetmiyorum bile.) Mesela Kayseri’nin ilk 50 dakika Beşiktaş üzerinde kurduğu presi nasıl tanımlamak lazım? Beşiktaş’ın orta sahada beklediği presi Kayseri’nin defansta yapması, Beşiktaş’ı istediği hücum varyasyonlarını yapmak bir yana, uzun vuruşlarla çıkmak zorunda bıraktı; yani Beşiktaş pas organizasyonunu başlatamadı. Kayseri 10 kişi kaldıktan sonra “kapandı” dersek; frekanslarımız tutmuyor demektir. Savunmayı 3’ledi demek sanırım daha doğru olur. Bu da bir savunma stratejisi olarak düşünülmeli; kapanma değil. E peki bu stratejiye cevap olarak sizin stratejiniz nedir? Mesela Negredo oyuna alınıp ceza sahasındaki hareketliliği artırmak olamaz mıydı? (Negredo’nun oyuna girmesiyle sahadakilerin artması muhtemel motivasyonunu da düşünelim).

Koca bir bahane

İkincisi aynı cümledeki “oynatmamaya oynuyor” ne ifade etmektedir? Sakatmış gibi yere yatmak ya da kalecinin oyunu geç başlatması mı? Ama bu da yönetim ve hakem süreciyle ilgili bir meseledir. Ben daha kalecilere 6 saniye kuralı uygulandığını görmedim. O 6 saniyelerle neler yapılıyor neler. Futbol aklının belirleyeceği bir şeydir bu. Beşiktaş Asbaşkanı Deniz Atalay da “Rakip 10 kişi kalınca tamamen kapandı, Avrupa’da böyle olmuyor” demiş. Beşiktaş son 2 sezon bu ligde, bu takımlara karşı maç kazanarak şampiyon oldu. Bu sezon İngiltere’den, İspanya’dan Türkiye’ye transfer olmadı ki? Bu sözlerin hepsi sadece koca bir bahane. Yenmek değil, puan almak derdindeki tüm takımlar böyle oynar. Yapılması gereken de ona göre oyun planı geliştirmek. Bunun çaresini de, Şenol Güneş hepimizden çok daha iyi bilir. Ancak bildiğini hayata geçirmesi şart. Yoksa Messi, Ronaldo oynasa fayda etmez.

Elma ile armut karşılaştırması


Şampiyonlar Ligi ile yerel lig karşılaştırması yapmak, ekseriyetle yanıltıcıdır. Şampiyonlar Ligi’ndeki takımlar genel anlamda ya denk takımlardır ya da size yakın takımlardır. Burada her takım ve futbolcu Dünya Kupası’ndan sonraki en büyük organizasyonda kendini göstermek isteyecektir. Şampiyonlar Ligi’nin dengeleri başka türlü işlemektedir. O kadar başka türlü işlemektedir ki tüm kulübün buradaki motivasyonu başkadır. Örneğin Başkan Fikret Orman, Şampiyonlar Ligi’ni, Beşiktaş’ı dünya kulübü yapma projesinin temel ayağı olarak görüp “uluslararası sponsor bulmak” için bu sahneyi kullanır. Lig şampiyonluğunun manası ise başkadır. Bu denli farklı dinamikleri olan iki sahne ile ilgili karşılaştırma yapmak, hele bu şekilde yapmak, elma ile armudu karşılaştırmaya dönüyor. Ayrıca, iğneyi kendimize batıralım. Kayseri maçında etkisiz bir Quaresma’yı çıkarıp Lens’i oyuna almak çözüm için bir adım atmak anlamına gelmeyecek miydi mesela? Tosic’in sol açıkta yapabileceklerinin listesini yazabilir mi bana biri? Hiç darılmayalım. Kayseri maçı Şenol Güneş’ten futbolculara kadar konsantrasyon bakımından kötü bir sınav oldu. “Kapanan takımlara karşı oynayamıyoruz” bahanesi, tıpkı eskiden dile getirilen “hakemler bizi şampiyon yapmayacak” sözüne benziyor. Bu durumu kabul edip, bunun arkasına sığınılırsa geçmiş olsun. Rahmetli Vedat Okyar’ın “Sen Beşiktaş’san hakemi de yeneceksin” sözüyle durumu çok güzel anlattığı gibi, sen Beşiktaş’san kapanan takımları yenmeyi de bileceksin!

'Erkekliğin onda 9'u...'

Burak Yılmaz, geçen gece kaza yapıp polis ekiplerini beklemeden olay yerinden ayrılmış. Görgü tanığı olmasa hiç haber dahi olmayacaktı. Aracını terk ettiği için sadece 206 TL ceza ödeyecekmiş. Bir insan maddi boyutlu kaza yaptıktan sonra neden olay yerinden apar topar uzaklaşır? Kamuoyunda dönen onca alkol muhabbetine rağmen niye açıklamasında alkole dair tek kelime etmez? Bu tür bir durumda ifade vermesi gerektiğini bilmediği için karakola gitmediğini söylemiş. Sahada takla atınca hakeme koşan adam, trafikte takla atınca polisi beklemek yerine olay yerini terk etmiş. Bizi mi aptal yerine koyuyor, kendini mi anlamadım... İngiltere’de Rooney’e sadece alkollü araç kullandığı için 2 yıl araç kullanma yasağı ve 100 saatlik ücretsiz kamu hizmeti cezası verildi. Bizim adam gibi adam futbolcu da kaza yerinde olmadığı için alkol testine girmedi ve sadece 206 TL ceza aldı. “Erkekliğin onda 9’u kaçmaktır’ derler ya, doğruymuş!

13 Aralık 2017, Çarşamba 06:00
YAZININ DEVAMI

‘’‘Beşiktaşım geliyor, kaldır elleri...'‘’

Beşiktaş için kontrol, topa hakim olmak demek. Topa hakim olarak aslında sahaya ve rakibe de hakim oluyorsunuz, adeta rüzgarın hızını ve yönünü siz belirliyorsunuz. Bunu yapmak bir çark sistemini kurmak anlamına geliyor aslında. Bu çark sisteminde dişlilerin her birinin hem özel hem de genel bir görevi oluyor ve farklı yerlerdeki dişliler birbirini etkiliyor; hatta belirliyor. Salı akşamı ilk yarı Quaresma-Babel-Talisca düzeninin işlememesinde Tolgay’ın üzerine kurulan baskının belirleyiciliği ne kadar fazlaysa, Tosic’in top kayıpları, dönen toplarda yetersiz kalışı ve yükü Pepe’ye bindirmesi de o kadar belirleyici oldu. İlk yarının en iyisi Pepe ise, Beşiktaş bunun üzerine düşünmeli.

Porto teknik direktörü Sergio Conceiçao, zaten işleyen çark sisteminde ufak tefek sorunlar yaşayan Beşiktaş’ın ikinci bölgede oyun kurmasına izin vermeyince, Tolgay ile Atiba hem birbirlerine daha da yaklaşıp hem de takımı ikinci bölgenin hemen gerisine çekince ikinci toplar Porto’ya döndü. Tamam, Porto da üstünlük kuramadı, hatta doğru dürüst bir atağı bile olmadı ama golü var; hem de çalışılmış bir duran top organizasyonundan. Cenk’in bu gole cevabı ise, bireysel hırsının ve çabasının ürünü olsa da Beşiktaş’ın ulaştığı seviyenin bir diğer göstergesi oldu.

Mest eden dakikalar

Medel’in oyuna girmesiyle Pepe rahatlayınca, dişlilerin arasına sıkışan çivi de atılmış oldu ve çark yine işlemeye başladı ama daha da yenilenmiş bir şekilde. 45-60 arası oyun; Porto, Napoli, Sevilla, Tottenham gibi Beşiktaş segmentindeki diğer takımların da ders alacağı nitelikte bir oyundu. Beşiktaş burada gol bulamadı ama Porto’ya da top göstermedi. Bu oyun Güneş’in Conceiçao’ya cevabı niteliğindeydi. Sonrasında her iki takım da maça ikna olmuştu zaten.

Çok güzel oldu... Çok iyi oldu. Beşiktaş, 1 maç kala Şampiyonlar Ligi’nde gruptan çıkmayı garantiledi... Hem de lider olarak. Takımlarımız Şampiyonlar Ligi gruplarından daha önce de çıkmıştır ve bundan sonra da çıkacaktır elbet ama lider olarak çıkmak (ve şu ana kadar yenilmemek) bundan sonrası için Şampiyonlar Ligi’nde oynayacak takımlara başka ilhamlar vermeli. Beşiktaş için bir ilkti gruptan çıkmak; lider çıkması ona sadece ilham değil güç de verecektir. Söylenenler doğru; “Beşiktaş’ım geliyor, kaldır elleri”... *Hayko Cepkin’in bestelediği Beşiktaş Marşı.

GURURLAN!

10 yıl 15 gün önce Liverpool’a 8-0 yenilen Beşiktaş, sürekli gol yiyen takımına sırtını dönmeyen, destek olan deplasmandaki bir avuç Beşiktaş taraftarı...
11 ay 15 gün önce D. Kiev’e 6-0 yenilerek Şampiyonlar Ligi’ne veda eden Beşiktaş, o soğukta uyumak varken sabaha karşı takımı karşılayan Beşiktaş taraftarı...
Kendisi asgari ücretle çalışırken ve günlerce karalar bağlayacakken, milyon Euro’lar alan futbolculara “milyonluk eşekler” demek yerine destek olan, “Üzülmeyin! Başınızı kaldırın, dimdik durun” diyen büyük Beşiktaş taraftarı! Bu başarıdaki en büyük pay onların! Bu takımdan umutlarını asla kesmedikleri için, sadece iyi gün değil kötü gün dostu da oldukları için, her düştüğünde takımı ayağa kaldırdıkları için her şeyin en iyisine, en güzeline layıklar...

23 Kasım 2017, Perşembe 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Her şeyi devletten beklememek lazım‘’

Bazı şeyler için “Bir kere dillendirildi mi arkası gelir” anlayışı hakimdir. Çoğu zaman da bu böyledir gerçekten. Türkiye’de siyasetin yakın ilişki içinde olmadığı neredeyse hiçbir alan kalmamışken -ki buna futbol da dahildir- bu ilişkinin derinleştirilmesinin arzulanmasının sebebi başka ne olabilir?

TFF ve kurullarının içler acısı haline nasıl çözüm bulunacağı üzerine gerçekten kafa yoranlar kadar, laf olsun diye konuşup yazanların da sayısı azımsanmayacak kadar çok memleket futbolunda. Yıllardır aşağıladıkları ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazansa dahi beğenmeyecekleri Şenol Güneş’i Milli Takım’ın başına getirmeye çalışan futbol ulemasının yanı sıra soruna kendince kökten çözüm bulduğunu sananlar da yok değil.

TFF’nin delege yapısıyla ilgili eleştirilerinin hepsine katıldığım Rüştü Reçber, ‘Sporda Devlet Politikası’nı çok yanlış anlamış ve TFF Başkanı’nın atamayla geleceği -sanki şimdiye kadar gelenler bir nevi atanmamış- başkanlık şeklini, yani TFF’nin doğrudan devlete bağlanmasını önermiş.

Çelişkiler yumağı

Devrim olarak anlatılan bu düşüncenin önünde zaten oldukça önemli bir engel var: FIFA ve UEFA. Devletin futbolu düzenlemeye başlaması, UEFA’dan çıkmak anlamına gelir. Ki kendisine göre bu engel, hiç önemli değil. “TFF Başkanı’nı Cumhurbaşkanı veya Gençlik ve Spor Bakanı atayacak. Böylece kimsenin etkisinde kalmadan kurulları oluşturacak. Başarılı olursa kalacak, başarısız olursa gidecek” diyen Reçber’in temel aldığı düşünsel zemin başlı başına çelişkiler yumağı ne yazık ki.

Bir siyasi parti genel başkanı olan Cumhurbaşkanı, birini atayacak ya da onun atadığı Gençlik ve Spor Bakanı birini atayacak ve bu atanmış kişi, hiç kimsenin etkisi altında kalmayacak. Böyle bir şey mümkün mü? Bunun bu şekilde olamayacağını söylemek için müneccim olmak gerekmiyor maalesef.

Çünkü siyasetin kendi kurallarıyla, futbolun kuralları arasında kurulacak bir angajman, siyasetin kurallarının üstün gelmesiyle sonuçlanır. Devletin spor politikasının olması son derece önemlidir lakin bunu spor kültürünü oluşturmakla sınırlandırması ve fiilen sporun idaresine kalkışmaması kaydıyla kabul etmek mümkündür. Devlet, Türkiye’nin spor birikimini yok sayarak böylesi bir yeniden inşa etme sürecine girerse, bundan ilk zarar görecek olan da kendisidir.

Devletin görevi başka

TFF’nin şu anki yapısının sıkıntılarından devlet eliyle kurtulunacağı varsayımı; hedeflenen futbol aklının tamamen futbol dışı unsurlarla oluşturulması anlamına gelir ve sorunu daha da derinleştirir. “Sporu seven ve destekleyen devlet büyüklerimiz” olması bir artı olamayacağı gibi yarın için de güvence vermez.

Siz kendi evinizin bütçesini, sırf bu bütçe kötü yönetiliyor diye aile büyüklerinizin kontrolüne vermeyi kabul ediyorsanız bu sizin bileceğiniz bir iştir lakin Türkiye’nin kendi sporunu yönetecek bir spor birikimi vardır. İlk başta gaz satıcısı, armatör, inşaatçı, işletmeci, tekstilci gibi tamamen futbol dışı kişilerin yönetimindeki TFF’nin şu anki delege yapısıyla ilgili kesin ve nihai çözüm üretilmelidir. Yöneticilerin ‘her şeyi ben bilirim’ anlayışından kurtulması ve futboldan nemalanamayacakları bir sistemin oluşturulması halinde ona yönelik bir örgütlenme modeli de kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Devletten beklentilerimiz de var tabi, olmaz mı?

Spor kültürünün oluşturulması tamamen bir devlet politikası olarak ele alınması gereken bir konudur. Devlet, bilimin söylediği şekliyle mümkün olan en küçük yaşlarda okullarda spor dersleri koymalı, mevcutları da artırmalıdır. Kentleşmenin ve ticaretin yoğunlaştığı bir dönemde mahalle kültürünün gerilemeye başlaması, sporu daha profesyonel olarak ele almayı gerektirmektedir. Spor akademileri geliştirilmeli, üniversitelerde spor yöneticiliği bölümleri açılmalı ve lisansüstü düzeyde ele alınmalıdır. Spor akademilerinden mezun olanların, sporla ilgili yeterli iş alanlarının olmaması nedeniyle kendi mesleklerini yapamadıkları bir memlekette, devletin spora yapacağı en büyük katkı bu sorunları çözmek olur, TFF yönetimini belirlemek değil!

17 Kasım 2017, Cuma 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’'Haydi Kara Kartallar, hücum edin Kara Kartallar'‘’

Tamam, her şey güzel. Şenol Güneş, Monaco karşısında büyük bir kesimi ters köşe yapıp Talisca’sız başladı. Belli ki orta sahanın daha geniş bir alana yayılmasını istemiş. Monaco’nun kontratak oynama ihtimalini, orta sahayı geniş ama birbirine yakın tutarak kesmeyi düşünmüş. Oğuzhan’ın yaratıcılığı ve hızıyla da “topu ileri taşırım” demiş. 6. dakikadaki (gol olmayan) paslaşmayı maç diye tekrar tekrar izleyenler vardır eminim. Güzeldi. Hem de çok... Adriano, topu kaptırmasına rağmen oyunun her anında vardı. O yüzden de kendisine değil kızmak, sitem etmek bile imkansızdı. Monaco’nun golü, Beşiktaş’ın planının işe yaramadığını değil, konsantrasyon yüklemesinin yoğunluğunu gösteriyor. Bu planı bozan ise sakatlıklar oldu aslında; zorunlu değişiklikler olmasa Talisca’nın daha erken gireceği ve Negredo’nun tercih edileceği bir ikinci yarı izleyebilirdik. İkinci yarının bazı bölümlerinde bu iki futbolcuyu da aradı Beşiktaş.

Monaco, belli ki bu maçı nihai bir son görmemiş. Oyun bir ara sürekli bir şekilde aktı. Bir o kalede, bir bu kalede oynanan oyunda yaşanan birkaç sahne, Beşiktaş’ın sonraki oyunlar için alması gereken dersleri de barındırıyordu. Beşiktaş’ın kalesinde Fabri’nin ellerinde sonlanan pozisyonlarda Fabri o kadar acele oynadı ki, Beşiktaş doğal olarak kontratak oyununa döner gibi oldu. Lakin kontratak oyunu da belli bir ezberi gerektiriyor ve belli ki Beşiktaş bu ezberden uzaklaşmış.

Benim anlamadığım maçın bazı bölümlerinde seyir zevkini artıran pas trafiğinin, yani yardımlaşma arzusunun final tercihlerinde aynı coşkuyla uygulanmayışı. Quaresma ve Babel bu konuda biraz aceleci davrandılar. Hele Quaresma gibi oyuncular geometri çözen öğrenci gibidir; başardıkça keyiflenir. Quaresma da başaramadığı ya da tatmin olmadığı her hamlede sinirlendi ve bu siniri tekmelerine yansıdı ki; kırmızı kart görmediyse çok şanslı.

Kendini kabul ettiren Beşiktaş!

Beşiktaş Şampiyonlar Ligi’nde gerçekten önemli bir başarıya imza atıyor. Skorlardan bağımsız olarak rakibine kendini kabul ettirmesi bile Beşiktaş’ın emeklerinin karşılığını alması ve geleneksel Beşiktaş hırsını göstermesi açısından son derece önemli.

Mehmet Galin “Haydi Kara Kartallar, hücum edin Kara Kartallar” ve Vedat Okyar “Beşiktaş, Beşiktaş gibi oynarsa” dediğinde skordan çok Beşiktaş’ın kendini, varlığıyla kabul ettirmesini anlatıyorlardı yüksek ihtimalle. Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi seviyesinde gruplardan sonra karşılaşacağı yeni atmosferde, stres düzeyi yüksek maçlarda ne yapacağını bilen Pepe, Adriano ve Quaresma dışında elindeki en büyük silahı bu olacaktır.

Bu arada kıymetli varlıklarıyla halkın stadı Şeref Bey’i onurlandıran, Beşiktaş’ın sergilediği güzel oyunu ve bu oyunu şenlendiren Beşiktaş taraftarını alkışlayan kadirşinas UEFA heyetine, Beşiktaş’ın dünyaya açılma projesinde desteklerini esirgemeyen yabancı basın mensuplarına teşekkürü bir borç biliriz. Bu onurun gerçek sahibi halkın takımı Beşiktaş’ın, halkın stadı Şeref Bey’de yaşattığı güzel gece için de ayrıca teşekkür etmek lazım. İyi ki varlar!

03 Kasım 2017, Cuma 02:30
YAZININ DEVAMI