Arama

Popüler aramalar

‘’Aziz Yıldırım'a açık mektup‘’

Sayın Aziz YILDIRIM, Öncelikles size atfedilen bütün suçlamalardan aklanmanızı ve bir an önce özgürlüğünüze ve sağlığınıza kavuşmanızı temenni ediyorum. Sayın Yıldırım... Göndermiş olduğunuz
mektubunuzu üzüntüyle okudum. Çünkü, bundan daha bir kaç hafta önce Türkiye’nin en kudretli insanlarından birinin içine düştüğü çaresiz durum içimi acıttı. Size bu açık mektup yerine şahsa özel bir mektup yazmayı tercih ederdim. Tıpkı sizin yaptığınız gibi. Ancak iki çekincem vardı: Birincisi, cezaevine
göndereceğim mektubun elinize ulaşıp ulaşmayacağından emin olamadım. İkincisi ise, size yönelik ifadelerim kamuya açık bir alanda yayınlandığı için cevabınızı ve benim cevabımı da kamuyla paylaşma gereği duydum.

Affola. Bülent Tulun’un, Başkan Adnan Polat’a yazdığı tahditvari mektup üzerine kaleme aldığım yazıya Galatasaray yerine yazının bir bölümünde adı geçtiği için sizin duyarlılık göstermeniz kaderin garip bir cilvesi olsa gerek. Zira, bundan önce size yönelik yazdığım bir çok yazıya da siz ve camianız yerine Galatasaraylılar tepki göstermiş ve beni ‘Aziz Yıldırım’ın uşağı!’ ilan etmişlerdi. Neyse, Türkiye’de her an her şey olabilir, diyelim ve geçelim. Mektubunuzda, söz konusu yazımdaki, “Böyle bir mektubu kaleme
alan bir Galatasaraylı, bunu adresine postalamadan önce Aziz Yıldırım’la vıcık vıcık ilişkilere girmiş bir gazeteciye neden servis eder?” cümlesinden duyduğunuz rahatsızlığı dile getirmişsiniz. Ve eklemişsiniz: “Eğer Sayın Tahir Kum’u söylüyorsanız, benimle hiç bir zaman böyle bir ilişki içinde olmamıştır. Bu konuyu lütfen iyice araştırın. Bu belgeyi de bana kimse ulaştırmadı.. Ben de, Aziz Yıldırım’a bu belgenin verilmesini (Böyle bir şey olmadığı için) kınayan sizi kınıyorum. Çünkü bu olayın benle yakından uzaktan bir alakası yoktur.” Sayın Yıldırım... Söylediklerinizin doğru olduğunu başka kanallardan da öğrendim. Sayın Tahir Kum da kendi sitesinde buna benzer beyanlarda bulundu. Ancak o belgenin size değil de
Şekip Mosturoğlu’na ulaştırıldığını da öğrendim. Şekip Mosturoğlu kimdir? Sizin asbaşkanınız. Sayın Mosturoğlu’nun bunu size iletmediğini söylüyorsanız, asbaşkanınız sizden habersiz işler çeviriyor
demektir. Zaten aslolan da o mektubun bir şekilde Fenerbahçe’ye ulaştırılmasıdır. Benim kınadığım da budur. Sizin adınızın geçmesinin nedeni, Fenerbahçe’de sizden habersiz kuş uçamayacağını
düşündüğüm içindir. Demek ki yanılmışım. Özür dilerim. Size tekrar sıhhat ve afiyet dilerken, sizi
02.07.2009’da yazdığım ‘Aziz Şen!’ başlıklı yazımın son paragrafıyla selamlıyorum: “Belki bu işe soyunduğu sırada böyle bir niyeti ve hedefi yoktu ama Aziz Yıldırım şu anda bir misyon şefidir. Taşıdığı
o misyon ki, yalnız Fenerbahçe’yi değil Türk futbolunu da kaçınılmaz olarak bir devrime sürüklemektedir. Elbette devrimler sancılı olur. Lakin geriye dönüş affedilmez bir hatadır. Aziz Yıldırım’ın son zamanlarda sergilediği tutum ve davranışlar ise ne yazık ki budur. Ali Şen gibi olarak Ali Şen’e karşı mücadele edemezsiniz. Etmeye kalkarsanız, kazanımlarınız bir ‘Pirus Zaferi’ olmaktan öteye geçmez. Geriye kalan
ise beyhude bir savaşın enkazıyla, tükenmeye yüz tutan umutlardır; Fenerbahçeli’nin
umutları...”

24 Ağustos 2011, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol bizim neyimize!‘’

Futbolun estetiğini, güzelliklerini, coşkusunu bir kez daha nasıl tesis edebileceğimizin, yeniden nasıl keyif alabileceğimizin yollarını arıyoruz. Futbolsuz geçen günlerin acısını kan hücrelerimize kadar hissediyoruz. ..Ve bu ahval ve şerait içerisinde bir milli maç imdadımıza yetişiyor. Daha doğrusu biz yetiştiğini düşünüyoruz. Ama ne gam! Yine o bildik kısır çekişmeler, ezeli rekabet adı altında yine milli maça yansıtılan çirkinlikler...
Türk futbolunun iki lokomotifi kol kola sahaya çıkmış Ay-Yıldızlı forma için ter dökmeye çalışıyor. Ama tribünler öyle mi? A Milli Futbol Takımı’nın kaptanına ve diğer Fenerbahçeli futbolculara yapılan protestolar ayıptan da öte... Konuk takım tribünlerini dolduran bir avuç Estonyalı kadar olamıyoruz. Arda için açtıkları pankartla bizimkilere tokat gibi cevap veriyorlar.

Lakin anlayan kim? Hazırlık maçlarına ezelden beri ilgi göstermeyen seyircinin Türk Telekom’u doldurması zaten beklenmiyordu. Ancak bu olanlardan sonra keşke gelenler de gelmeseydi! Boş kalan tribünler bile futbola susamış sahadaki futbolcular ile gerçek futbol seyircisinin iştahını bu kadar kaçırmazdı. Belli ki Türkiye’de gerçek futbolun inşası için uzun yıllar bekleyeceğiz.

Oynanan oyuna gelince... Birbirinden kopuk hatlar, Estonya gibi zayıf rakibe verilen onca pozisyon tehlike işaretleri. Ancak bir iki yıldızın bile silkinişi böyle rakiplere yetebiliyor. Daha güçlülere yeter mi? Yetmeyeceği geçmiş tecrübelerle sabit. Takım, oyun ve taktik disiplini tam anlamıyla yerleştirmeliyiz.

11 Ağustos 2011, Perşembe 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray'daki iç savaştır‘’

Bülent Tulun’un Adnan Polat’a hitaben yazdığı mektup bir kez daha ortaya çıkardı ki, Galatasaray’daki liseli-alaylı çatışması geri dönülmez boyutlara ulaşmıştır. Bu olaya salt Adnan Polat-Bülent Tulun kavgası olarak bakılmamalıdır. Bu bir iç savaştır. Ve giderek yayılmaktadır. Mektup, bu kirli savaşta ne tür metotlara başvurulabileceği konusunda da hepimizi fikir sahibi yapmıştır. Tulun’un yöntemi, camianın bir kısmına hakim olan şantaj kültürünün, entrikacılığın tezahüründen başka bir şey değildir. Neresinden tutarsanız tutun elinizde kalacak kadar vahim bir durumla karşı karşıyayız aslında.
Mektebi Sultani’de okumuş, kulübün önemli mevkilerinde görev yapmış birinin Galatasaray Başkanı’nı tehdit edecek, Galatasaray Başkanı’na şantaj yapacak kadar cüretkar davranmasının altında acaba ne yatmaktadır? Böyle bir mektubu kaleme alan bir Galatasaraylı, bunu adresine postalamadan önce Aziz Yıldırım’la vıcık vıcık ilişkilere girmiş bir gazeteciye neden servis eder? Hangi akla hizmetle böyle bir eyleme kalkar? O mektubu bu zamana kadar ne amaçla saklar? Bu tıynette birinin hala Galatasaray Başkanı’nın sağ kolu olarak görevde kalmasının sırrı nedir acaba? Liseli olması mı? Başkanın liseli olması mı? Bunu bir liseli değil de, örneğin Adnan Sezgin yapsaydı camianın bir kesimi yine de böylesine tepkisiz karşılar mıydı? Sessiz kalır mıydı? Sanmıyorum.
Ayrıca şunu da sorgulamadan geçemiyorum. Şayet Galatasaray, Denizlispor’a teşvik primi gönderdiyse bunun sorumlusu sadece Adnan Polat mıdır? Galatasaray’da başkanlık sistemi olduğunu cümle alem bilmiyor mu? Bu durumda olan bitende dönemin başkanı liseli Özhan Canaydın’ın da sorumluluğu yok mudur? Adnan Polat, Özhan Bey’den habersiz kasadan bir küsur milyon dolar çıkarabilir mi? Galatasaray’da böyle bir şey mümkün mü? Başkandan habersiz, özellikle akçalı konularda kuş uçabilir mi? O halde söz konusu paranın hesabı neden sadece Adnan Polat’a soruluyor? Lisesiz olmasından mı!
Şu bir gerçek ki, Galatasaray’da her iki kesim arasında uzlaşmaz çelişkiler, zıtlıklar ve düşmanlıklar olanca hızıyla sürüyor. Bülent Tulun’un mektubunu bu yönüyle okumakta fayda var. Ben, eline geçen bir belgeyi gazetesinde yayınlamak yerine Aziz Yıldırım’a ulaştıran sözde gazeteciyi ayıplıyorum, lanetliyorum. Böyle bir gazeteciyle bırakın aynı meslekte olmayı, aynı havayı teneffüs etmek bile bana zül verir. Söz konusu şahıs hakkında meslek örgütümüz TSYD’yi göreve çağırıyorum. Ve aynı hissiyatı Galatasaray camiasının da göstermesini arzu ediyorum. Bülent Tulun’un bu davranışı utanç vericidir. O da ayıplanmalıdır. Kim camiayı küçük düşürecek hareketlerde bulunursa bileti derhal kesilmelidir. Liseli, lisesiz demeden...

08 Ağustos 2011, Pazartesi 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Terim alerjisi‘’

İnsan insanın kurdudur misali, Galatasaraylı Galatasaraylı’nın kurdu olmak için her daim hazır ve nazır bekliyor. Bir virüs var sanki bünyede. Yeri ve zamanı geldiğinde aktive oluyor. Genellikle işler yolunda gittiği zaman ortaya çıkıyor. Dokuyu enfekte ediyor. Camiayı güçsüz düşürüyor. Müdahalede gecikildiği takdirde ayağa kalkmak için uzun yıllara ihtiyaç duyuluyor. İşte görüyorsunuz, UEFA Kupası kazanıldıktan sonra yaşananların ardından Galatasaray hâlâkendine gelebilmiş değil.

O zaman da hedeftekilerden biri Fatih Terim’di, şimdi de öyle. Artık gün gibi aşikâr olan bir gerçek var ki, o da Galatasaray içinde Fatih Terim’e alerjisi olan bir zümrenin varlığıdır. Genellikle ‘monşer’ diye tabir edilen bu kliğe göre Fatih Terim Galatasaray’ın ‘avam’ yüzünü temsil ediyor. Ne kadar başarılı olursa olsun Terim Galatasaray’a yakıştırılmıyor. Tavırları, jestleri, mimikleri, sözleri kabul görmüyor. Kendisine hep tepeden bakılıyor. Galatasaray adının Terim’le anılması bunlarda rahatsızlık yaratıyor.’Şehir kırosu’ jargonu hâlâ belleklerinde güçlü bir etkiye sahip. Bundan bir türlü kurtulamıyorlar. Fatih Terim’in de değişebileceği, dönüşebileceği, kendini geliştirebileceği gerçeğiyle yüzleşmek, onlarda ‘ölüm korkusu’ gibi bir semptoma neden oluyor. Terim’in başarılı olabileceği ihtimali bile dayanılmaz bir acı vermeye yetiyor bu kesime. Bundan dolayıdır, fırsatını ilk bulduklarında Terim’e çakmaları. Ellerinde değil! Adeta refleks olmuş!

Aslında hedeflerinde sadece Terim yok. Fatih Terim gibi ‘avam’ gördükleri tüm Galatasaraylıları camiadan silip atmak istiyorlar. Irkçı, kafatasçı bir zihniyete sahipler. Galatasaray’ın büyümesinden, dünyaya açılmasından rahatsızlık duyuyorlar. “Küçük olsun, benim olsun” prensibiyle hareket ediyorlar. Amaçları doğrultusunda oyunlarını sinsice oynamaktan çekinmiyorlar. Örgütlüler, dinamikler. Medyada edindikleri yandaş kalemlerle olayları büyük bir ustalıkla maniple edebiliyorlar. Camia içinde verdikleri iktidar mücadelesinde her yolu mubah sayan bu ilkel ve çarpık zihniyettir Galatasaray’ın önündeki en büyük engel. Eğer Galatasaray dünya üzerindeki etkisine, hacmine ve kapsama alanına göre hareket etmek istiyorsa önce bu engeli aşmak zorundadır. Aksi takdirde, kaderi, kendi içine çöküp bir kara deliğe dönüşen yıldızlardan farklı olmayacaktır.

01 Ağustos 2011, Pazartesi 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Zalad'ın ahı mı tuttu!‘’

Kabul, provokatif bir başlık attım. ..Ve bunu bilerek yaptım. Çünkü ülkemizde ekmek peşinde koşan bir yabancı kaleciye ve onun üzerinden Galatasaray’a atılan şike çamuruna bir kez daha dikkatinizi çekmek istedim. Zira tam zamanıdır! Ortada hiç bir somut belge, bilgi, bulgu, döküman, itiraf yokken bir insanın onuruyla, haysiyetiyle, meslek yaşamıyla nasıl oynanabildiğinin, ülkemizin en önde gelen camialarından Galatasaray’ın 18 yıl boyunca nasıl şaibe altında bırakıldığının çok çarpıcı bir örneğidir Zalad olayı. Kişilere ve kurumlara yapılan mesnetsiz suçlamaların, atılan iftiraların vebali hep boynumuza kaldı. İşin aslını araştırmaktansa yıllar boyu kolaya kaçtık. Hemen yaftaladık. ‘Para şike, işte Cim Bom işte’ tezahüratlarıyla koca camiayı rencide ettik. Her platformda iddiaları şiddetle reddetmesine rağmen, Zalad’ı darağacına çekiverdik. Hiç söz hakkı tanımadık. Kendini savunmasına bile fırsat vermedik. O hep gözümüzde ‘şikeci Zalad’ oldu. Galatasaray’ın şampiyonluğu da şaibeli...

Üstelik Galatasaray’dan 5 gol yiyen (8 değil, ikinci yarı oyunda yoktu.) o Zalad’ın aynı sezon Beşiktaş’tan İnönü’de 4, Ankara’da 6, küme düşmekten son anda kurtulan Karşıyaka’dan da yine kendi evinde 5 gol yediğini; ayrıca 59 golle ligin en çok gol yiyen takımının Ankaragücü olduğunu bile bile bu ısrarımızı, ön yargımızı sürdürdük. Galatasaray’a averajla şampiyonluğu kaptıran Beşiktaş’ın o zamanki yöneticisi İhsan Kalkavan’ın son hafta maçlarının öncesinde “Elimde çantamla Ankara’ya karargah kurmaya gidiyorum” sözlerini de balık hafızalı olduğumuz için hiç bir zaman hatırlamadık! ‘Çamur at izi kalsın’ politikamızdan asla vazgeçmedik.

Ancak ne var ki biz eski alışkanlıklarımızı kolay kolay terk edemesek de, akıp giden zaman her şeyi tersine döndürebiliyor. Çeyrek asra yakın bir zamandır Galatasaray’ı şikeyle suçlayanlar, şimdi aynı suçlamayla karşı karşıya. Üstelik bu kez tevatür de değil. Ortada polisin aylardır yapmış olduğu teknik bir takip ve itiraf var. Türkiye’nin asırlık çınarları vahim iddialar ve küme düşme tehlikesi ile karşı karşıya. Ama ben, hüküm giyene kadar suçlananların masum olduğuna inanmaya devam edeceğim. Tüm Galatasaraylılar da bunu yapmalıdır. Bugün olanlar, Zalad hadisesiyle nitelik bakımından pek fazla birbirine benzemese de, zamanın bize verdiği ders gayet açıktır: Hiç kimseyi elinde somut delil olmadan suçlamayacaksın. İftira atmayacaksın. Masumiyet karinesi gün gelir hepimize lazım olur. Suçlu olsak da olmasak da...

Özür ve Düzeltme / 16.07.2011

Dünkü ‘Zalad’ın ahı mı tuttu!’ başlıklı yazımda Zalad’ın 1992/1993 sezonunda Beşiktaş’tan İnönü’de 4, Ankara’da 6, Karşıyaka’dan da kendi evinde 5 gol yediğini ifade etmiştim. Söz konusu maçlarda Ankaragücü’nün kalesinde Zalad değil, Arif Peçenek olduğunu belirtir ve bu maddi hata için özür dilerim. Ancak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Bu ifadeler yazının ana fikrini oluşturmuyor. Anlatmak istediğim gayet basit aslında. Suçu ispat edilene kadar herkes masumdur. Geçmişte Zalad ve Galatasaray, Beşiktaş ile Fenerbahçe camialarının ve yazarlarının açtığı haksız kampanya ile kamu vicdanında mahkum edilmişti; ortada hiç bir somut delil yokken. Bugün de söz konusu iki kulübümüz hüküm giymeden aynı şekilde kamu vicdanında mahkum edilmek isteniyor. Bir vatandaşlık hakkı olan ‘masumiyet karinesi’ gözetilmeden...

Hamit Turhan

15 Temmuz 2011, Cuma 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’İflah olmaz bir güreş düşmanıyım!‘’

Gazetecilik mesleği genellikle gıptayla bakılan bir meslektir. Zevklidir, hareketlidir, tempoludur, heyecanlıdır. Gazetecinin günü gününe, anı anına uymaz. Yakalanan güzel bir haberin, yazılan etkili bir yazının hazzı hiçbir şeye değişilmez. Onun içindir ki, bu meslekte emeklilik diye bir şey yoktur. Gazeteci ancak ölünce emekli olur! Yani bir sevdadır, tutkudur gazetecilik.

Lakin bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Gazeteci yalnızdır. Gazetecinin dostu yoktur. Gazeteci ip cambazı gibidir. Hata kabul etmez. Streslidir, yıpratıcıdır. O nedenle gazeteciler genellikle hayattan erken emekli olurlar! Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamamak bu mesleğin doğasında vardır. Esasında, birilerine yaranmaya çalışana da gazeteci denmez ya; o ayrı bir konu. Çoğunlukla fincancı katırlarını ürküttüğümüz için kolaylıkla ‘düşman’ edinebiliriz ve ‘düşman’ ilan edilebiliriz. Tıpkı benim uzunca bir süredir güreşin düşmanı ilan edilmem gibi. Bu ülkede düzenli olarak güreş yazıları yazan, güreş şampiyonalarına giden çok az sayıdaki gazeteciden biri olarak güreşten sıdkımın sıyrılması bundandır. Son olarak Hamza Yerlikaya’nın, Ankara’daki Yaşar Doğu Spor Salonu’nda asılı posterinin indirilmesini haber yaptığım için aynı paranoya bir kez daha hortladı. Kimlerin bu terbiyesizliği yaptığı araştırılıp cezası kesileceği yere benim güreşin birliğine ve bütünlüğüne çomak sokmak istediğim (!) vehmine kapılmış sayın yetkililer. Sonra bir de bakmışlar ki, Ankara Büyükşehir Belediyesi o posterleri indirmişmiş! Tabii haber çıkınca kayıp poster aniden bulunup asılıvermişti! Olay bununla kalmadı elbette. Güreşin çiçeği burnunda başkanı Bekir Çeker, böyle basit şeylerle camianın meşgul edilmemesini buyurmuş ve bana da gazetecilik dersi vermiş! “Diğer 28 şampiyonun posteri neden yok” diye sormamışız! Şimdi bunu sormak mı gerekiyor? O zaten ayrı bir ayıp. Ama ayıp üstüne ayıp yapılınca ve biz de bunu gündeme getirince bir anda mikser oluveriyoruz. Ama dedim ya, bu mesleğin doğasında var böyle şeyler. Artık kanıksadım. Ben işimi düzgün yapmaya çalışıyorum. Türk sporunun selameti için başkalarının da işini düzgün yapması için de çalışmaya, yazmaya devam edeceğim. Ne de olsa düşmanlığın sınırı yoktur!

10 Haziran 2011, Cuma 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Ünal Aysal milattır‘’

Galatasaray tarihinde çeşitli dönüm noktaları vardır. Her biri kendi devinimi sonucunda kulübü dünya prömiyerine taşımıştır. Yerelden evrensele geçişte birer devrim niteliği taşıyan bu atılımların başında Derwall’in Türkiye’ye getirilmesi gelir. Alman Hoca, Galatasaray’a içinde çağdaş futbol anlayışını da barındıran yepyeni bir vizyon kazandırmış ve bir bakıma 2000 ruhunun temellerini de atmıştır.
Galatasaray’daki ikinci ve en önemli milat ise Faruk Süren ve Fatih Terim önderliğinde kazanılan UEFA Kupası’dır. Bu büyük başarı Galatasaray’ı dünya sahnesine taşımakla kalmamış, kulübü geri dönüşü olmayan bir kulvara sokmuştur. Aynı zamanda diğer Türk takımları için de başarı çıtasını yükseltmiş ve onları hedeflerini büyütmeye zorlamıştır. Fenerbahçe’nin bugün geldiği noktada hiç kuşkunuz olmasın Galatasaray’ın UEFA Kupası zaferinin önemli bir payı vardır.
Sarı-Kırmızılı kulüp açısından üçüncü milat olarak Seyrantepe Stadı’nın açılmasını gösterebiliriz. Ancak stadın tarihsel süreçte bir eşik olarak yerini alabilmesi doğru bir organizasyon ile mümkün olabilir. Dünyanın en modern stadına sahip olmak yetmez. O stadın işlevsel hale gelebilmesi için olmazsa olmaz koşul, çağdaş bir kulüp yapılanmasıdır. Bu gerçekleştirilemezse stat bir beton yığınından öteye geçmez.
İşte bu noktada yeni Galatasaray yönetiminin yapısı, yönetim anlayışı, tarzı, vizyonu ve ufku önem kazanıyor. 14 Mayıs’ta Galatasaray’ın 34. Başkanı olan Ünal Aysal’ın o günden bugüne dek çizdiği başkanlık profili, söylemleri, ortaya koyduğu hedefleri, kendine güveni ve kulübün tüm dinamiklerini harekete geçirerek oluşturduğu paylaşımcı modeli camiayı heyecanlandırmaya yetmiştir. Sayın Aysal başkanlık performansı açısından müthiş bir başlangıç yapmıştır. Bu parlak giriş, gelecekteki aydınlık günlerin de habercisidir. Sakinliği ve dinginliğiyle insana adeta huzur ve güven veren Ünal Aysal’ın, kafasındaki kulüp modelini ve sportif hedeflerini hayata geçirmesi halinde Galatasaray içinde bulunduğu krizden çıkmakla kalmaz, kısa zamanda Avrupa’nın ilk 10 kulübü içinde kendine yer bulur. Ünal Aysal, şu ana kadar sergilediği ‘sıra dışı başkan’ görüntüsüyle bunu başarabilecek güce sahip gözüküyor. Moral değerler bakımından dibe vuran, adeta parçalanmanın eşiğine gelen camianın beklentilerini 15 gün içinde bu derece yükseltebilmek ve birlik, beraberlik rüzgarları estirebilmek bile ileride neler yapabileceğinin göstergesidir. Böylesine iddialı konuşmak için erken olabilir ama Ünal Aysal Galatasaray için son milattır. Çünkü görünen köy kılavuz istemez.

31 Mayıs 2011, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Kocaman Alex!‘’

Amacım Aykut Hoca'nın soyadına atıfta bulanarak Alex'in büyüklüğünü ifade etmek değil. İkilinin ikinci yarıdaki korelasyonunun yol açtığı sonuca dikkat çekmek istedim sadece. Biri oynattı, diğeri oynadı. Hepsi bu.

Futbol üzerinden felsefe yapabilirsiniz. Futbolu hayata, hayatı futbola uyarlayabilirsiniz. Futbolun psikolojik, sosyolojik ve ekonomik boyutlarına da dalabilirsiniz. Futbolu dipsiz bir kuyu, sonsuz bir boşluk, ulaşılmaz bir zirve olarak da algılayabilirsiniz. Futbolu masal kahramanlarıyla, efsanelerle, bir takım ruhani terimlerle de ifade edebilirsiniz. Hatta 'Futbolistan' adında bir ütopya yaratıp içinde kaybolabilirsiniz de... Bunların hepsi mümkün. Hepsi futbolun içinde var olan dinamikler. Ama bir de yalın bir gerçek var: Futbol basit bir oyundur. Bir top, iki taş, iki oyuncu yeter futbol oynamak için. Fenerbahçe'nin bu yıl ki şampiyonluğu işte bu basit gerçeğin tezahüründen başka bir şey değildir. İlk yarıda sezonu tamamlayamayacakmış gibi görünen Sarı-Lacivertli takımın ikinci yarıda adeta yenilmez armadaya dönüşerek zafere uzanmasının altında yatan temel etken, Aykut Kocaman ile Alex arasında sağlanan korelasyonudur. Fenerbahçe'nin bocaladığı dönemlerde ikili arasında yaşanan uyumsuzluğun ikinci yarıda giderilmesidir, Fenerbahçe'yi şampiyonluğa taşıyan. Yani, futbol aklının devreye girmesi. Aykut Hoca, elinde Alex gibi bir büyük yıldız varsa ondan maksimum verimi almanın yollarını sezon başında bulmalıydı. Ama yapmadı. Devreye Aziz Bey girdi. Ardından Aykut Kocaman oynattı, Alex de oynadı. Kazanan da Fenerbahçe oldu. Tıpkı Terim'in Hagi'yi, Lucescu'nun da Sergen'i oynatma becerisini göstererek kazanmaları gibi. İşte hepsi bu. Çok basit.

Şampiyonluk Fenerbahçe'ye kutlu olsun. Trabzonspor'a ise sadece şunu söylemek gerek: Başın öne eğilmesin.

24 Mayıs 2011, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI