‘’Rakamların ötesi‘’
Haberlere, Deloitte’nin Futbol Para Ligi değerlendirmesine girmeyi başaran ilk Türk takımı olarak geçti. Diğer önemli nokta Avrupa’nın 5 önemli liginde yer almayıp ilk yirmiye giren tek takım unvanı. Ama yine de bu, yüzeysel değerlendirme olur. Zira esas kritik kısım gelirlerin yüzdesi. Hasılat yüzde 25’i oluşturuyor ki, Türkiye standartlarında çok iyi rakam. Naklen yayın yüzde 24. Esas pay ise ürün satışı ve sponsorluklardan yüzde 51 ile geliyor. Yani Fenerbahçe’nin naklen yayın gelirine bağımlılığı yok. Oysa Türkiye’de neredeyse tüm kulüplerin ayakta durmasını sağlayan kalem bu. Yani Fenerbahçe’nin tekelleşen bu düzende güce biat etmesi gerekmiyor. Futbolu siyaset ve lobinin fazlasıyla esir aldığı ülkede isyan edebilmeyi, direnebilmeyi, düzenle mücadele edebilmeyi başaracak tek kulüp. Stat gelirini de taraftar potansiyeli olarak yüzde 51’e eklersek ortaya yüzde 76’lık rakam çıkıyor. Bu platformda kendisiyle rekabet etme adayı Galatasaray ve Beşiktaş’a karşı farkı da bu noktada. Zira Fenerbahçe’nin karanlık ve futbol yönetim aklından uzak olduğu, istikrarsızlık ve kötü sonuçlarla geçen yıllarında dahi taraftarın maddi ve manevi katkısında azalma olmadı. Aksine hep ters çizgide gitti. Bu, kulübün sosyal yapısından kaynaklanan, saha içi sonuçlarla yakalanamayacak, kaba tabirle doğuştan gelen özellik. Son 7-8 yıla kadar yapılamayan, potansiyeli kullanabilmekti. Ki hâlâ işin başındalar.
Rekabette Fenerbahçe’yi zorlayacak ilk isim Galatasaray. Ama kulüplere sağlanan tesis yapma ve arsa kolaylıklarının ötesine taşıp, tamamen sırtını devlete vererek stat yaptırtan ve bunu övünülecek olay haline dönüştüren bir isim bu. Kulüplerin devlete olan vergi borcunun yüzde 70’ine sahip Galatasaray var. Yılda yüzde 4 gibi şok edici faizle, 10 yılda ödeme imkanı sunulan bir kulüp. Tıpkı hayatı boyunca tarih sektirmeden maaşının neredeyse yarısını vergiye verenle, vergi ödemeyip sonra çıkan afla zengin olanlar arasındaki ilahi (!) adaletsizlik gibi. Buna sesini çıkaramayan diğerleri de var. Son günlerde Galatasaray’ın federasyondan avans istediği haberleri var. Aralarının iyi olduğu Haluk Ulusoy federasyonu dönemindeki sessizliklerin arkasında da bu avanslar mı vardı dedirten haberler.
Fenerbahçeliler’in neyin, nasıl ve hangi koşullarda elde edildiğini anlaması için derslik bir tablo bu. Diğer kulüplerin gözünü açması için de. Türkiye koşullarını düşünürsek sadece kendi gücüyle bu kadar kısa sürede bu noktaya gelen bir kulübün devamlılık için detaylarda ne kadar dikkatli olması gerektiği de ortaya çıkıyor.
‘’Kukla ipini koparacak mı?‘’
Garip işler oluyor futbol bölgesinde. Galatasaray’ın hakemler konusundaki ağır çıkışına normalde rakip takımdan fazla ses yükselmezdi. Kayserispor dayanamadı. Önemliydi, zira futbolun selameti ve gelişmesi köleliğin bitmesinden geçiyor. Peki “sahip” kim? Basın açıklamaları gösteriyor. Ya da yıllardır adı Galatasaray ile olumlu anlamda eş koşulmuş bir hakemin, verdiği kart kararı yüzünden o kulüp ve taraftarlarınca alaşağı edilmesi girişiminden. Ya da 15 yıldır sisteme hükmeden olarak bu hata üzerinden federasyonu, MHK’yı bitirmek için ant içmelerinden.
Maç sonrası yayınlanan açıklamanın geçmişte olduğu gibi işe yarayacağı (hâlâ o ihtimal var) düşünülüyordu. Federasyonun karşılık vereceğini herkes biliyordu. Ama zaten amaç Levent Bıçakcı’ya yapıldığı gibi, medyadaki tarafsız (!) kalemleri kullanarak federasyonu devirmek değil mi? Bu alıştığımız manzarayı Kayserispor bozdu. Ardından gelecek maçtaki rakipleri Antalyaspor “bu kavgada biz harcanmayalım” dedi.
Son 12 yılda kemikleşip Türk futbolunu kontrolü altına alan, yönlendiren, şekillendiren, yavaş yavaş diğer takımları sindiren, istediği herşeyi yapmasını sağlayacak kölelik düzenini kuran bir kulübün, alıştığının dışında muamele gördüğü an gazabını kusma geleneğidir yaşananlar. Sürekli şımartılıp, her istediğini yapmasına izin verilen, her istediği alınan ama ufacık bir paylamada öfkesini patlatan küçük çocuklar gibi. Bu gücü bilen futbolcular da sahada hakeme hükmetmeye çalışır. Azarlar, çeker, dokunur, küfür eder, taça bile itiraz eder. Ama kurallar onlara karşı esnetilir. Bu yüzdendir sene başından beri defalarca aldatmaya yönelik hareketler yapan Lincoln’un sarı kart görmesine duyulan şaşkınlık. Bu yüzdendir Emre’nin Fenerbahçe’de değişmek zorunda olduğunu, artık öyle herkesin üstüne yürüyüp tekmelerle ceza kesemeyeceğini anlamasının gerektiği.
Zamanla rakipler de direnmenin işe yaramayacağını, hatta daha büyük zarar gördüklerini öğrenir ve pes eder.
Galatasaray, Türk futbol tarihinin en büyük başarısını elde etti. Bu tartışılmaz. Ama Türk futboluna yerleştirdiği kültürün verdiği maddi ve manevi hasarların bilançosu çıkarılamaz, telafi edilemez.
Aslında sorun Galatasaray’da değil. Zira çocuğu şımartan anne-babadır, çevresidir. 12 yıllık süreçte de sorun sistemi yönetenlerdi. Ve en büyük suç medyadaydı. Bunu beslediler, ses çıkarmadılar, alkışladılar, onunla yükseldiler, zenginleştiler, şöhret kazandılar, büyük adam (!) oldular. Ama 12 yılda, bir tükürüğü ve kanı dahi temizleyemediler.
‘’Tas-hamam aynı‘’
Lig aralarının tehlikeli yanı, herşeyin birkaç haftada değişeceğine inanmanızı sağlamasıdır. Mesela bu beklenti bu sefer Fenerbahçe üzerinde daha yüksekti. Oysa seçenekler belli. Guiza’nın çırpınışları ve sonuçta topa vuracak zihin ve fizik dikkatini sağlayamayışı belli. Ama takımın bireysel form durumunun yükseldiği, Deivid’in sağ kanattaki en verimli adam olduğu da belli. İkinci yarı başlarken Aragones’in az da olsa seçeneklerinin artacağı da...
Fenerbahçe’nin devre arasında ne olduğu ve olamadığı bir soru. Ama Türk futbolunda neredeyse hiçbir değişiklik olmadığı da sorun. Antalya’da kümelenen Türk futbolu, adına düzenlenen paneller, tartışmalar, gönül almalar, hazırlanan savunmalarla amacına ulaştı mı? Ne hakemlerin kulüpler ile biraraya gelişinde, ne hakemlerin basınla yaptığı toplantıda samimiyet vardı. Arada duyduğumuz cümleler ise ürkütücüydü. Antalya’daki hava yapmacık, doğallıktan uzaktı. Hep birşeyin hesabı içinde olanların yaydığı gerginlikler ve sevimsizliklerle doluydu. Futbolcu-hakem-teknik direktör-kulüp yöneticileri-medya arasındaki mesafe yine kayboldu.
Çalıştırıcı Gelişim Kongresi’nde bir tarafta fildişi kulede, lordlar kamarasında oturan asilzadeler, diğer tarafta bu tekelin kendisine asla şans tanımayacağına inandığı için bezmişler vardı. Orada bulunmayı eziyet, külfet olarak görmek durumuna düşürülenler.
Medya, federasyon ve yan kuruluşlar içinde futbolu kendi hakimiyetine alan grupçuklar ve güç odaklarının, onu tabandan uzaklaştırıp oyuncağı haline çevirenlerin merkez üssü gibiydi.
MHK medya ve kamuoyuna karşı kendisini yine zayıf düşürerek aldığı kararı yine değiştirdi. Pazartesi atamalarından vazgeçti. Türkiye Kupası’nda grupta karşılaşanlar yine birbiriyle eşleşti! Resmi yayıncı kuruluş Türk futbolunu şekillendirmekten vazgeçmediğini gösterdi. Yayın hakları, bahis, sponsor, herşeyin tek elde oluşunun ne getirdiği ve götürdüğünün yine tartışılamayacağı belli oldu.
Milli duyguları sömürerek yaptıklarını haklı kılmaya çalışan, baskı kuran, sömüren başarı modelinin diktasının devam edeceği de anlaşıldı.
Yukarıdaki sıkıntıların sadece hedefi olsa da olmasa da kulluk etmek yerine kendi işine bakan, başkaldıranların sayısı arttıkça azalacağı ispatlandı. Sağlıklı bir ikinci yarının ancak tepede fazla takım kaldığı müddetçe devam edebileceği de...
‘’Bozuk Film‘’
Özer, Gökhan Emreciksin, Mehmet Yıldız, Sercan... Sercan,Özer, Mehmet Yıldız, Gökhan... Geçen sezon Gökhan Ünal ve her sezon Mehmet Topuz.
Hazır Türk futbolcu seçeneği az, biliyoruz. Ama manşetçilerle beraber 3 İstanbullu’nun sadece 2-3 isim etrafında volta atmasını anlamıyoruz. Sivasspor-Galatasaray arasındaki Mehmet Yıldız paslaşmasının ince kurgusunu çözüyoruz da... Ligde dönemsel performansla parlayan veya artık iyice ön plana çıkanlardan başka ellerinde isim olmamasına takılıyoruz. Futbolcuların 90 dakikayı oynayabilme becerilerine, istikrarlarına, güvenilirliklerine bakmadan ortaya atlayan transfer zihniyetlerinin değişmekte zorlanmasını kabul edemiyoruz.
1. Lig’in arka planında kalan, medyanın işaret etmediği, sessiz sedasız potansiyeller veya 2. Lig’in dikkat çeken, 1. Lig için risk almaya değecekler listesi yok. Futbolcu takip mekanizması arızalı bu ülke kulüplerinin. Ama bir taraftan da haklılar: Kimi beğendirecekler? Türk futbolcusunun zayıf yönleri nesilden nesile taşınırken gelse ne olacak?
Mesela müstakbel Fenerbahçeli Gökhan Emreciksin, testi üstüne testi kırıyor. Fenerbahçe’nin çok çektiği, ülke futbolunun da baş belası cıvımış ve haddini aşmış ‘futbolcu-medya-muhabir’ ilişkisinin ağına düşüyor. Defalarca. Karşısındakinin ‘canım benim, kardeşim’ hitaplarının ilerde ne anlama geleceğini anlamıyor hâlâ.
Alex gibi bir futbolcu konusunda dahi zafere ulaşmak için gün sayan sistem için tek lokmalık olduğunu göremiyor transfer adayları. Laf açılmışken... Alex önce faullü ‘onsuz Fenerbahçe seri yakaladı’ omuz ve kalça darbeleriyle yere indiriliyor. Ardından 1,5 senelik müthiş kulis çalışmaları sonucu, Adnan Polat’ın basın toplantısında da ifade ettiği gibi ‘dokunulmazlık’ sağlanan, dokunanın pişman edildiği Lincoln üzerinden 3 aylık istatistikle nispet yapılıyor. Yutturuluyor. Son olarak ‘kayarak kasti taban’ hareketi geliyor ve Aragones’in Alex’i harcadığına herkes inandırılıyor.
Bunlara bile gerek kalmadan gitsin demiş, ‘uzman’ yorumcularımızın dolduruşuyla 2 maç seyrettiği Lincoln’u ona tercih etmiş Fenerbahçeliler varken, zor olmazdı zaten. Bu gaflete düşmeyen yönetimin hikayeyi kanlı bitirmeyeceğine inanmak saflık mı olur?
Alex bir gün gidecek. Fenerbahçe için geçiş kısa ve kolay olmayacak. Yerine ‘şunu al’ ile çözülecek kadar basit olmayacak. Transfer gereği fazlalaşacak, planlamanın derinliği ve çapı büyüyecek. Buna daha Alex’in geldiği ilk sezondan itibaren hazırlanmak gerektiği anlaşılacak. Teknik direktör ayağının, felsefe devamlılığının ne kadar kritik olduğu da. Ama şimdi mi?
Zor işler Fenerbahçe’de elindekini tutabilmek, yedirmemek, yememek, akıl oyuncularının tuzaklarına düşmemek, transfer tongalarına basmamak, sömürenlere karşı kendi futbolcu tarama sistemini geliştirmek, Alex’e sıkıca sarılabilmek, omuzuna alabilmek ve ona saygı duymak için başkalarının onayına ihtiyaç olmamak.
‘’Kuklaların Efendisi‘’
Amerika kıtasındaki soykırımla ilgili rakamsal kıyaslamalardan biri şöyledir: Amerika’daki tüm beyazlar ve siyahlar öldürülürse nüfusun yüzde 86.7’si ölmüş olur. Beyaz adam ise Amerika’da yerlilerin yüzde 95’ini katletti.
Afrika kıtasındaki sömürgeciliğin bedelini ölçmek ise imkansız. Şimdi o kıtalar kendilerini katledenlerin getirdiği din ve kültürle yaşıyor. Politikanın, siyasetin, dünyayı yönetmenin temelinde esirleştirmek, unutturmak ve hedef şaşırtmak vardır. Yani kuklalar yaratmak.
Türk futbolu Fenerbahçe dışında artık kukla. Kişilerin değil, alttaki kayalaşmış organizmanın emrinde. O yüzden şimdi de Mahmut Özgener federasyonunun altı oyuluyor. Levent Bıçakcı’da olduğu gibi. Mesela eski-yeni iş başındaki hakemler ve kurul görevlileri Haluk Ulusoy toplantısına katılıyor. Bir bakıyorsunuz, perde arkasında koltuğa gelebilmek için diğerini yıpratanlar, o diğerleriyle kahkalar atarak beraber oturuyorlar ASY protokolünde. İşin siyasetinin bu kadar içine batmış, bu kadar politize olmuş hakemlerin istemeseler bile etki altında kalmaması mümkün mü? Ama esas tehlike kanıksamak, unutmak. Herşeye değil, sadece sistemin gösterdiğine isyan etmek. Esas tehlike, gelip geçici olan kulüp yöneticilerinin kendilerini sistemi yönetene köle yapması değil. O takımı destekleyen bir avuç veya milyonlarca taraftarın bu köleliğe gıkını çıkaramıyor olmasında. Ve efendilerine boyun eğen yöneticilerinin ve medyanın gösterdiği saptırılmış hedefe, Fenerbahçe’ye takılıp kalmalarında.
Medyanın çizdiği yolu takip etmeyenin bu tekel-lobi-çete-klan-loca teşkilatta zaten geleceği olamaz. İşte bu yüzden inananlar Tanrı’ya şükretsin. Cumadan pazara yaşattıkları için. Cuma ertesi konuşulan ve atılan manşetlerin üstüne cumayı gömecek iki tane hakem odaklı maçı kamuoyunun gözüne soktuğu için. Fikir dansözleri ve kelime satıcılarının nasıl 1.5 günde evrilip devrildiğini gösterdiği için. Tüm takımların nasıl efendiye hizmet eden kuklalar haline dönüştüğünü gösterdiği için.
Hoş, 15 yıldır gösteriyor da, dedik ya artık esas güç, halk, taraftar bitiyor. Sessizleşiyor. Mesela Beşiktaş’ın kimliğini silmeye çalışanlara taraftarı isyan etmiyor. Efendinin istediklerini yapmanın kendilerini felakete sürüklediğini kimse görmüyor. Bakalım efendinin elinden ilk kim ipini koparacak ve körlüğüne son verecek. İşi zorlaştıran ise bu düzeni değiştirme hareketinin liderliğini yapması gereken medyanın, fikrini ve vicdanini çoktan efendiye tepside sunmuş olması. Liboşlaşması.
‘’Fikir dansözleri‘’
Aragones Fenerbahçe’ye alışamadı. Zico stajdan başka birşey yapamaz. Löw onu da yapamaz. Osieck Alman disiplini dışında hiçbir şey veremez. Daum bir iyi taktik verir, bir iyi antrenman yaptırır. Ortasını bulamaz. Sadece duran toptan gollerle beleş maç kazanır. Zico kötüdür, çünkü Fenerbahçe duran toptan gol bulamaz. Zico zayıftır, heyecanını belli eder. Böyle teknik adam olmaz. Aragones sakin kaldığı için ruhsuzdur. Daum 70. dakikada oyuncu değiştirir, hata yapar. Zico 60’da, 90’da değiştirir hata yapar. Daum döver, yanlıştır. Zico sever, yine yanlıştır. Löw tırnaklarını yer, ondan malzemeci bile olmaz. Burada sayılmayanlarla beraber hepsinin tek ortak noktası vardır: Aslında taktikten falan anlamazlar.
Temmuz-Ağustos’ta yeni gelen hoca kondisyon yükler. 2 ayda tüm futbolcular Hulk olur. Eylül’de iki maç kaybedilir, Fenerbahçe düzgün çalışmıyor olur.
Tekrar kazanmaya başlar, yorum gelmez. Tekrar kaybederler, film eylül ayına sarar.
Anelka şişirme, boş futbolcudur. Fenerbahçe’ye layık değildir, oynayamaz. Chelsea’de oynar. Alex küçük maçların adamıdır. Fenerbahçe son 5 yılda derbilerin hakimidir. Şampiyonlar Ligi’nde katkısı yoktur. Zico’nun da katkısı yoktur. Lugano kütüktür. Onu milli takımda bir de kaptan yapan Uruguaylılar ve Sao Paolo’lular utansın. Önder stoper değil, sağ kanat oyuncusudur. Önder dururken stoperde Yasin mi oynatılır.
Zico vatandaşlarını kollar. Hepsini ilk 11’e alır. Aragones, Güiza’yı ve Josico’yu vatandaşları diye kollar. Ayrımcılık yapar. Son Brezilyalı Deivid’i 11’e koymaz. Daum vatandaşlarını kollamaz. Çünkü kadroda Alman futbolcu yoktur. Van Hooijdonk her takımında huzursuzluk çıkarıp, hocalarıyla takışmış ve dilini tutamamıştır. Kıskanç Daum, Van Hooijdonk’u kasıtlı olarak harcamıştır. Ortega içer, Daum çeker, Güiza çapkınlık yapar, Carlos gezer-tozar, Uche ciklet çiğner, Ümit Özat kötü bakar, Tuncay saçını uzatır, Volkan saçını cilalar...
Fenerbahçe tarihindeki tüm bekler ve açıklar kazmadır.
Ortamda 2’den fazla aynı şehrin veya ülkenin insanı mevcutsa gruptur. Çetedir. Takımı böler.
Kazma ve kütük, tembel ve art niyetli, yetenekli ama zayıf, aptal, çirkin, çete dedikleri kadrolar aslında iş teknik direktör tartışmaya geldiğinde pırlanta gibidir. Dünya çapındadır. Önüne geleni ezer geçer. Bu yüzden Fenerbahçe’nin başarı için hiçbir zaman teknik direktöre ihtiyacı yoktur. İspanya’nın da, Fransa’nın da, Almanya’nın da, Brezilya’nın da.
Ama sayfalar onların hakkındaki yazılar, ekranlar ise küfürlerle doldurulur.
Kazma ve kütük, tembel ve art niyetli, yetenekli ama zayıf, aptal, çirkin çete diyenler tarafından.
‘’Yine aynı ders‘’
Bu yıl, hayat ve futbol dersi Fenerbahçe için. Ama yönetim ne kadarını alıyor, taraftar azıcık dahi alabiliyor mu emin değilim. Bireylerle başarılı olunduğuna inananlar, Fenerbahçe’nin 2 yılı arasındaki derin farkı açıklayamıyor. Zira başarıyı anlatırken dayandıkları noktalar yanlış. Bu yüzden kötü sonuçlarda herkes bir futbolcuya sarıyor.
Tek yapabileceğim, 7x24 beyin yıkamalarına karşılık tekrar tekrar yanlışı dillendirmek. Aynı cümlelerle. Başka cümle kuramam, çünkü gerçek değişmiyor.
Bu sezon hep olduğu gibi Porto maçına da iyi başlayıp, 2-3 pozisyon kaçırıp, sonra zincirleme hatalarla gol yiyen, 2. yarı çabalayıp sonuç alamayınca düşen bir Fenerbahçe var. Görev dağılımının dengesizleştiği, bazılarının fazla sorumluluk alıp tükendiği, isyan etme gücünü yitiren Fenerbahçe. Hepsi bütünlüğünü kaybeden takımın yaşayacağı sorunlardır. Hatalar artar, izleyenler “Bu muydu geçen yılki adam” der. Hatalar arttıkça özgüven, cesaret ve dışarıya verdikleri güven azalır. “Şu olsa kazanırdık” gibi diz dövme cümleleri artar. Bu, ya takım olamamanın getirdiği haldir ya da olmaya çalışırken yaşanan sürecin parçasıdır. Doğru plan ve sabırla azalacaktır. Tıpkı Fenerbahçe’nin Daum ile başladığı süreç gibi.
Şu anki durumu sadece futbolcuya bağlamayı düşünüyorsa taraftar ve yönetim, bu yazı boşunadır. 5 yıldır futbolcuların birbirlerini yükselttiğini, dengeyi yakaladıklarını anlamamışlar demektir. Teknik direktörlerin katkısı hâlâ inkar ediliyor demektir. Teknik direktör değişiminin ve düzeni bozmanın sancıları içindeler. İsimlerden bahsetmiyorum dikkat ederseniz.
Yönetimin farkına vardığını umduğum bir nokta daha var. Daum ve Zico’nun buluştukları en hayati nokta, başka işleri de idare edebilmeleriydi. İkisi de hatalarını düzeltmekte ağır kalan, şımarık, disiplin sorunları olan, takım içinde oynama sorumluluğu gelişmemiş futbolcularla uğraşacak isimlerdi. Neyle karşılaşacaklarını bilerek geldiler.
Ama Aragones, Capello, Del Bosque böyle değil. Bekledikleri standart var ve çok altında kalan futbol ülkesinde işleri zor. Yönetim bu tip teknik adamları getirme kararı alıyorsa, Daum ve Zico’nun yaptığı ekstra işleri üstlenmek zorundaydı. Yönetim-takım arasındaki mesafeyi sağlamak, takımı kendi mahrem alanında tutabilmek gibi. Şimdi disiplin sorunları ile dağılmış, pes eden, çaresiz ve taraftarla karşı karşıya bırakılan futbolcular var ellerinde.
5 yıllık birikim kolay tükenmez. Herşeye rağmen sezonu ayakta tutabilirler. Gelecek yıl için akılcı birkaç hamle ile tekrar takım olma şansları var. Yönetim ciddi emek verdi, önceki 2 teknik adama Türkiye geleneklerine ters derecede sabır gösterdiler. Ama sorunların sebebine bakışlarını düzeltmeliler. Taraftar-medya klişelerinden uzaklaşarak.
‘’Topluca yapabilmek‘’
Her şey çok basit görünüyor. Yapılan iş, taktikler belli. Tüm dünyada aynı. Fark hep sadece bireysel olarak oyunculardan kaynaklanıyor gibi görünür. “Kim gelirse gelsin o takımı şampiyon yapar” takıntısını da besleyen bunlar olsa gerek. Ya da bir ara Türkiye’nin en büyük klişelerinden olan “teknik direktör katkısı yüzde 5-10’dur” lafını da. Tek 90 dakikaysa teknik direktörlük, o oran bundan bile düşüktür aslında.
Aragones’in daha göreve başlamadan bu sorunun en derinini yaşayacağı belliydi. Yani istediklerini yaptırabilmek meselesinde. Futbolculardan verdiklerine cevap alabilmekte... Kenarda “ileri çıkın” diye hafif kızgınlıkla karışık hareketleri yapmak zorunluluğunu aza indirmekte... Topu öldürmeden, tek hamlede arkadaşına çıkarabilmekte...
Takımda en akılcı pas merkezlerinden olan Deivid ve Josico gibi topu kullanmayı bilen iki futbolcunun 11’e girmesi ciddi fark yarattı. Belki de bu, diğerlerinin şanssızlığı. Zira Aragones’in söylediklerini daha fazla yapmaya başladıkları gerçeği arka planda kaldı. Bireysel olarak oyunlarındaki farklılaşma gözden kaçırıldı. Defansın topu kullanma yükü azalırken, çok iyi beceremeseler de arada oyuna sokmak için sarfettikleri çaba farkedilmedi.
Fenerbahçe’nin Aragones gibi teknik adamlarla şansının olması için takımın bu diyaloğu kurması gerekiyor. Uyumun artması için tekrar gerekiyor. Zaman gerekiyor. Kadroda bazı oyuncuları dinlendirebilmek için alternatifler yaratmak gerekiyor. Maçın gelişimine göre doğacak sıkıntılarda sorumluluk alma duygusunun tekrar ortaya çıkması gerekiyor.
Yani bahsettiklerimiz “diğerleri geldi, Alex çıktı, direnç arttı” ile açıklanabilecek kadar yüzeysel değil.
Bu kadar basit polemik seviyesine indirirseniz, takımdaki eksikleri görüp iyileştiremez, Aragones’i anlamaz ve ona başarılı olması için gereken zamanı tanımazsınız.
Fenerbahçe henüz fazla rahatlamış değil. Ekip olarak birbirlerine alışkın olsalar da, keyif veren ve oynamak isteyen takım felsefesini devam ettirseler de, karşılarında farklı tarz ve beklentiler içinde bir teknik direktör var.