‘’Aslılar ölmesin!‘’
Çağdaş toplumların olmazsa olmaz bir kuralı vardır: Yaşama hakkı kutsaldır ve bu hakkın korunması için devlet tüm yükümlülüklerini yerine getirmek mecburiyetindedir. Aslolan insan yaşamıdır. Tüm kurallar bireylerin hayatlarının korunması, kollanması için düzenlenir. Yapılan bütün yatırımlar da insana dairdir. İnsanın, insanca yaşayabileceği, daha iyi, daha müreffeh bir hayat sürdürebileceği bir düzen tesis edilir modern toplumlarda. Ondan dolayıdır ki, risk minimumdur. Tatsız sürprizlere yer yoktur. Ola ki, bir insanın yaşamına mal olacak ihmal ya da ihmaller zinciri vuku bulur; sorumluların burnundan fitil fitil getirilir. Ondan dolayıdır ki, kimse kolay kolay ihmalkarlık yapamaz. İnsanlığın geldiği nokta budur.
Tüm bunları yeniden hatırlatma ihtiyacı duymamın nedeni Aslı Nemutlu’nun başına gelenlerdir. Olayı hepimiz biliyoruz. Erzurum’da antrenman sırasında yaşadığı bir kaza sonucu ömrünün baharında sonsuzluğa uçtu Aslı kız. Eğer bu kaza gelişmiş bir ülkede olsaydı Aslı şimdi aramızdaydı. Çünkü sporcuların başına kötü bir şey gelmesin diye bütün önlemler alınmış olurdu. Ama bizde maalesef böyle olmuyor. İhmal, bir bubi tuzağı gibi hayatımızın her köşesinde pusuya yatmış, bekliyor. Önüne bir türlü geçilemiyor. Çünkü yapanın yanına kâr kalıyor. Ölen öldüğüyle, geride kalan sevenleri de onulmaz acılarıyla baş başa kalıyor.
Bilirkişi, bilmez işi!
Asıl sözüm size Sayın Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç. Aslı’nın ölümü üzerine idari soruşturma açtınız, iki müfettiş görevlendirdiniz. Müfettişleriniz bütün ihmalleri apaçık ortaya koyan bir rapor hazırladı. 26 Haziran’da ceza kurulunuz toplandı, ama sonuç yok! Top, savcılığın soruşturmasına atıldı! Savcılık soruşturması ise sürüyor. Ağır aksak da olsa! Biliyorsunuz daha önce bir bilirkişi görevlendirildi. İlk bilirkişi Fatih Kıyıcı, sizin müfettişlerinizinki gibi bir rapor hazırladı. İhmali sergiledi, sorumluları işaret etti. Gelgelelim, savcılık bununla yetinmedi! Ya da yetersiz buldu! İkinci bir rapor istedi. İkinci bilirkişi Orcan Mızrak ise Aslı Nemutlu’yu suçlu buldu! Kendisi inkar ediyor, ama raporun 82. sayfasında Aslı’nın suçlu olduğuna işaret edilmiş. Ayrıca bu raporun ortaya çıkardığı birtakım çetrefilli ilişkiler de mide bulandıracak cinsten. Belli oluyor ki, olay bir oldu bittiye getirilmeye, suçlular da analarının ak sütü gibi aklanmaya çalışılıyor. Buna izin vermeyin Sayın Bakan.
İlişkilere bir bakın!
Hadi savcılığa müdahale etmeniz mümkün değil. Ama kendi idari soruşturmanızı süratle tamamlayıp, suçluları cezalandırabilirsiniz. Bu şekilde, savcılığın elini de güçlendirirsiniz. Başka Aslılar’ın ölmemesi için harekete geçmeniz elzemdir. Sayın Bakan!
En azından, ikinci bilirkişinin nasıl olup da pistin güvenliğinden sorumlu şirketin ortağıyla birlikte tatile çıktığını, ikinci bilirkişinin, bilirliğinin turistlere kayak hocalığı yapmaktan ibaret olduğunu, federasyondaki iki kurulda hâlâ görev yaptığını, federasyon başkanıyla çok yakın olduğunu soruşturabilirsiniz. Derinlere indikçe, belki başka şeyler de bulacaktır müfettişleriniz! Top sizde Sayın Suat Kılıç. Yükümlülüğünüzü yerine getirmenin tam zamanıdır. Aslı’nın ruhunun daha fazla ızdırap çekmemesi, anne-babasının acılarının katlanarak büyümemesi ve başka Aslılar’ı da kaybetmememiz için görevinizi yapın Sayın Bakan! Biz FANATİK olarak işin peşini bırakmayacağız, siz de bırakmayın!
‘’Ayıptır Günahtır!‘’
Ocak ayında pistte geçirdiği kaza sonucu yaşamını yitiren Aslı Nemutlu’nun ikinci bilirkişi raporunda suçlu ilan edilmesinin yankıları sürüyor. Anne Ayşe Nemutlu’nun, savcıları ziyaret ederek itibar etmemelerini istediği raporu hazırlayan bilirkişi Yrd.Doç.Dr. Orcan Mızrak’ın, pistin güvenliğinden sorumlu şirketin ortağıyla birlikte yurt dışına tatile çıktığı ortaya çıktı. İlk raporu hazırlayan Yrd. Doç. Dr. Fatih Kıyıcı’nın tespitlerinde, mekanik tesislerle kayak pistlerinin hazırlanması ve güvenlik sorumluluğunun Türkiye Kayak Federasyonu tarafından hizmet alımı yapılan Anadolu Kayak İşletmeleri ve Turizm Ticaret Ltd. şirketinde olduğu belirtilmiş ve söz konusu şirketin de Aslı’nın ölümünde ihmali olduğuna dikkat çekilmişti. Savcı tarafından atanan ikinci bilirkişi Orcan Mızrak’ın, Aslı’yı suçlu ilan eden raporun hemen ardından şirket ortaklarından Tuğrul Şam ile birlikte tatile çıkması şaşkınlık yarattı.
Karlar eridikten sonra incelemiş!
İnsana, ‘Bu kadar da olmaz’ dedirten olayın kahramanı Mızrak’ın, raporu hazırlamadan önce karın kalktığı haziran ayında pistte inceleme yapıp, Aslı’yı suçlu göstermesi ise skandalın bir başka boyutunu oluşturuyor. Mızrak’la birlikte tatilde olan Tuğrul Şam’ın, Federasyon Başkanı Özer Ayık adına şirkette ortaklık yaptığı iddiaları ise ihmalin nerelere kadar uzandığının açık bir göstergesi. Savcılığın bütün bu gelişmelerden sonra nasıl bir tavır takınacağı ise ayrı bir merak konusu.
‘’Bu terzi çok usta!‘’
Geçtiğimiz yıl Paris’te yapılan Avrupa Salon Atletizm Şampiyonası’nın hemen ardından Atletizm Federasyonu Başkanı Mehmet Terzi ve Avrupa Atletizm Birliği Yönetim Kurulu üyesi Salih Münir Yaraş ile şampiyonayı değerlendiriyorduk. Mehmet Terzi, Kemal Koyuncu (gümüş) ve Halil Akkaş (bronz) ile tarihimizde ilk kez iki madalya çıkardığımız organizasyonda elde edilen başarının tesadüfi olmadığının altını çiziyordu. Ve üstüne basa basa altyapıya yaptığı yatırımlardan bahsediyordu. Atletizmi Geliştirme Projesi’nden söz ediyor, bölgesel taramalardan dem vuruyordu. Bilimsel testlerle hangi sporcuların hangi branşa yatkın olduklarını tespit ettiklerini ve gençleri anatomik yapılarına göre yönlendirdiklerini heyecanla anlatıyordu. Bu çalışmaların Türkiye’de ilk kez yapıldığını ve gelecekte Türk atletizmini güzel günlerin beklediğini anlatıyordu. Ona göre, Paris’te elde edilen madalyalardan çok Türk atletizmi bu yönüyle gündeme gelmeliydi. Mehmet Terzi’nin o gün ne demek istediği işte bugün daha iyi anlaşılıyor. Helsinki’deki madalya patlaması, Londra Olimpiyat Oyunları’na 43 atletin kota alması ve o kota alanların büyük çoğunluğunun 23 yaş altı olması, Mehmet Terzi Federasyonu’nun altyapıya yaptığı yatırımın meyvelerinin alınmaya başlamasından başka bir şey değil.
Sakin güç: Mehmet Terzi
Hiç kuşkunuz olmasın, bu bir sonuç değil, bir başlangıçtır. Çünkü, devşirme sporcularla alt yapıdan gelen yetenekli gençleri ustaca harmanlayıp uluslararası pistlere süren Mehmet Terzi sessiz sedasız bir devrime imza atıyor. Daha düne kadar yarı final ya da final koşmayı başarı olarak addediyorken, bugün kaçan madalyalara yanıyor olmamız bile Türk atletizminin geldiği noktayı gözler önüne sermektedir. Göreve gelir gelmez Süreyya Ayhan ve destekçileri tarafından yıpratılan, daha sonra Binnaz Uslu’nun dopingiyle sarsılan, zaman zaman haksız eleştirilerin hedefi haline gelen Menmet Terzi, bütün bu badirelere karşı dik durarak sadece işini yapmanın ödülünü şimdi alıyor. Sabırla, özenle; tıpkı soyadı gibi bir terzi titizliğinde Türk atletizmini ilmek ilmek dokuyarak 21. Yüzyıl’a taşıyan Mehmet Terzi, bir zamanlar Kemal Kılıçdaroğlu’na yakıştırılan ‘Sakin Güç’ tanımının spordaki versiyonudur. İyisi mi, yergide kaçırdığımız dozu övgüde de kaçırmadan (!) onu kendi haline bırakalım; ekibini Londra’ya huzurlu bir şekilde hazırlasın. Zira hem onun, hem de sporcular ile antrenörlerinin bu sükunete ihtiyacı var.
‘’Gözleri görmeyenler!‘’
Bir olimpiyat yılı daha futbolun kuru gürültüsü arasında heba olup gidiyor. Temmuz-Ağustos’ta 2012 Londra Olimpiyat Oyunları, ardından da Ağustos-Eylül’de 2012 Londra Paralimpik Oyunları var. Gerek olimpik, gerekse paralimpik sporcular oyunlara kota almak için sınav üstüne sınav veriyorlar. Kota alanlar da çeşitli yerlerde yapılan kamplarla harıl harıl çalışıyorlar. Gelin görün ki, hepsi kaderine terk edilmiş gibi. Türkiye aylardır futboldaki şike, teşvik, Süper Final vb. rezaletlerle yatıp kalkıyor. Hal böyle olunca, Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları’na katılacak sporculara dönüp bakan bile olmuyor. Bu ülkede her şey Başbakan’ın iki dudağı arasına bırakıldığı için, Sayın Erdoğan’ın onlar için de talimat vermesi gerekiyor anlaşılan!
Edirne pidecisinden Londra’ya!
Lafı fazla uzatmadan Londra için gecesini gündüzüne katan bir sporcu kafilesinin neler yaşadığına bir göz atalım: Görme Engelliler Atletizm Milli Takımı 18 Nisan’da Edirne’de kampa girdi. Kampın bitişi için planlanan tarih 10 Mayıs’tı. Kampta 13 sporcu ile antrenörler ve kılavuz sporcular vardı. Kamp yeri için ise Edirne Gençlik Spor İl Müdürlüğü’nün kamp tesislerinin hemen yanındaki Atletizm Federasyonu’na ait tesis tahsis edilmişti. Bu, onların üçüncü kampıydı. Kafile neşe içinde kampa başladı. Gelgelelim, daha ilk günde işin rengi değişti. Zira bir odada 3 sporcu kalıyordu. Eşyalar odalara sığmıyor, malzemeler yerlere saçılıyordu. Neyse denildi, katlanıldı! Ama sürprizler daha yeni başlamıştı! Bir de baktılar ki, tesiste yemek çıkmıyor, hatta kahvaltı da verilmiyordu. Zira anlaşma böyleydi! Çaresiz yemek için tesisin karşısındaki bir pideci mesken tutuldu. Görme engelli sporcular her gün bir kaç kez yolun karşısına geçmek zorunda kalıyor, arabaların arasından slalom yapıyorlardı! Pidecinin menüsünde ne varsa onla yetinmek zorunda kalıyorlardı. La havle çekildi, ama yapacak bir şey yoktu! Derken, iki gün sonra bu kez kalorifer kazanından sorumlu görevli rahatsızlandı. Yerine de kimse atanmadı! Üç kişi bir oda ile kahvaltı-yemek problemine bir de sıcak suyun akmaması ve gece kaloriferlerin yanmaması eklendi. Edirne’nin gece soğuğunu bilenler, bilir!
Kamp burunlarından geldi
Bunlara da çaresizce boyun eğdi sporcular. Çünkü antrenman alanının tesisin hemen yanı başında olması onlar için yeterince mutluluk vericiydi! Bir kaç gün sonra bir sporcu sakatlandı. Kampta doktor ve ambulans olmadığı için sporcu taksiyle hastaneye yetiştirildi. Yapılan ilk müdahalenin ardından tedavisi için evine yollandı! Kampta sadece bir masör vardı. O da ufak tefek sakatlıklara ancak yetebiliyordu. Tabii bu arada, sporcuların alması gereken ergojenik yardımlardan, vitaminlerden, minerallerden, mentörden, diyetisyenden bahsetmek şu durumda abes kaçıyor. Şimdi diyeceksiniz ki, yemek olmayan yerde diyetisyenden nasıl bahsedersin? Haklısınız! Dil sürçmesi! Olan bitene daha fazla dayanamayan ve kampı zamanından önce sonlandıran bu sporculardan 5’inin Paralimpik kotası aldığını, kalanların da alma ihtimalinin devam ettiğini eklersem, nasıl çarpıcı bir spor manzarası ile karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılır. Şimdi bu çocuklar Londra’ya gidecek, içlerinden en az bir ya da iki tanesinin madalya getirmesi güçlü bir olasılık. Tüm bu yokluklara, yoksunluklara rağmen bunu başardıkları takdirde bizler de onlarla gurur duyacağız, öyle mi? Hangi hakla? Kimse boşuna heveslenmesin! Bu gurur sadece onların olacak. Bize düşense, çağın gerisine itilmişliğimize ağıt yakmak olmalıdır! Çünkü, gözleri görmeyen onlar değil, biziz!
‘’T'etik'çiler!‘’
Lafı fazla dolandırmadan direkt konuya gireceğim. Muslera olayını ben de tasvip etmiyorum. Melo'nun yaptığını ise kabullenmek zaten mümkün değil. Keşke, Melo soyunma odasında Riera'ya pusu kurup saldırmasaydı; Muslera'ya da, düşen bir takıma karşı penaltı attırılmasaydı. Ama olan oldu. Galatasaray'a yakıştı mı? Hayır. Eleştirilmeli midir? Elbette. Zaten eleştirenler arasında Galatasaraylılığı ile bilinenler de var. Lakin diğerleri çoğunlukta. Belki, bunun da anlaşılabilir bir yönü vardır! Tuttukları takımların menfaatlerini ön planda tutuyor olabilirler! Ya da tutmadıkları takımları yıpratma gibi bir misyon da edinmişlerdir kendilerine!
Bilinmez!
Oysa Melo olayı da, Muslera'nın penaltısı da futbolumuzun olağan halleri. Bütün takımlarda zaman zaman çeşitli kavgalar oluyor. Tüm takımlarımız arada sırada centilmenlik kurallarını unutabiliyor. Burada spor kamuoyuna ve medyaya düşen görev, her nerede ne oluyorsa hepsine hakkaniyet sınırları içinde yaklaşılması; objektiflikten sapılmamasıdır. Gelgelelim durum bizde farklı. Saflaşmalar, cepheleşmeler almış başını gidiyor. Savaş sadece sahada yürütülmüyor. Saha dışı faktörler de devrede. Tabii işin içinde medya ayağı olmazsa, olmaz! Tuttukları takımın centilmenlik dışı hareketlerinde üç maymunu oynayanlar, rakip takımın en ufak hatasında etik dersi veriyor. Bunun adı iki yüzlü ahlaktır. Bu, medyanın şirazesinden çıkmasıdır. Bu, zavallılıktır! Riyakarlık ruhumuza işlemiş!
‘’Süper tehlike!‘’
Lig tarihinin en kritik sezonunu yaşıyoruz. 3 Temmuz'da şike ve teşvik depremi ile başlayan ligimiz bugüne kadar mahkeme sürecinin gölgesinde oynandı. Futbolun doğru dürüst konuşulmadığı, kulüp muhabirlerinin antrenman sahası yerine adliye koridorlarında konuşlandığı 2011/2012 sezonunda yeni ve daha büyük bir tehlike kapımıza dayanmış gibi gözüküyor. Bir önceki federasyonun başımıza bela ettiği Play-Off garabeti, yükselen bir şiddet dalgasıyla beraber geldi çattı. Demirören Federasyonu'nun 'Süper Final' şeklinde yaldızlı bir isimle cilaladığı Play-Off'ta 4 Büyüklerin kendi aralarında 12 maç daha yapacak olması, Saracoğlu ve Avni Aker'de olanları gördükten sonra insana alacakaranlık kuşağı gibi geliyor.
Bugün bıçak, yarın...
Devam eden şike ve teşvik davası, yöneticilerin sorumsuz demeçleriyle tribünleri tahrik etmesi, hakemlerin formsuzluğu gibi faktörleri düşününce bu 12 maçta neler yaşanabileceğini kestirmek için kahin olmaya gerek yok. Yayıncı kuruluşun zararını tolere etmek için koca bir sezonu 6 haftaya sığdırmak gibi bir cinliği düşünenler, tribünlerin buna hazır olup olmadığını hesaba katmamanın bedelini ne yazık ki Türk futboluna ödetecekler. Şimdi yetkililere düşen, bu süreci en az hasarla atlatacak önlemleri almaktır. Aksi takdirde, Allah korusun, Volkan'a atılan bıçağın yerini yarın bir gün kurşunlar dahi alabilir! Tribünler o misal yani!..
‘’Mehmet Batdal'ın onuru!‘’
Bir Türk genci düşünün ki, uzun yıllar Türk futboluna hizmet verebilecek yeteneklerde olsun ama bir türlü sabredilmesin. Ülkemize gelen yığınla pespaye yabacıya gösterilen hoşgörü ondan esirgensin. Kaçırdığı bir kaç gol nedeniyle yerden yere vurulsun, sonra da kapının önüne konsun. Gittiği takımlarda da horlansın, itilip kakılsın. Dalından koparılan bir yaprak gibi oradan oraya savrulsun. Sonra kulüp bulamasın, yeniden kovulduğu takıma sığınsın. Ve orada da yüzüne bakılmasın. Sizce böyle bir genç kolay kolay kendine gelebilir mi? Kaybettiği öz güvenini bir daha kazanabilir mi? İşte Mehmet Batdal'ın son iki yıldır yaşadıkları bunlar. Hakan Şükür'ün tahtına oturabilecek bir forvet adayı iken bugün varoluş mücadelesi veriyor. Hiç bir maçta kulübeye dahi alınmazken, Trabzon karşısında aniden kurtarıcı oluveriyor! Oynadığı kısa süre içinde görevini fazlasıyla da yapıyor. Gelgelelim, son saniyelerde kaçırdığı gol nedeniyle yeniden hedef tahtasına oturtuluyor. Başta hocası Terim tarafından. Adam kazanmakla nam salan Terim, Mehmet Batdal'ı bozuk para gibi harcıyor. Değer mi kaçan iki puan için? Milan Baros'a iki yıldır derviş sabrı gösterenler söz konusu Mehmet Batdal olunca şahin kesiliyor. Türk futbolunun yarınlarına da işte böyle darbe vuruluyor. Yazıktır, ayıptır, günahtır. Bir gencin onuruyla bu kadar da oynanmaz ki...
‘’Galatasaray Takımı!‘’
Futbolda takım olma olgusunun son yıllardaki önemini bilmeyen kalmamıştır. Bunu tüm dünyaya en iyi ispatlayan örnek elbette Barcelona'dır. Modern çağın en büyük futbol fenomeni haline gelen Katalan ekibine baktığınızda karşınıza 11 parçadan oluşan canlı bir organizma çıkar. Her yöne birlikte hareket eden akışkan bir madde gibidirler. İşte bu özelliğinden dolayı Barca modeli, dünyadaki tüm teknik adamların dikkatle izleyip, uygulamaya çalıştığı bir modeldir.
Galatasaray'da üçüncü serüvenine çıkan Fatih Terim'in de oluşturmaya çalıştığı böyle bir şeydir. Son derbi maçı bir kez daha göstermiştir ki, Galatasaray bu yolda çok mesafe kat etmiştir. Sarı-Kırmızılıların diğer takımlarımızdan farkı da 'takım' hüviyetine kavuşmasıdır.
Ligin üzerinde...
Mutlaka bazı eksiklikler vardır, ancak bu kadar kısa zamanda bu noktaya gelebilmesi bile gelecek açısından son derece ümit vericidir. Terim, öyle bir ekip ruhu oluşturmuş ki, bütünleşme, birbirini tamamlama, yardımlaşma ülke standartlarımızın üstüne çıkmış. Baros gibi uluslararası standartta bir yıldızı dahi yedek kulübesine mahküm edebilen, oynadığında da kendi ceza alanına kadar adam kovalatabilen bu sistem Türk futbolu için bir şanstır. Öyle anlaşılıyor ki, ustalığının doruğuna çıkmış olan Fatih Terim, bir Avrupa Kupası daha kaldırmadan bu işin peşini bırakmayacak. Haydi hayırlısı diyelim...