‘’Antalyaspor nereye?‘’
Türk futbolunun kuruluşundan bu yana 3 Büyükler'e endeksli olmasının diğerlerinde yarattığı rahatsızlık, yıllardır süregelen bir gerçektir. Gelgelelim, bunun önüne geçmek için de pek bir şey yapıldığı söylenemez. Anadolu kulüpleri, figüran olarak kalmayı sanki içselleştirmiş gibi bir durum söz konusudur. Son yıllarda naklen yayın gelirleriyle kasaları dolmasına karşın Trabzonspor ve Bursaspor dışındakiler şampiyonluğu hedefleyecek vizyona bir türlü sahip olamıyor. Süper Lig'in gedikli takımlarından Antalyaspor da bunlardan biri. Bir kaç sezondur Süper Lig'de mücadele eden Antalyaspor, ligin renkli takımlarından biri olmasına karşın bir türlü sınıf atlayamıyor. Oysa Türkiye'nin turizm başkenti olan bir kentin takımından beklenen, her sezon şampiyonluğu ve Avrupa kupalarını kovalamasıdır. Ne var ki Güney ekibi, sahip olduğu potansiyele rağmen henüz bu kültürü edinememiş gözüküyor. Yaşlı ve tecrübeli futbolcuları bünyesine toplayıp ligde kalmayı hedeflemek, sanki onlar için yeterli. Doğrusu, bu sezona kadar işler umdukları gibi de gitti. Bir kaç hafta öncesine kadar bu sezon için de bir problem gözükmüyordu. Ancak arka arkaya alınan bir kaç kötü sonuçla kendilerini bir anda küme düşme potasında buldular. Öyle gözüküyor ki, yaşlı takım ligin temposunu kaldıramadı. Yabancı futbolcuları da yeterli kalitede olmayınca Antalyaspor, sıradan bir takıma dönüştü. Tutarlı bir yönetimi, cin gibi bir hocası, coşkulu taraftarı, ekonomik potansiyeli olan bir takımın vizyonu bu olmamalı. Antalyaspor, doğru ve akılcı bir planlamayla ligin büyükleri arasına adını yazdırabilir. Ama bunu önce kendileri istemeli. Elbette şu an içinde bulundukları sıkıntılı durumu bir an önce atlatmak kaydıyla...
‘’'Sağlam'sa Bursa!‘’
Futbolun değişmeyen klasiklerinden biri de, başarısızlık halinde ilk kurbanın teknik adamlar olmasıdır. Bu, bütün dünyada böyledir. Bizim ülkemizde ise iş, mide bulandırıcı noktaya ulaşmıştır. Ligimiz, yılda bir kaç teknik adam değiştiren takımlardan tutun da, sezon başlarken hocasını kovan takımlarımıza kadar oldukça geniş bir yelpazeye sahiptir. Elbette bunun bu köşeye sığmayacak kadar çeşitli sebepleri vardır.
Bilgisiz ve sığ yöneticiler, saha dışında kurulan kumpaslar, ahbap-çavuş, kulüp-siyasetçi-mafya-federasyon ilişkileri bunlardan bazıları... Bu, olayın teknik boyutu. Bir de duygusal ve insani yönü var. Bir kulübe yıllarca başarıyla hizmet verdikten sonra en ufak başarısızlığa tahammül edilmeyip derdest edilen hocalara çok tanık olduk. Bu ülkede Fatih Terim bile UEFA şampiyonu yaptığı takımdan kovulabildi. Bu sezon ise aynı akıbete Ertuğrul Sağlam uğramak üzereydi... Şayet Bursaspor yönetimi arkasında durmasaydı.
Ertuğrul Sağlam'ın Bursaspor için ne ifade ettiğini tekrarlamanın lüzumu yok. Gelgelelim, bu sezon iyi başlamadı Bursaspor ve Ertuğrul Hoca için. Sezon başından beri bir türlü balans tutmadı. İkinci devre de böyle devam etti. Fırsat bu fırsat, şer cephesi derhal ortaya çıktı. Bursa'yı 5.Büyük yapan adamın kellesi istendi. Yönetim ise çatlak seslere kulak tıkadı. Sonuçta Bursa bugün yeniden sahne aldı. Şampiyonluğa ulaşamayacak olsalar da, Avrupa Kupaları’na katılmaları kuvvetle muhtemel. Ne mutlu ki Bursalıya, bu kez cehalet kaybetti, aklı selim kazandı. Darısı diğerlerinin başına.
‘’Üç boyutlu Terim!‘’
İnsanların yaşarken onore edilmeleri, bu hayatta her zaman savunduğum ilkelerden biridir. Bunu, elbette önce kendi bireysel ve toplumsal ilişkilerimizde uygulamalıyız. Sevdiklerimizi, başta anne-babalarımız olmak üzere bu dünyadan göçüp gitmeden mutlu etmenin, onurlandırmanın formülünü bulmalıyız. Şükran duygularımızı onlar yaşarken ifade etmeliyiz. Bir gün gelip ayrılık vaki olduğunda arkalarından minnet duymanın hiç bir şey ifade etmeyeceği bilinciyle hareket etmeliyiz. Ve bunu herhangi bir nedene bağlamaksızın, sadece onlara müteşekkir olduğumuz ve kendilerine saf sevgiyle bağlı olduğumuz için yapmalıyız. Aynı durum tüm toplumlar, topluluklar için de geçerlidir.
Yaşadığı topluma, ait olduğu kurum ya da camiaya bir şekilde hizmet etmiş olanların ölmeden önce taltif edilmeleri bir insanlık borcudur. Bu prensibe sadık kalan camialar ülkemizde ne yazık ki pek fazla değil. Galatasaray camiası ise bu konuda bir istisna teşkil ediyor. Gerek Polat, gerekse Aysal yönetimleri nicedir camianın emektarlarını bir şekilde onore ediyorlar. Onları hatırlıyor, hatırlatıyorlar. Şimdi de aynı duyarlılığı taraftar gösteriyor. Fatih Terim için hazırlanan olağanüstü güzellikteki üç boyutlu koreografi son derece anlamlı bir jestti. Büyük takımın, büyük seyircisi olmanın yollarından biri de budur: Zeka, yaratıcılık ve vefa duygusu. Galatasaray taraftarına da yakıştı, Fatih Terim'e de...
‘’Ustalara saygı haftası!‘’
Bu köşede en son ne zaman futbol yazdığımı hatırlamıyorum. 3 Temmuz'da başlayan baş döndürücü süreçte gündem o kadar hızlı değişiyor ki, takımlarımızın sahada verdiği mücadeleye dönüp bakma fırsatımız olmuyor. Şikeyle yatıp, teşvikle kalkıyoruz. Futbolun 'F'sini ağzımıza almaya hazırlandığımız anda karşımıza tapeler, iddianameler, suçlamalar, başkanlık krizi çıkıyor. Mahkeme koridorlarından kurtulamayan futbol bir türlü doğal mecrasına; yani yeşil sahalara dönemiyor. İşte, çöle düşmüş kazazede gibi futbola susadığımız şu günlerde sahneye çıkan üç usta adeta bir vaha gibi imdadımıza yetişti.
Fenerbahçeli Alex, Galatasaraylı Necati ve Karabüksporlu Mehmet Yıldız, performanslarıyla, profesyonellikleriyle, takımlarına sağladıkları katkılarıyla parmak ısırtıyorlar. Yıllanmış şarap gibi yaşlandıkça değerlerine değer katıyorlar. Yıllara meydan okuyorlar. En ihtiyaç duyulduğu anda ortaya çıkıyorlar. Yalnız takımlarının değil, ligin de kaderini değiştiriyorlar. Her türlü övgüyü, takdiri, alkışı sonuna kadar hak ediyorlar. Yeni neslin onlardan öğreneceği çok şey var. Dikkatle izlemeleri gerekir. Bizlere de düşen, şu çorak mevsimde rahmet bulutu gibi beliren bu üç ustaya saygıda kusur etmemek. Onlara şapka çıkarın, önlerinde eğilin. Ben öyle yapıyorum. Helal olsun üçüne de...
‘’Dayan Terim dayan!‘’
Sayın Fatih Terim Hocam, bu ülkede başarıya giden yol, Kaf dağına giden yol gibidir. Adına 'başarı' dediğimiz sihirli elmaya sahip olmak istiyorsanız, önünüze çıkarılan bin bir türlü engeli aşmak zorundasınız. Kasırgaları, tayfunları, boraları atlatacaksınız, cehennemi çukurlardan, sırat köprülerinden geçeceksiniz, ilkel yaratıklarla (!) boğuşacaksınız, ihanetler yaşayacaksınız; ama yılmayacaksınız, durmayacaksınız. Bir kez denediniz bunu. Ve başardınız. Türkiye'yi alışık olmadığı bir hazla tanıştırdınız. Lakin, kısa sürdü. Oysa işiniz daha bitmemişti. Neyse ki dönüşünüz çabuk oldu. Sonra tekrar kolları sıvadınız. Yine aynı dahili ve harici bedhahlar çıktı karşınıza. İlahlar sizi 100. yıllara filan kurban verdi. Çabuk pes ettiniz. Belli ki, İtalya'da aldığınız yara bünyeyi zayıf düşürmüş, direncinizi kırmıştı. Şimdi üçüncü kez yola koyuldunuz. Biliyorum, yarım bıraktığınız işi tamamlamak istiyorsunuz. Ne var ki, buralarda düzen değişmedi. Hariciler can derdinde, ama dahililer her zamankinden daha güçlü! Sizi durdurmak için ellerinden geleni yapıyorlar, yapacaklar. Hocam, Kayseri maçı sonrası basın toplantısında dikkatle izledim sizi. İçinizde kopan fırtınaları bastırmakta zorlanıyordunuz. Olsun, zorlanın! Çünkü, size karşı yürütülen sinsi operasyonu bertaraf etmenin tek yolu direnmektir. Pes etmek yok Hocam! Siz kaybederseniz, Galatasaray kaybeder! Türkiye kaybeder!
‘’Bu kurşunlar hepimize!‘’
Aslında sorunun temeli çok açık: Mayası şiddetle yoğrulan bir toplumun statlarında da şiddetin kol gezmesi gayet doğal! Şimdi bu önermeden yola çıkıp afili laflar etmeyeceğim. Şiddetin tipolojisinden filan da bahsetmeyeceğim. Burada söz konusu olan, şiddet toplumunun kendi hukukunu tesis etmesidir. Bir tarafta yazıya, karikatüre, slogana dava açacaksınız, söz konusu edimleri hapisle cezalandıracaksınız; diğer yanda tribünlerde terör estiren çetelere hoş görüyle bakacaksınız. Hatta, bu güruhu koruyacaksınız, kollayacaksınız. Onlar da mafya, kalpazan yönetici ve ucuz siyasetçi üçgeninde palazlanacaklar, semirdikçe semirecekler. İşte geldiğimiz noktayı görüyorsunuz.
Ankaragücü kongresinde delegelerin üzerine kurşun yağdırıldı. Sonuç: 4 yaralı! Ölen olmadığına şükrediyoruz! Hemen ardından derbi cinnetini de izledik. Sizce bütün bunlar spontane gelişmeler midir? Değilse nedir?
Olayı biraz daha minimalize ederek özetleyelim: Yaşananlar, slogan atan öğrenciyi hapse tıkıp, tribün canilerinin sırtını sıvazlama aymazlığının sonucudur. Öyle, şiddet yasası çıkarıp kulağının üstüne yatmakla bu işler çözülmüyor. Çıkardığın yasayı uygulayacaksın. Onun-bunun adamı, bizim çocuklar demeden bu teröristleri tribünlerden temizleyeceksin. Yaptın, yaptın... Yapamadın, bu yarattığın canavar bir gün gelir seni de hap gibi yutar! Mısır'dan beter oluruz!
‘’Tribün çiçekleri!‘’
Seyircisiz maçlara bulduğumuz dahiyane çözüme güzellemeler döşendik, döşeniyoruz. Ama işin rengi yavaş yavaş değişiyor. Kadınlarımız, küfür konusunda erkekleri aratmıyor! Cezaya da ceza kesemeyeceğimize göre tek çare puan silmek
Futbolda 'Tribün Kültürü' diye bir olgu vardır. İnsanlar hoşça vakit geçirmek, eğlenmek, tuttukları takımları desteklemek, yenme-yenilme heyecanını yaşamak için tribünlere koşarlar. En azından modern toplumlardaki gelenek böyledir. Onlarda da zaman zaman holiganizm olsa da, tribünlerde olaylar patlak verse de, bu durum süreklilik kazanmaz. Alınan önlemlerle önüne geçilir. Bizdeki 'Tribün Kültürü' algısı ise farklıdır. Geçmişten günümüze kadar uzanan ilkel bir zihniyet hakimdir Türkiye statlarına. Tribünler bir deşarj olma yeri olarak görülür. Hafta boyu günlük yaşamda biriktirilen öfke, hafta sonu tribünlerde boşaltılır. Hayatın ağırlığı altında ezilen kitleler, tribünlerde iktidarını ilan eder. Deşarjın en etkili yolu ise küfürdür. Taraftarlar hançerelerini yırtarcasına küfreder. Rakibe, rakip taraftara, rakip yöneticilere, hakemlere ağza alınmayacak küfürler edilmesi adeta yaşam biçimimizdir. Şiddete kapı aralaması nedeniyle uzun süredir küfürle mücadele eden federasyonlarımız ne yazık ki şu ana kadar bunun önüne geçemedi. Seyircisiz cezalar tepki alınca bu sezon dahiyane bir çözüm bulundu: Kadınlar ve çocuklar. Bu çözümü hepimiz çok sevdik. Güzellemeler döşendik, döşenmeye devam ediyoruz. Ama işin rengi yavaş yavaş değişiyor. Kadınlarımız da, küfür konusunda erkekleri aratmıyor! Nerden baksan ironik bir durum! Cezaya da ceza kesemeyeceğimize göre sorunu çözmenin tek çaresi var: Puan silmek. İlk seferde kulübe ağır bir para cezası verilir. İkincisinde takımın puanı silinir. Üçüncüsünün ise olacağını sanmıyorum!
‘’Fenerbahçe düşmez!‘’
Düşmekten kastım elbette küme düşmemesi değildir. Fenerbahçe, yarın bir gün suçlu bulunup küme düşebilir. Avrupa kupalarına bir kaç yıl gidemeyebilir. Belki o bir kaç yıl Süper Lig'e tekrar çıkamayabilir de... Bütün bunlar, hayatın olağan akışı içinde toplumların, camiaların başına gelebilecek talihsizlilerdir. Ve o kadar da önemi yoktur. Şayet siz metanetinizi, direncinizi, gücünüzü ve büyüklüğünüzü koruyabiliyorsanız. İşte, bugün Fenerbahçe'nin yaptığı da aynen budur. Başta, başkanı Aziz Yıldırım olmak üzere tarihe geçecek bir direnç gösteriyorlar. Dayanışma ruhu üst düzeyde. Camia yekvücut olmuş vaziyette.
Başta Aziz Bey...
Haklı olduklarına dair inançları ve bu uğurda sergiledikleri dik duruş sayesinde taraflı tarafsız tüm toplumun saygınlığını kazanmış durumdalar. Yargıyla başı dertte olan Türkiye'nin en köklü diğer camiaları helva gibi dağılırken, Fenerbahçe eşi benzeri görülmemiş bir bütünlük sergiliyor. Bu şike sürecinin ortaya koyduğu gerçek şudur: Fenerbahçe, Türkiye'nin en büyük ve en dinamik sivil toplum kuruluşudur. Tökezleyebilir, sendeleyebilir ama asla yere düşmez, diz çökmez. Şu durumda bile gücüne güç katıyorsa sebebi bellidir: Yaşamak, direnmektir. Fenerbahçe de direniyor. Direniyor ve yaşıyor. Tüm haşmetiyle...