‘’Batshuayi Jesus’a “aklını kullan” der mi?‘’
Türkiye Futbol Ligleri kurulalı beri böylesi bir dönem yaşanmamıştı herhalde. Önce salgın hastalık nedeniyle ligler durduruldu. Bu sezon ise Dünya Kupası arası bir ay sürdü, bir o kadar da deprem nedeniyle ara verildi futbola.
Bu yaşananlar futbolcuların form durumlarında ne gibi değişikliklere ya da iniş çıkışlara neden oldu, performans dalgalanmalarında bu araların payı var mıdır? Konu üzerine spor bilimciler araştırma yapmaya başlamışlardır kuşkusuz. Bu araştırmaların sonuçlarını önümüzdeki dönenlerde görebiliriz herhalde.
Haftalardır izlediğimiz maçların futbol kalitesinde ciddi düşüşler yaşandığını görmekteyiz. Bilimsel araştırma yöntemlerinden biri olan “gözlem”in de subjektif bir yanı var kuşkusuz. Ancak 50 yılı aşkın süredir bu ligleri izleyen biri olarak futbolumuzun izlenme açısından bu denli vasat olduğuna pek rastlamadım.
Fenerbahçe Valancia’ya bağımlı
Özellikle Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın 3-1 kazandıkları maçların içinde planlı bir futbol görüntüsü izleyememek her futbolseveri sıkıntıya düşürmüş olmalı. Galatasaray yenildiği halde futbol oynamaya daha yatkın bir takım gibi duruyor.
Onca transfere karşın Fenerbahçe’nin Valencia’ya bağımlı oyunu Jorge Jesus’un temel sorunlarından biri olmalı hatta sorgulanması gereken bir konu da olmalı. Portekizlı hoca sezon başında 11 yeni oyuncu transfer etti, sezon ortasında da iki futbolcu daha aldı takıma. Ancak bütün yük eski oyuncuların sırtında.
Onca transfere karşın
Fenerbahçe’ye onca futbolcu transfer ettirdiğine göre Jesus eski kadronun yetersiz olduğunu görmüş olmalı. Peki, takımın oyunu neden geliştirilemiyor? Neden belli oyuncuların bireysel performansına bağlı kalıyor Fenerbahçe?
Deprem nedeniyle verilen aranın takımları olumsuz etkilediğini varsaysak bile Jesus’un takıma aldırdığı futbolcuların çoğundan verim alamaması dikkat çekicidir ve giderek sıkıntı yaratacağa benziyor...
Portekizli hocanın yedek kulübesindeki tavırları, hakemlerle uğraşması ve birkaç hafta içinde ikinci kez kırmızı kart nedeniyle cezalı duruma düşmesi de hocanın psikolojik durumunu yansıtmaktadır. Bir teknik direktör bu denli kısa sürede iki kırmızı kart görüyorsa futbolcularına söyleyecek neyi kalır?
Jesus tribüne mi oynuyor?
Alman teknik direktör Udo Lattek “futbolcular zeki değildir ama cin gibidirler, kendi çıkarlarını çok iyi düşünürler” demişti bir keresinde. Geçmiş maçların birinde Batshuayi kırmızı kart gördüğü zaman Jesus ona “aklını kullan” demişti. Peki önümüzdeki günlerde Batshuayi ona “aklını kullan” der mi?
Jesus kulübede takımını yönetirken ağzında sakızı ve sürekli hareket halindedir. Kırmızı kart görüp tribüne çıkınca ise sakız çiğnemiyor ve gayet de dingin bir konumda yerinde oturuyor. Ne dersiniz? Jesus futbol alanındayken kasıtlı davranışlarla tribüne mi oynuyor?
‘’Futbolumuzun bağışıklık sistemi‘’
“Madalyonun iki yüzü” olduğunu hep söyleriz ama bu yaklaşımın nasıl derin anlamlar yüklü olduğuna da pek dikkat etmeyiz. “Madalyonun iki yüzü” sadece futbolda değil hayatın her alanında güzel olanın bile kusurlar içerdiğini anlatmak ister. Sözgelimi bilgi furyası…
16. yüzyılda matbaanın icadıyla bilgi bombardımanına tutulan toplumlar kendilerini bu furyadan korumak için din görevlileriyle başladıkları bilgi kontrol sistemlerini zamanla müfredatın icadıyla gerçekleştirdiler. Müfredat bilgi tasnifi yaparak okuldaki öğrencileri zararlı bilgilerden koruyordu. Yani, müfredat eğitim kurumlarının bağışıklık sistemini oluşturmaktaydı.
Hayatın organları arasındaki nazik bağ…
Nedir bağışıklık sistemi? Başıboş bırakılmış bilgi hücrelerin kontrolsüz büyümesine engel olan biyolojik bağışıklık sistemi benzetmesiyle anlaşılabilir. Doğaldır ki hücreler büyümezlerse canlı yaşamı devam edemez.
Ancak sağlıklı işleyen bir bağışıklık sistemi yoksa eğer, organizma hücre büyümesini kontrol edemez. Organizma hastalanır ve hayati organlar arasındaki nazik bağı koparır. Kısacası bağışıklık sistemi, istenmeyen hücreleri yok etmektedir.
Bilgi yol göstericiliğini neden kaybeder?
Her toplum, biyolojik bağışıklık sisteminkine benze işlevi olan kurumlara ve tekniklere sahiptir. Bu kurumların ve tekniklerin amacı, yeniyle eski, yenilikle gelenek, anlamla kavramsal kargaşa arasındaki dengeyi sağlamaktır ve bunu, istenmeyen bilgi ya da enformasyonu “yok ederek” yaparlar.
Hayatın dengesi, bağışıklık sistemi olarak görevi yapan kurumların zayıf düşmesi yüzünden bozulur. Böylece bilgi işlevliğini ve yol göstericiliğini kaybeder, bu yüzden tutarlılık yerini karmaşaya bırakır. Toplumda bağışıklık sistemi olarak görev yapan kurumların işlevleri öylesine duyarlılık gerektirir ki bazen bilgiye erişimin engellenmesi bile söz konusu olabilir.
Türkiye Futbol Federasyonu işlevsel mi?
Bu denli ayrıntıdan sonra sözü futbolumuza getirecek olursak, futbolumuzun bir bağışıklık sistemi var mı ya da bağışıklık sistemi olarak görev yapan kurumları var mı? Varsa Ulusal takımımız, ülkeler hazırlık maçlarını ciddiye alsın diye uydurulmuş Avrupa Uluslar Ligi’nde neden “C” ye kadar düştü.
Takımlarımız yine UEFA tarafından bazı ülke takımlarına mavi boncuk niteliğindeki Konferans Ligi’nde bile tutunamamaktadır. Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi’ne neden uzaktan bakmaktadırlar? Evet, soruların yanıtı açıktır; bağışıklık sistemi bozulmuş olan futbolumuzun hücrelerinin içinde istenmeyen oluşumlar cirit atmaktadır.
Onun içindir ki Avrupa’nın önemli liglerinden biri olduğunu sandığımız ligimizde güzel futbol görüntüsü izleyebilmek için dilencilik yapmaktayız. Türkiye Futbol Federasyonu futbolumuzun bağışıklık sistemini oluşturan temel kurumlardan biri olması gerekmektedir. Ülkemiz futbolunda tutarlılık yerine karmaşa egemense federasyonun işlevselliğinden söz edilebilir mi?
‘’Kontrolsüz bilgi bilgi midir?‘’
2000’li yıllara geldiğimizde Amerika Birleşik Devletlerinde 260,000 reklam panosu, 11,520 gazete, 11,516 süreli yayın, 27,000 video filmi kiralama yeri, 500 milyondan fazla radyo ve 100 milyondan fazla bilgisayar var. Her 100 evden 98’inde televizyon seti; evlerin yarısından çoğunda is birden fazla televizyon var. Her yıl 40 bin kitap basılmaktadır(dünya genelinde 300 bin) ve ABD’de her gün 41 milyon fotoğraf çekilmektedir. Yılda 60 milyar reklam maili mail kutularındaki yerini almaktadır.
Elbette ki Amerikan yerlilerinin dumanla bilgi alışverişi yapmalarına değin gitmeye gerek yok çünkü bilgi, akıl ve yararlılık arasındaki sıkı ilişki telgrafın icadıyla kökünden sarsıldı. Telgrafın bilinen ilk kullanımı Samuel Morse’un telgrafın çalışabilirliğine ilişkin yaptığı tarihsel gösteriden bir gün sonra, bir gazete tarafından gerçekleştirilebilmiştir.
Mesafelerin yok edilmesi
Baltimore Patriot Gazetesi, Morse tarafından inşa edilen Washington-Baltimore telgraf hattını kullanarak, okurlarına Temsilciler Meclisi’ndeki Oregon olayı hakkında bilgi aktarmıştır. Gazete haberini şu notla tamamlamıştır “…okuyucularımıza saat ikiye kadar Washington’dan haber verebilirdik. Bu gerçekten mesafelerin yok edilmesidir.”
Bu ilandan sonraki iki yıl içinde gazetelerin yazgıları, haberlerin kalitesi ve kullanışlılığından daha çok ne kadar haberi, ne kadar uzaktan ve ne hızda sağladıklarına bağlı olmaya başladı. Neredeyse telgrafla aynı dönemde icat edilen fotoğraf da görsel devrimin merkezine oturdu. Fotoğraf ve diğer görsel malzemeler görüntünün, semboller dünyasına büyük oranda dahil olmasına neden oldu.
Haberde derinlik ve uygunluk yerine merak
19. yüzyılın sona ermesiyle birlikte, reklamcılar ve gazeteciler bir fotoğrafın bin kelime değerinde olmakla kalmayıp aynı zamanda binlerce dolar ettiğinin farkına vardılar. Enformasyon artık, birbiriyle alakalı olma zorunluluğunu reddetmekteydi, bir bağlamdan yoksun olarak ilerliyordu, tarihsel süreklilik karşısında eşsiz olan lehine tavır alıyordu. Böylece, derinlik ve uygunluk yerine merak uyandıran haberler tercih edildi.
Bilgi devriminin amacı, cehaletin, hurafelerin, acıların giderilmesiyken kendimizi yeni teknolojilerin gereklerine uydurmak için yarışır halde bulduk. Sözde yeni teknolojilerin daha iyi bir hayata vesile olacağını söylesek de özde olması gerekene sırtımızı döndük. 18. yüzyılın ortalarında bilgi ve haber tren hızıyla(saatte 50 km) yayılırken telgraf bu yüzyılın sonuna doğru mesafeleri yok etti. Hal böyleyken deprem bölgesine hangi hızla ulaşabildik?
Düşünmek kolay, yapmak zordur
Dünyanın birçok ülkesi kendini bilgiyle tüketiyor ama bilgi ve teknolojiyi nasıl kontrol altına alıp bilgiden doğru sonuçlar edinmenin bilindiği de söylenemez. Bilmek yetmiyor, bildiğini doğru uygulamak gerekiyor.
Düşünmek kolay, yapmak zordur. Deprem bölgesine gönderilen yardımların yol kenarında yığınlar oluşturmasını televizyonlardan izledik. Futbolumuzu yönetenlerin, büyük felaketin ortasında yaşama futbol ile devam edilmesi kararı sadece Şenol Güneş tarafından üstü örtük bir biçimde eleştirildi.
Hayatı futbol ile devam ettirmek
Okulları kapatıp futbolu devam ettirdik. Gerekçe ise şu: “Hayat devam ediyor, insanların psikolojisi bozulmasın.” Heysel faciasından sonra İngiliz hükümeti takımlarını beş yıl boyunca Avrupa kupalarından men etti. Biz yeni sezona kadar futbolu durduramadık. En azından amatör karşılaşmaları…
Futbol ile yatıp futbol ile kalkmanın bize neler kaybettirdiğini nasıl göreceğiz? Anlamdan, bilgiden ve kontrol mekanizmasından yoksun futbolun uzun erimde depremden daha fazla zarar vereceğini anlayabilsek… Bilgi çağında, yaşam için futboldan başka değer üretemedik mi?
‘’Futbol neden bozuluyor?‘’
Geçen hafta oynanan erteleme karşılaşmalarında ortaya konulan “vasat altı” futbolun nedenini ülkemizin yaşadığı büyük deprem felaketine bağlayanların sayısı hiç de az değildir. Kuşkusuz, futbol bu büyük yıkımdan etkilenmiştir ama futbolun estetik ve yaratıcı kısmının bozulmaya başlamasının bütün nedenleri depreme bağlanamaz. Eğer öyle olsaydı futbolun uluslararası birlikleri(FİFA ve UEFA) yaklaşık otuz yıl öncesinden başlayarak göze hoş gelen futbol için kural değişikliklerine gitmezdi.
Örneğin daha iyi futbol ve hücumu özendirmek için 1993 yılında galibiyete üç puan verilme kuralını getirdi futbolun üst yönetimleri. Peki, bu kural değişikliği futbola görsel anlamda bir izleme hoşluğu getirdi mi, kesinlikle hayır! İstatistik bilimi bu değişiklikten sonra futbolun daha savunma ağırlıklı ve daha kontrollü oynandığını kanıtlayıcı verileri ortaya koydu. İsteyen OPTA’dan bu verileri edinebilir.
Kaleciye geri pas izleyenleri futboldan soğutuyor
Geri paslarının kaleci tarafından elle tutulmaması yasağı, geri paslarını azaltmak, futbolun rakip kale önlerinde daha fazla oynanması amaçlıydı. Ancak bu yasaktan sonra da ileriye doğru bir gelişme olmadı. Kaleciye daha fazla geri pası verilmeye başlandı.
Hatta böyle bir durumda kalecinin ayağını geliştirmesi için oyun esnasında bilinçli olarak kaleciye daha fazla pas verildi. Bugün artık kaleciye geri pasları izleyenleri futboldan soğutmuş hatta bezdirmiş durumda. Orta alandan hatta daha ilerisinden kaleciye geri pasları izlemek zorunda kalıyoruz.
Böyle anlarda topun konumuna göre oyundan düşmüş rakipleri yeniden karşımıza alıyoruz. Oyunun, rakibi daha az adamla yakalama ilkesini yerle bir ediyoruz. Orta alan oyuncularının yaratıcılık becerisini elinden alıp “top bizde kalsın da, nasıl kalırsa kalsın” sıradanlığına yönlendiriyoruz.
Sol ayaklı solda, sağ ayaklı sağda oynasın
Bir de sağ ayaklı oyuncuların solda, sol ayaklıların da sağ kanat ya da orta alanda oynatılması konusu var. Bunun da futbolun gelişmesine ve sonuç almaya bir katkısı yok! Eltopundan(hentbol) alınan bu uygulama futbolun doğasıyla örtüşmüyor.
Eltopu futbola göre çok küçük bir alanda ve elle oynanıyor. Kısa bir etkili pas ile sol elli oyuncu kaleyi karşıdan görebiliyor. Ama ayakla oynanan ve isabet oranı daha az olan paslardan sonra ters ayaklı oyuncu içe kat edip kalabalık oyuncu grubunu karşısında buluyor. Bu durumda çoğunlukla şut fırsatı bulamıyorlar.
Daha önemlisi ters ayaklı oyuncuların yaptığı ortalarda topun aldığı falso nedeniyle kalecilere avantaj sağlanıyor. Oysa sağa ayaklı sağdan, sola ayaklı oyuncu ise soldan orta yapınca falso alan top kaleciden uzaklaşıp rakip forvetlerin koşu yoluna gider.
Aynı zamanda top stoperlerden de uzaklaştığı için savunmanın işini zorlaştırır. Bunlar çok basit gibi görünüyor ama futbolu izlenir kılan bu basit gibi görünen uygulamaların kusursuz yapılabilmesidir. Ne yapmalı, acaba kaleciye geri pasını tamamen mi yasaklamalı?
‘’Ağır çekim yorumlar!‘’
Daha önce The Independent ve The Daily Telegraph gazeteleri konuya yer vermişlerdi. İki makalenin de içeriği aynı ve başlıkları benzerdi: “Futbol hakemleri gerçekten kör” başlığı altında insan gözünün ofsayt pozisyonunu sağlıklı algılayamadığı ve bu nedenle çeşitli yorum hatalarına neden olduğu bir Göz Doktorları Grubu’nun araştırmasıyla ortaya çıkmıştı.
Bu buluş, tribünlerde maçları izleyen yüzlerce çift gözün neden farklı yaklaşımlarda bulunduğunu kanıtlamak bakımından da önemli. Kanımca daha önemlisi, bu saptamanın toplumumuzda yaygınlaşması ve bilinmesi; futbol kamuoyunun tüm kesimlerine ulaştırılması. Bu sayede insanlar yanılgıların salt hakemler için var olduğu yanlışından kurtulup, onlara karşı daha hoşgörülü olmak anlamında aşama yapabileceklerini düşünebiliriz.
Hakem yorumcularının durumu
Bu işin bir yönü. Kanımca daha anlamlısı ise, artık her gazete ya da kanalda hakem hocalarının yorumlarının veya apar topar hakemliği bıraktırılarak, bir hafta önce birlikte düdük çaldığı arkadaşlarını eleştiri yağmuruna tutan hakem yorumcularının durumlarıdır.
İnsan gözü aynı anda birkaç değişik hareketi gereği gibi saptayamadığına göre televizyondaki ağır çekim yorumlar ne kadar gerçekçi ve önemli olabilir? Toplum bu konuda yeterli bilinç düzeyine ulaştığında Erman Hoca ve diğerlerinin ağır çekim düşünceleri bugünkü kadar ilgi uyandıracak mı?
Bu tür programlar daha işin başında hakem-futbol-yönetim üçgeninin uygulamada felsefesine uygun değildi. Sadece Hıncal Uluç-Erman Toroğlu ikilisinin Kale Arkası, pozisyon yorumu dışında eğitim içeriği olduğundan yararlıydı. Ancak bu ikili ayrıldıktan sonra işin eğitim yönü çöp kutusuna atılıp popülist yaklaşımlar ön plana çıkartıldı.
Özünde hakemlerin maçı yönettikleri anda yaptıkları yorum hatasını, batı dillerinde “slow motion” denilen ve bizde “ağır çekim” olarak kabul gören belki de dilimize “yavaşlatılmış gösterim” şeklinde çevrilebilecek bir yayın yöntemiyle ortaya koymak yanlışa başka yanlışlıklar katmak anlamına gelebilir.
Bütün gözler yanılabilir…
Çünkü yavaşlatılmış gösterim yapılan hareketin şiddetini abartılı bir şekilde gözler önüne getiriyor. Normalde belki de aldığı darbe ile denge kaybı söz konusu bile olmayacak mücadelelerde bir dokunma izleyenleri yanılgıya düşürebiliyor. Özellikle maçlar sırasında futbolun tuzu biberi olan nizami şarjlar yavaşlatılmış gösterimlerle kural dışı olarak futbolseverlere yansıtılıyor.
Bu nedenle TV kanallarında son zamanlarda pek moda olan “hakem eleştiren programlar” gerçekte kafaların daha fazla karışmasına da neden olabiliyor. Bu tür programlar futbolun “tartışma ve konuşulma yoluyla cazibesini koruması” ilkesine ters düşüyor. Futbolda doğru kararları makinalar ya da TV kameraları verecekse futbolun doğası zarar görür. Futbolun vazgeçilmez ilkesi şudur: Bütün gözler yanılabilir… (6 Mart 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde yazdığım bir yazı)
‘’Okul ve deprem‘’
Asrın felaketi olarak nitelendirilen ve 10 ilimizi neredeyse yerle bir eden depremden sonra alınan önlemler arasında okulların kapatılıp eğitime ara verilmesi de var. Eğitime ara verilmesinin en temel nedeninin devlete ait yurtlara depremzedelerin yerleştirilmesi olduğunu biliyorsunuz. Peki okullar kapatılmalı mıydı?
Okul denildiğinde çoğumuzun aklına insanların, yaşı ya da zamanı geldiğinde gitmeleri gereken kurumlar olduğu anlayışındaysanız bu kapatma kararı doğru olabilir. Ancak okul bilgi edinmenin ötesinde, insan için yaşadığı çağda çocukların gelişmesi, çağdaşlaşması ve yetkin birer insan olmaları için sürekliliği olması gereken kurumlar olduğunu kabul ediyorsanız okullar kapatılamaz!
Eton’da bir öğretmen okul için ne diyor?
ABD’li öğretmen William Johnson yüz elli yıldan fazla bir zaman öncesi, 1861 yılında öğretmenlik yaptığı Eton’da öğrencilerine yaptığı bir konuşmasında okul hakkındaki görüşlerini şöyle özetliyor:
“Şu anda yaptığınız bilgi edinmenin de ötesinde, eleştiri altında zihinsel çabalar göstermektir. Sıradan yeteneklere dayanarak belirli ölçüde bilgiyi aklınızda tutacak kadar elbette öğrenebilirsiniz; unuttuklarınız için harcadığınız uzun saatlere de üzülmemelisiniz, çünkü yitirilen bilginin gölgesi bile sizi en azından birçok yanılsamadan korur.
İnsanlar bir okula bilginin de ötesinde bir şeyler almak için, bazı sanatları ve alışkanlıkları edinmek için gider. Özen gösterme alışkanlığı için, bir anda yeni bir entelektüel(bilişsel) konuma geçebilme sanatı için, başkasının ne düşündüğünü hemen anlayabilme sanatı için gider. Görüşlerinizin onaylanmasına ve reddedilmesine katlanabilme alışkanlığını kazanabilmek için, medeni bir şekilde olumlu ya da olumsuz görüş bildirme sanatı için, en küçük ayrıntılara dikkat edebilme alışkanlığı için gider.
İnsan okula kendini bulmak için gider
Belli bir zaman süresi içinde mümkün olanı kestirebilme alışkanlığını kazanabilmek için, zihinsel cesaret ve zihinsel sağlamlık için okula gider. Hepsinden önemlisi, insan bir okula kendini bulmak için gider.”
Çocukları televizyonların başından kurtarmak amacı ile yerel amatör futbol maçlarını bile oynatma eğiliminde olan yöneticilerimize göre futbol, eğitimden çok daha önemli demek ki! Günümüz insanı için eğitimden daha önemli hiçbir şey yoktur. Eğitim olmazsa ne futbol ne iş hayatı ne de kurumların doğru yönetimi olur. Eğitim olmazsa şehirlerin ayakta duramayacağını bu felaket öğretmedi mi bize? Öyleyse en kısa zaman içinde yıkılan şehirlerimizde bile-çadırlar içinde olsa da-eğitimi başlatmak gerekirken okulları kapatmak ne demek oluyor?
‘’Not defterimdeki deprem‘’
17 Ocak 1995 tarihinde Japonya’nın Kobe kentinde 7,2 büyüklüğünde bir deprem yaşanmıştı. 1,5 milyon nüfuslu şehirde 6200 kişi yaşamını yitirdi. Yaşananlar üzerine Kobe Belediye Başkan Yardımcısı Takumi Ogava intihar etti.
İki yıl önce de Sivas’ta aydınlarımız diri diri yakılmış ve İstanbul’da da çöp patlaması yüzünden insanlar ölmüştü. O günlerde henüz Gölcük depreminden haberimiz bile yoktu ve ülkemizde yaşanılanları da depreme benzetip not defterime şunlar yazmışım:
“Hegel 19. yüzyılda ‘tarih tek bir ders öğretiyor, o da insanların ve iktidarların tarihten bir türlü ders almadıklarını’ şeklinde yakarmış. 21. yüzyıla beş kala değişen çok şey yok. Hegel’in sözü güncelliğini koruyor.
Japonlar nasıl tek vücut oldu?
Toplumsal gelişmenin tarihi, insanların eksiklerini, yetersizliklerini bir araya gelerek nasıl aştıklarını anlatmayı içerir. Geçtiğimiz günlerde, Japonya’nın uğradığı doğal felaket karşısında Japonların nasıl birleştiğini duyuyoruz.
İstanbul’a tatil için gelen eski Beşiktaş teknik direktörü Gordon Milne, duyduklarımızı doğrularcasına’ bu felaketin maddi açıdan Japonya’ya büyük bir darbe indireceğini zannetmiyorum. Çünkü, Japonlar böyle durumlarda birbirleriyle kenetlenmeyi, birlik olmayı biliyorlar’ dedi.
Nedeni belli. Japonlar örgütlü toplum aşamasına gelmişler. Japonlar, insanın tek başına kaldığı anda güçsüz olacağını, örgütlendikçe güçlenileceği gerçeğinin uzun yıllar öncesinde farkına varmışlar.”
Eskiyen yüzler
Not defterimin sayfalarını karıştırırken 9 Şubat 1996 günü şunları kaydetmişim: “Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin notlarında şöyle der: ‘Ne çok insan yüzü varmış da farkına varamamışım. Bir sürü insan var ama yüz daha fazla, çünkü her insanın yüzü birkaç tane.
Başkaları, yüzlerini korkunç bir çabuklukla takar takar eskitir. Yüzler önce hiç bitmez gibi gelir onlara, ama kırklarına daha yeni basmışlardır ki, sonuncu yüzdür kullandıkları. Ama tabii, bir gün gelir başlar trajedi:
Yüzlerini sakınmaya, idareli kullanmaya alışmamışlardır, sonuncu suratlarını bir haftada eskitip delik deşik ederler, birçok yeri kağıt gibi incelir, giderek astar görünür; yüz olmaktan çıkar yüz ve bununla dolaşırlar.
Rilke ‘madem birkaç yüzleri var onları ne yaparlar?‘ sorusunu da şöyle yanıtlar: ‘Saklarlar, çocukları kullansın diye’. Neden olmasın? Yüz yüzdür.”
‘’Kahramanmaraş günlerim‘’
İnsanlar deprem sarsıntısı sırasında ne hisseder? Bir fikrim ya da tahminlerim var ama o anı yaşayanların duyumsadıklarını tam olarak bilmem olanaksız. Çünkü ben büyük depremlerin hiçbirini yaşamadım. 4-5 civarındaki sarsıntılar ise yaşamımızın bir parçası zaten. 1967 Sakarya depreminde ise çocuktum. Depremin olduğu saatlerde top peşinde koştuğumuz için belleğimde bir iz bırakmadı
17 Ağustos 1999 depreminde Norveç’teydim. Ulusal takımımız Norveç ile bir hazırlık maçı oynayacaktı. Hollanda ve Belçika’da yapılacak Euro 2000’in finallerine gitme olasılığı hesap edilerek bu hazırlık maçı organize edilmişti.
Fanatik ekibi olarak maçtan bir gün önce Oslo’daydık. Ekip olarak gittiğimiz halde, ekipten ayrılıp tek başına gittiğimiz şehri dolaşmak gibi bir huyum vardır. Kendimce, sorup soruşturarak kenti daha iyi tanıyabileceğimi düşünürdüm.
17 Ağustos 1999’da Norveç’teydim
Etrafı tanımaya çalışırken bir Türk mekanı dikkatimi çekti. Ermeni asıllı vatandaşımız çalıştırıyordu mekanı. Adı Sezer olan bu vatandaşımız Oslo’da Atatürkçü Düşünce Derneği’ni de kurmuştu. Maç sabahı erkenden Sezer’in yanına gittim.
“Ağabey felaketi duydun mu?” dedi. “Ne felaketi, hiçbir şeyden haberim yok.” Sezer “arka tarafta televizyon yayın yapıyor, geç de bak” dedi. Gördüklerime inanamadım. Marmara bölgesi yerle bir olmuştu neredeyse. Türkiye’yi aradım, hiçbir yakınıma ulaşamıyordum.
Derhal otele döndüm. Maç ne olacaktı? O arada Türkiye Futbol Federasyonu Başkan Yardımcısı ve kafile başkanı Ata Aksu’yu gördüm. Telaşlı bir halde “bir an evvel maçı oynayıp Türkiye’ye dönelim” dedi. Ben de “ne maçı, memleket yıkılmış maç mı oynanırmış” diye çıkıştım ve ekledim: “Norveçliler bizi anlayacaklardır, en kısa zamanda Türkiye’ye hareket etmemiz gerekir”. Nitekim görüşmeler kısa sürede yapıldı ve özel uçakla Türkiye’ye döndük.
12 Kasım’da İrlanda’daydım
Euro 2000 finalleri için İrlanda ile Play off maçının ilk ayağını Kasım ayında oynayacaktık. Dolayısıyla 12 Kasım Düzce depreminde de İrlanda’daydım. Memleketimizde binlerce bina yerle bir olmuştu. İrlanda’da ise son 700 yılda sadece bir bina yıkılmıştı. O da terk edilmiş bakımsız bir binaydı.
1981 yılında Kahramanmaraş Lisesi’nde öğretmenlik yaptım. O yıllarda şehir yeni yapılanıyordu. Bahçelievler semti yeni apartmanlarla yeni bir şehir planlaması ile kurulmuştu. Üç öğretmen arkadaş orda oturuyorduk. Kahramanmaraşspor amatör ligden 2. Lig’e çıkmak için terfi karşılaşmaları oynuyordu.
Nebil Canik’i Sakarya’da kaybettik
Biz genç öğretmenler de takımın seçmelerine katılıp kadroya girmeye çalışıyorduk. Antrenman sahasında duş olmadığından, çalışmalar sonrasında hep birlikte Paşa Hamamı’nın yolunu tutardık.
İçimizden sadece İzmirsporlu Nebil Canik takıma girebildi. Nebil ile aynı evi paylaşıyorduk. O sene Kahramanmaraşspor 2. Lig’e yükseldi. Nebil İse 17 Ağustos 1999 depreminde yaşamını yitirdi, cesedi bile bulunamadı.
Kahramanmaraş merkezli büyük yıkımım ertesi günlerde Türkiye Futbol Federasyonu hemen toplandı. Toplantıdan çıkan karar “komikti” dense yeridir. Ara transfer 10 gün uzatılmıştı. Ne büyük bir karar!
Deprem bütün ülkenin sorunudur
Deprem belki 10 şehri vurdu ama ülkemizin 81 ilindeki insanların bağrını yaktı. Deprem sadece 10 ilin problemi değil bütün ülkenin sorunuydu. Benim iki akrabam toprağa verildi, üçü enkazdan kendi başlarına çıktı, spor akademisinden sınıf arkadaşlarım da öldü. Federasyon bir hafta sonra maçları başlatmaya kalktı ama tepkiler sonucunda 3-4 Mart tarihini işaret etti.
Enkaz altında farklı spor dallarından onlarca sporcu var. Yıkılmış 10 şehrimizin insanları yaşam mücadelesi verirken psikolojisi bozulmuş amatörleri nasıl mücadele ettireceksiniz? Alt ligleri ve amatör karşılaşmaları nasıl oynatacaksınız? Ülke zincirinin büyük bir halkası kopmuştur. Geriye kalan parçaları nasıl birleştirip ligleri oynatacaksınız?