Arama

Popüler aramalar

‘’Bursa finişe gidiyor‘’

Müthiş bir taraftar rakibi başını kaldıramaz hale getiriyor, Bursaspor’u inanılmaz kamçılıyor, golü bulmadan da asla seslerini düşürmüyorlar...

Bursa’nın dayanılmaz temposu, Denizlispor’un Angelov’dan bile fedakarlık ederek orta sahayı kalabalık tutma planlarını daha ilk dakikadan başlayarak çökertti. Timsahlar öyle yüklendiler ki, Denizlispor’un orta sahası kendi ceza sahasına gömüldü, orta sahayı rakibe bıraktı, bir daha da ele geçiremedi...

Rakip kaleye hep kalabalık gitmesine, çok hareketli oynamasına, her futbolcusunun girişken olmasına rağmen Bursaspor rekor sayıda yan top kullanıp, hiç pozisyon bulamıyor, dönen topları ve ikili mücadeleleri de ezici bir üstünlükle kazanan Bursa, her şeye rağmen sağdan ya da soldan arka arkaya kullanışsız toplar atmaktan ötesine geçemeyip, taktiksel bir tıkanma sorunu ile yüzyüze geliyordu.

Tempo biraz düşünce Denizli orta sahada sanki biraz top yapmaya başlar gibi olduğunda golü yedi: Şampiyonluk havasına girmiş takımlar bir de böyle goller atınca durdurulamaz hale gelir. Hiçbir savunma isabetli bir röveşataya karşı çalışma yapmaz. Ozan şahane vurdu ama benim görüşüme göre bir kaleci tokatladığı topu engelleyebilmelidir...

Denizlispor, geride rakibi beklemenin manasızlığını görüp, 2. yarıya hücumu düşünerek başladı. 4 de şut ürettiler ancak dönen toplara yeterince konsantre olmayıp, en geride bıraktıkları Emin koşmayıp yatınca, Sercan kolay bir gol attı.

Ligin en atletik takımı olan Bursa’nın tek sorunları, oynamaktan vazgeçip uyudukları dönemler: Eğer Youla son 15’te tükenmeseydi, maçın seyri değişebilirdi.

23 Mart 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Reçeteler belli ama!‘’

Şiddete karşı mücadele etmekte, engellerin başında yer alan konu uyarlamacılık ve keyfiliğin temelindeki motif, varolan yapıdaki güçlerin iktidar ve müdahale alanlarını kaybetme korkularıdır. Çoğu gelişmelerin içerikten yoksun ve yalnızca bir vitrin düzenlemesinden ibaret olmasının başlıca nedeni budur!

Futbol Federasyonları sayısız konuda topluma iyi ambalajlanmış, süslü ama içi boş paketler sunmuştur! Bir şeyi yaparken gönülsüz davranmak, bir işi erbabına değil, yağcılara vermek hem korkunç zaman kayıplarına hem de her yerde kendini gösteren kalitesizliğe yol açmıştır... Avrupa Antrenörlük Sertifikasyonu “Jira Project”i federasyona bizim duyurmamızdan sonra sözde harekete geçip, Malta, Lüksemburg gibi ülkeler hemen birkaç yıl içinde düzenlemelerini tamamlamasına rağmen Türkiye’nin bir antrenman düzenlemesini bile yıllar yılı yapamayıp, projenin sürünmesinin nedeni de budur.

Avrupa Kulüp Sertifikasyonu’nun hazırlıklarının alabildiğine gecikip, uygulamaya geçme ve kulüplerden gerekli standartları isteme sürelerinin durmadan 3- 5 yıl ötelenmesinin nedeni de futbol çevrelerini gücendirmemek, küçüklü büyüklü geleneksel futbol iktidarlarını sarsmamaktır...

Şiddetle mücadele yasasının, kendisinden daha üstteki Avrupa sözleşmesini ve koyduğu mücadele standartlarını dikkate almaksızın hazırlanma nedeni de varolan yapılanmanın fazla rahatsız edilmemesidir...

Doğrudan futbola ilişkin gecikmeler, (3. ligdeki yaş sınırlaması gibi temel insan haklarına açık bir saldırı niteliğindeki çağdışılık hariç) yetersiz uygulamalar yalnızca futbol kalitesini düşürür ancak şiddetin önlenmesi konusundaki ihmal, kasıtlı gecikme, yetersiz emek, vizyonsuzluk vs. asla zararsız değildir. Gecikilen her gün, her dakika hayatidir. Çünkü şiddet kurban arar ve bulur. İnsanın yaşam kalitelerinin düşmesi, futbol kalitesinin düşmesinden çok daha vahimdir...

Yani, işleyişi, o işleyiş içerisindeki ilişkileri ve iktidar yapılarını değiştirmeyi göze almadan hiçbir değişim sağlayamazsınız! Değişime futbolseverler kolay uyum sağlarlar, siz yönetenlerden haber verin!

Amerika örneğiyle olmaz!
Bir futbol ve medya büyüğümüz “Verin bana İstanbul Valiliğini, bir haftada şiddeti bitireyim” demişti... Hiçbir derli toplu, çağdaş kalitede birikimi olmadığı besbelli olan büyüğümüz, inandığı yöntemin ipucunu da vermişti: “Amerika’da gördüm, polis orada Allah yarattı demeden dövüyor!”

Futbol şiddeti ile mücadele, özellikle bu yolun tersine yürümekle mümkündür!

Aslolan, futbolsever dostu stadyum ve futbol atmosferini yaratmaktır! Kendini kontrol edemeyen, aşırılıkları taktik bir üstünlük gibi kullanmaya kalkan kişi ve grupların futbol dünyasında istenmediğinin ve bu dünyaya ait olmadıklarının açıkça ifade edilmesidir.
Yalnızca büyük fiziksel şiddete değil, sözel, psikolojik vs. her türlü şiddete karşı sıfır tolerans ile hareket edilmelidir. Futbolsever dostu stadyum, şiddete yatkın taraftarı kendi şiddetinden bile zarar görmekten koruyan stadyumdur...

- Şiddetin önlenmesinde en büyük rolün polise yüklenmesi de büyük bir haksızlıktır. Polisten önce yapılması gereken işler yapılmalı. Öncelikle “endüstriyel” değil, “sportif kültür” güvenceye alınmalıdır. Federasyonların onyıllarca neredeyse bütün prestiji ve çalışma odağını en üst lige vermesi, ligden düşme gerilimlerinin kolayca şiddete dönüşmesine, psikolojik kirlenmelere yol açmıştır. Tüm ligler değerli olmalı, bu değerlilik duygusu tüm toplum tarafından hissedilmelidir!

Biletler isme satılmalı
- Bilet ve taraftar politikaları değiştirilmelidir. Milyar dolarlık “stadyum yenileme” planlarına kalkışan federasyonun, birkaç milyon dolara çabucak tamamlanabilecek “biletlerin isme satılması” uygulamasından ısrarla kaçınması aymazlıktır. “İsme satılan bilet” uygulamasını delerler” argümanı geçersizdir, saçma bir bahanedir.

- İsme yazılı bilet uygulamasının yanı sıra kapı girişleri de kesin bir kontrol altında tutulmalı, önceden belirlenen sayıdan bir fazla seyirci stadyuma girememelidir!

- Seyirci “mutlaka” kendi koltuğunda oturmalı, tribündeki öbeklenmeler birçok yönden şiddet ve risk odağı olduğu için kulüpler ceza görmelidir! Hiçbir taraftar üzüm salkımı gibi bir oluşum içerisinde kalarak birey olma özelliğini yitirmemelidir!

- Federasyon tarafından İngiltere’deki Football Licensing Authority örneği özerk bir kurum oluşturulmalı, bu kurum stadyumları (fiziki yapı ve uygulamalar bakımından) lisansa bağlamalı, eksikleri somut olarak tespit edip, düzeltilmesini-giderilmesini takvime bağlamalı, maç sırasında ve boş stadyumda denetimler yapmalı, Bu kurumun yaratacağı yegane risk yönetimlerin iktidarlarını paylaşması ve düzenin gerçekten değişmesidir.

- Federasyon ve kulüpler, taraftar-futbolsevere hizmet verme duygusu kazanmalıdır. Çağdaş stadyum yönetimi, her izleyicinin huzurla ve çevreden hiçbir ekstra stres yükü ile karşılaşmadan, güvenlik ve keyif içinde maç izleme hakkını garanti etmektir!

- Hem federasyonun hem de kulüplerin süresiz taraftar kampanyaları düzenlemeleri gereklidir. Bu konudaki boşluk son derece büyüktür.

Yönetenler güven kaybetmemeli
- Futbol tüm ülkenin toplam ürünüdür. Bu bakımdan hem federasyonun, hem de kulüplerin sosyal alanla çok daha yoğun bir iletişim içinde olmaları, şeffaflaşmaları, eleştiriden ve sorgulanmaktan rahatsız olmadan, yorulmadan karşılık vermeleri zorunludur, çağdaş futbolun gereği budur, futbol bir avuç insanın kendi aralarında yürütebilecekleri bir iş değildir. Aksi takdirde yönetimlerin güvenilirlikleri ortadan kalkar ve futbolseverin isyan etmesini tetikleyecek söylenti ve inançlar engellenemez!

- Bütün bunlar yoluna konulduktan sonra polisin futbol içindeki varlığı büyük ölçüde teknik uygulamalara dayanacaktır. İngiltere’deki NCİS benzeri, yalnızca sorun çıkartan taraftarları değil, taraftar gruplarının yapısını, motivasyonlarını, büyüklüğünü, şiddete başvurma düzey ve biçimlerini inceleyen; çıkan olayların nedenlerini, yerlerini, zamanlarını, olaylardaki insani veya maddi hasarların boyut ve biçimlerini kaydeden; öncelikli görevi, toplanan strateji oluşturmak, yönlendirme ve denetim olan bir polis departmanı oluşturulmalıdır...

19 Mart 2010, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol ateş hattında‘’

Son olaylardan sonra ülkenin en büyük erk sahipleri fikir belirttiler. Ağız birliği etmişcesine ceza yönetmeliğinin by-pass edilmesini gerektirecek yorumlar yaptılar. Ancak hiçbiri, “Futbol Federasyonu özerktir” demedi.

Şiddetin ayrılmaz parçası kendine kurbanlar bulmasıdır. En sosyal oluşumlardan biri olan futbolda yaratılan şiddet de bu açıdan çok göz önünde, dikkat çekici ve modellenen bir yapıda olduğundan, futbol şiddetinin önlenmesi toplumsal düzenin korunması açısından özellikle son 20 yılın dünyadaki önemli amaçları arasında yer almıştır...

Şiddetin önlenmesinde niyet, kararlılık, bilgi, yöntem ve organizasyon gerektiği için şiddetin önlenmesinde uluslararası kalitede standart yakalayamadık, ölçülebilir gelişme gösteremedik, sonraki adımlar için rota tutturamadık...

“Futbol asla sadece futbol değildir” diye önemsenen bir söz vardır. Ancak görüyoruz ki, gerçek spor adamları ve sporseverler dışındakiler için “Futbol pek de bir şey değildir, birçok kez de hiçbir şeydir!”

Özerklik asla kazanılmamıştır
Son olaylardan sonra ülkenin en büyük erk sahipleri fikir belirttiler, daha da ileri gidip yargıda bulundular... Ağız birliği etmişcesine ceza yönetmeliğinin by-pass edilmesini gerektirecek yorumlar yaptılar... Bu tabii ki önemli bir durumdur ama bir başka nokta daha var ki... Hiçbiri ama hiçbiri “Futbol Federasyonu özerktir. Gerekli kararı kendi organları ile bağımsız şekilde verir. Benim yorum yapmam doğru olmaz çünkü yorumumun kararı etkileme ihtimali vardır” demedi!

Futbolun özerkliğine somut ve aktif bir müdahale söz konusudur! Ve futbolun gerçekten özerkleştirilmesi zorunludur. Özerklik mücadelesi asla kazanılmamıştır, futbol, özerklik masalı ile uyutulmuştur. Uyanması ve özerkliğini kazanması için mücadele vermesi gerekecektir! Başka konularda çatışan güçler, futbol adaletine müdahale etme veya etkide bulunma konusunda gönül rahatlığı içinde birleştiler!

Cezalar kente değil!
Yönetim sorumluğu olan bir siyasi “birkaç provokatör yüzünden bir kenti cezalandırmak adaletsiz olur” diye tamamen saptırmaya dayalı bir sözden bile kaçınmadı. Federasyonun hiçbir cezası bir kente dönük değildir ki! Birincisi, futbolu düzenleyen kurallar genellik özelliğine sahiptir, hiçbir kural veya cezai düzenleme “taraftar şiddet gösterirse kenti cezalandırırız” diye konulmamıştır. Futbol cezaları, yalnızca ve yalnızca futbola dair konularda, futbolun içindeki kişi ve kurumlara yönelir, kenti cezalandırmak asla söz konusu değildir!

“Kulüp cezalandırılırsa aslında kent cezalandırılmıştır” diye konuşmak sorumlu bir siyasetçinin yorumu olabilir mi? Örgüt bile anti-propaganda konuşmalarında bundan daha saptırılmış, yanlış yönlendirmeye dayanan bir argüman üretebilir mi?

Futbol, yalnızca futbolun kendi mekanizmaları ile seçtiği yetkin spor adamları tarafından yönetilmelidir. Futbolun özerkliği futbol şiddetinden de önemlidir ve özerklik futbolun şiddetten de önce gelmesi gereken konudur. Çünkü futbolu “hiçbir şey” olarak gören ve sportif değerleri ve ideali kendi değer verdiği amaçları için kolayca feda edenlerin müdahaleleri, futbol şiddeti ile mücadeleyi zaten imkansız kılacaktır...

Neden başaramıyoruz?
1990’da imzaladığımız, “Spor Karşılaşmalarında ve Özellikle Futbol Maçlarında Taraftar Şiddeti ve Kötü Davranışlarının Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesi”nin ve mücadele yöntemlerini gösteren ek metinlerini ilk kez, 1998’de bu satırların yazarı tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olması bile bir takım adımların ne kadar göstermelik olduğunu ortaya koymuştu.

Bu ülke yalnızca Şair’in mezarının başucuna, uyarına getirip bir çınar bulamamıştır. Bunun dışındaki her şey “uyarına gelecek” biçimde evrilip yönetilir. Futboldaki “gelişmeler” de bir çok kez göstermelik, biçimsel ancak içerikten ve sonuç üretmekten uzaktır...Avrupa Sözleşmesini imzalamış olmak şiddeti tabii ki önlemeye yetmemiştir. Çünkü Meclis’te imza sayfasından başka doküman yoktur. Sözleşmeye bağlı ek metinleri Futbol Federasyonu’na, GSGM’ye ve bazı spor yüksekokullarına iletmek bize düşmüştür. Avrupa Konseyi’nde görevli ve Avrupa Sözleşmesi’ni tüm Avrupa’da yürütülmesini sağlamaktan sorumlu Mesut Özyavuz ile Türkiye’den iletişim kuran ilk Türk bu satırların yazarı olmuştur...

Bu satırların yazarının ısrarlı çabaları ile Türkiye de şiddetin önlenmesi için bir yasa çıkartmış ancak bu yasa Avrupa Sözleşmesi’ne paralel tasarlanmadığı; “uyarlanmış, Türkiye’ye özgü, bilgiye değil, kanaatlere dayalı” bir yapıda olduğu için kullanışsız ve yararsız bir yasa olmuştur...

Futbolda ve özellikle stadyumda öngörülemez ve önlenemez hiçbir şiddet, hiçbir risk unsuru yoktur. En büyük risk, kötü yönetimdir. Çünkü kötü yönetim de bir şiddet biçimidir ve şiddetin ortaya çıktığı her noktada bir biçimde kötü yönetim söz konusudur...

Marka değeri korunmalı!
Marka değerini koruma gerekçesi ile yanına RTÜK Başkanı’nı alıp medyaya gözdağı veren Federasyon Başkanı, özerkliğin korunması, futbolun marka değeri, federasyonun onurunu korumak vs. için dik bir duruş gösterip bir basın toplantısı daha yapacak mıdır acaba? Tam özerkliğe sahip çıkmak Federasyon Başkanı’ndan başkasının görevi ve sorumluluğu mudur?

Hemen her konuşmasında dile getirerek “marka değeri” diye yapıştırma bir totem yaratan Federasyon Başkanı bir kulübü futbol dışı güçlerin bastırması ile cezalandırmama yoluna giderek, tüm Türkiye’nin futbola inancını, futbol sevgisini, yarışma heyecanını yok ederse bu futbolun resmen ölümü olacaktır. En önemli sosyal olgulardan birini yok etmek, tarihe geçmenin en kötü biçimlerinden biridir!

Yarın: Ne yapmalı? Futbol ve çevresindeki herkesin sorumlulukları görevleri...

18 Mart 2010, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kötünün iyisi kazandı!‘’

Üç puanın önceki üç puanlardan değerli olduğu maçta, Denizlispor özellikle hücumda kendini aşma çabası içinde oynarken, yalnızca ilk yarıda 7 şut çekti. Rüştü bunların ikisini, direklerin dibinden çıkararak büyük iş yaptı. Beşiktaş anlaşılmaz şekilde hantal bir futbol oynadı. Beşiktaş üçüncü bölgeye 6-7 kişiyle gidip, kapalı savunma üzerine set hücumları yapmayı planlamıştı. Ancak bu oyun düzeni seri yer değiştirmelere, hassas ve iyi zamanlı paslara dayandığı için, orta sahada topa bastıkları anlarda ikili mücadelelerde top kaybettiler.

Beşiktaş oyunu pozisyon üretmeden sürdürürken, Tello da kalenin tam karşısında oynamasına rağmen tek bir şut denememesi önemli bir futbol eksiğiydi. Şilili’nin forvet arkasında kilit pozisyonda yer alması, hiçbir oyunsal katkı sağlamadı ama üçüncü korneri inanılmaz şekilde bir süre adamın arasında yere düşünce Holosko topu götürüp, sayıyı yaptı. Beşiktaş ikinci yarıda da rakibe savunmada fazla güçlük çıkarmadan, 1-0’a yaslanıp hücumda da kendini üzmeden oynarken kritik değişiklik; Denizli’nin oyun isteğini tempolu koşuları terk edip uyuklamaya başlamasıydı. Maçtan geriye kalan Rüştü’nün kurtarışları ile Toraman’ın imdada yetişen hamleleriydi. Her iki takım için de geçerli olan tek cümle var: Bu, Denizli’nin aradığı futbol değil!

16 Mart 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Mağlup başladılar‘’

Eskişehir’in müthiş taraftarı sayesinde Galatasaray deplasman baskısını hücrelerine kadar hissetti. Tribündekine ilaveten sahadaki Eskişehir baskısı Sarı-Kırmızılıları çok kötü bozdu. Oyun, ne oynadıklarını anlamadan, kendilerine bir türlü çeki düzen verme fırsatı yakalayamadan sürdü ve sona erdi.

Galatasaray aslında rakibinin temposuna tempo ile karşılık vermek istedikçe, teknik kapasitesinden taviz verdi, yerleşimler aksadı, topu kontrol etmek güçleşti, çok sayıda pas hatası yapıp, çok top kaybettiler. Yani tempo yükseltmek ve topu ayağında bulundurmak birinci derecede önemli değil, bu tempo düzeyinde topu nasıl kullandığınız ve takım oyununu ne kadar uygulayabildiğiniz daha belirleyici...

Galatasaray, orta sahada verim üretmenin ne kadar hayati olduğunu gösteren ders gibi bir mağlubiyet aldı: Üçüncü bölgeye giden her orta saha oyuncusu bir hücumcu gibi tehditkar olmak durumundadır. Cim Bom hücuma kalabalık gittiği zamanlarda bile kimsenin kaleye bakmaması, gol vuruşu arayışında birkaç oyuncu bulunmayışı bir hücum zafiyeti idi...

Kırmızı-Siyahlılar topu dikine olarak ön liberoların arkasına geçirip yüksek tempolu boş koşularla destekleyerek iki gol buldular, daha da bulabilirlerdi. Ön liberoların topla gelen hücumcuları önleyemediği durumlarda savunmanın yalnızca arkadaki alanı değil, önlerindeki 5-10 metrelik bölgeyi de kontrol etmesi gerekiyor...

Eskişehir’in disiplinli ve baskılı oyununa karşı Galatasaraylılar’ın soğukkanlılıkla değil sinirle karşılık vermesi henüz olgun bir takım olmadıklarını vurguluyordu.

2-0 geride oynarken Keita’nın yerine Emre’nin girmesi çok zayıf bir hoca hamlesi idi...

09 Mart 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Lille yüzünden‘’

Bursa’nın önceki maçlardan ders çıkartması gerekirdi ancak oyun, kupanın ilk ayağındaki gibi gelişti. Bursalılar kornerde ceza sahasına yığılıp, topu çıkarttıklarında ileri çıkacaklarına adamlarının başında bekleyip ceza sahasının dışını kontrol etmeyince, kale sahasında kalabalık savunma arasında vurdurup golü yediler... Gene!

Maçın çok başında idi... Gene! Fenerbahçe’de oynamak her santrfor için cennettir. Ligin en iyi kadrolarından biri ar geceyle senin için çalışır, takımını müthiş seven büyük ve coşkulu bir taraftar kitlesi durmaksızın destekler, engin gönüllüdür, bir verirsen bin verirler... Guiza ahlaklıca oynuyor ama ruhuyla Fenerbahçe’nin santrforu olamadı, artık olacak gibi de değil... Buna karşılık Alex sezonun baharını yaşıyor, kalibrasyondan yeni çıkmış gibi... Ya kaleye ya direğe! Bilica’nın saçmasapan pasları Emre’nin daha fazla sorumluluk almasına yol açtı ve topla daha fazla buluşan Emre savunma ile rakip ceza sahası arasında göz alıcı bir futbol oynadı... Lakin... 60’dan sonra Alex hariç bütün yabancıların oyundan tamamen düşmesi maçın gidişini tamamen değiştirdi. Fenerbahçe’nin yüzdeli ve organize pas oyunu tüm takımın katılımını gerektirdiği için, hücumcularla savunmayı ikiye bölen bir anlayış orta sahayı düşürüp, savunmayı kolay delinir hale getirdi... Gene!

Orta sahadan itibaren topu yere indiremedikçe oynayamayan ve tempo yükseltemeyen Bursalılar her geçen dakika ışığı görmeye başladılar... 2-2’den sonra Fenerbahçelilerin kaytarmadıkları ve gerçekten tükendikleri anlaşıldı, Kanaryalar son saniyede koparttıkları puanları gene alacaklarını düşünüp eldeki puanı da yitirdiler... Lille maçları Fenerbahçe’yi değiştirecek...

23 Şubat 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe tekliyor‘’

Büyüklere karşı oynarken prese ileride başlayıp hücum aksiyonlarıyla göz doldurarak saygı toplayan Manisa, maça savunma ağırlıklı bir kadroyla başlayıp, coşkulu taraftarının ittiği Fenerbahçe önünde saha avantajını tamamen terketmişti.

Fenerbahçeliler, özgüvensiz şekilde geri yaslanan Manisaspor önünde tempolu koşular ve yüksek yüzdeli paslarla hemen öne geçip, oyunu tamamen kontrollerine aldı. Orta sahada hiç top kapamayan Manisa, topu kazandığı zaman İsaac’in de tembel oyunuyla topu dikine oynayacak adam bulamayıp, daha ilk paslarda Fenerliler’e ikram etti.

Fenerbahçe, hem oyun şablonunu yerleştirmiş hem de çok teknik ve disiplinli bir takım olarak rakibinden çok daha iyi bir görüntü verdi, sahanın her yerinde gösterişli bir futbol oynadı. Ancak güzel futbolla tatmin olup, gollerin daha fazlası için yeterli tutku beslemediler. Kanatlarda enerji tüketip, top yere indiğinde pozisyon ve paylaşım hataları yapan Manisa stoperleri önündeki Semih ve Alex’i bulmayışları hataydı.

Mehmet Nas’ın oyuna girişinden sonra rakip sahaya bakmaya başlayan Manisa, İsaac’in kafasıyla kaleyi bulan ilk vuruşta beraberliği sağladı. Fenerbahçe, ikinci yarıda da gösterişli işlerle kontrolü elinde tutmasına karşın, gerek vuruş özensizlikleri, gerekse Manisa kalecilerinin etkili performanslarıyla bir türlü sayı yapamadı. Reha Kapsal, Fener hakimiyetindeki oyuna Yiğit Gökoğlan’ı alıp kazanıcı bir hamle yaptı. Ev sahibinin kontratak koşularına başlaması, Fener savunmasıyla hücum arasındaki mesafeyi iyice açıp, büyük boşluklar yarattı. Orta sahada kaptıkları her topta, 3 kişiyle gol aramaya başlayıp, golü de attı.

Sürekli kapalı savunmaya atak yapıp, yüksek bir adamın eksikliğini yaşayan Fenerbahçe’nin, arka direğe giden ilk ortada Gökhan ile golü bulması, çok şey anlatıyordu. Aziz Yıldırım’ın profesyonel hakemlik teklifini düşündüğümüzde Abitoğlu’nun listenin kaçıncı sırasında yer alacağını merak ediyorum.

15 Şubat 2010, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Eksikler mazeret değil‘’

Galatasaray maça ilk dakikada 10 kadar pas hatası ile başladı ve bir daha toparlanamadı.

Geri dörtlünün savunma gayretine rağmen, Galatasaraylılar topu ayaklarına aldıklarında ne yapacaklarını bilemez halde idiler. Takıma katkısı olmayan Mehmet Topal bütün pasları rakibe attı, Arda ve Keita’nın bireysel gayretleri takım arkadaşlarından hiç katkı almadı. Arda’nın 30’dan, Keita’nın korner bayrağının oralardan çektiği şutlar organizasyon umutsuzluğunun ve zihinsel tükenmenin eşiklerinde gezdiklerinin isyan bayrağını çekiyordu... Asıl işi yapacaklardan Elano ve Dos Santos da çok az top alınca Cim-Bomlular’ın korkudan dizleri titredi... Kayseri takımında Galatasaray’dan daha çok emek var, daha çok ciddiyet var ve sonuç olarak oyun prensipleri adım adım işlenerek takım gibi oynayan disiplinli bir kadro var! Yani takım olmak, bonservis değerlerini toplamaktan çok başka bir şey! Dökülen Galatasaray orta sahasını, topu kanatlara doğru oynayıp kolay geçen Kayseri, Mehmet Eren, Emreciksin, Cangele ve Makukula ile baskı oluşturmasına rağmen kaleye az top vurdu. Topu kalenin ağzına taşımak istemeleri gereksizdi...

Galatasaray Arda, Keita ve Elano ile orta sahadan top kullanmaya başlayınca organize oldu, ilk etkili atakları ancak 37’de Keita-Arda-Dos Santos ile geldi...

İkinci yarıda Hakan, Keita’nın nasıl teknik ve zeki bir futbolcu olduğunu unutup ve gördüğü ilk sarıyı unutarak ayağına atlayıp kırmızıyı görünce Kayseri’nin hücumda çoğalarak ileride pas yapma şansı kalmadı.

Santrforsuz kale önüne yapılan sayısız ortadan iki pozisyon bulup kaçıran Galatasaray, çok kötü bitebilecek bir haftayı futbolun adaletine teslim olarak tamamladı.

07 Şubat 2010, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI