Arama

Popüler aramalar

‘’Bataklığı kurutmak‘’

Bu ülkede istifa etmek “salaklık” olarak görülür, makamı son gününe kadar müdafaa etmek en birinci vazifedir. Kabahati, hatayı üstlenmek yerine yapay düşmanlar üretip gündem değiştirmek ana felsefedir.
Göz önünde duran sorunları çözecek cesaret ve donanım olmayınca, sorunları görmezden gelmek veya hedef saptırmak, futbolda bir refleks haline geldi.
Gurbetçiler de olmasa...
Futbolumuzun birçok kronik sorunu var. Çoğu genç 80 milyonluk bir ülkede futbolcu yetiştirememek bunların içinde belki de en acı olanı. Gurbetçilerimiz olmasa Milli Takım kuramayacak noktaya geldik.
Kulüplerin mali sorunları, tribün terörü, şike, teşvik ve menacerlikten geçimini sağlayan futbolcular, teknik direktörler, başkanlar...
Futbolun ekonomisi büyüdükçe, sorunlar yumağı da aynı paralelde büyüyor. Tam tersi olması gerekirken biz hala 70’lerin 80’lerin söylem ve eylemleri ile futbolu yönetmeye çalışıyoruz.
Kamerayla şiddeti çözeceğiz!
Beşiktaş -Bursaspor maçı öncesi ve sonrası çıkan olayların ardından futboldaki şiddeti halletme işini stadyum kameraları ve sporda şiddet yasasına bağlayıp sorunu çözeceğiz.
Futbolun seyrine şiddeti sokan ana aktörler, holigan taraftar gruplarına destek veren kulüp yönetimleridir. Hangi takım taraftarı olursa olsun, maça yanında bıçakla giden taraftarın geçim kaynağı “profesyonel taraftarlık”tır.
Kulüp yöneticileri deplasmana otobüs kaldırırlar, kumanya ve yolluk verirler, bedava bilet dağıtırlar, tribün mafyaları da bu ekonomiden nemalanırlar. Türkiye, futbol maçları için bir karaborsa cennetidir.
Her şeyin bir bedeli var
Dünyada eşi benzeri görülmemiş şekilde karaborsadaki bilet fiyatları gişede satılandan daha ucuzdur. Biletler, taraftar gruplarına bedava dağıtıldığından bu traji komik durum ortaya çıkar. Futbol teröristi bazı taraftar grupları bu sistemden beslenirler, karşılığında yönetimleri ve yöneticileri koltuklarında rahat oturturlar..
Hangi kanunu çıkarırsanız çıkarın, hangi kamera sistemini kurarsanız kurun kulüpleri mali açıdan denetleyemezseniz ne futbolda şiddetin önüne geçebilirsiniz, ne yabancı transferi rantının iğdiş ettiği genç yetenekleri kazanabilirsiniz ne de şike ve teşviğin önünü kesebilirsiniz.
Türk futbolunun kurtuluşu, futbola giren parayı takip etmekten ve denetlemekten geçer. Bu denetim ancak devlet tarafından yapılabilir. Federasyonun kendini seçen çoğunluk oylara sahip kulüplere rağmen bu denetleme mekanizmasını uygulaması, eşyanın tabiatına karşı bir durumdur.
Futbolun para trafiğinin denetlenememesi yüzlerce suçun kaynağıdır. Bu organize yapıyı çökertmek yönetsel anlamda cesur ve karalı bir iradenin ortaya konması ve de devlet desteği ile gerçekleşebilir. Bir dizinin sloganı gibi “Sonunu düşünen kahraman olamaz” misali zevahiri kurtarmaya çalışanlar çözümün değil problemin bir parçası olarak tarihteki yerlerini alırlar.
Beylik lafları, çözüm için on yıllardır kullanılan klişe sözleri, tali yolları kullanmayın ve top çevirmeyin.
Sadece ve sadece parayı takip edin,sivrisineklerle uğraşacağınıza bataklığı kurutun tabi cesaretiniz varsa.
Gerisi laf-ı güzaf...

09 Aralık 2010, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Tesadüfen‘’

Türk Futbolu’nda hedeflerin ve vaatlerin sonu yoktur. Futbolun sermayesi vaatler üzerine kurgulanmıştır. Geleceği satarsınız, ekmeğinize bakarsınız, siyasetinizi yaparsınız. Gelecek geldiğinde “gömlek olmadı, pantalon verelim” der, işi yeni bir yakın geleceğe ihale edersiniz ki sistemin çarkları dönmeye devam etsin, “kifayetsiz muhteris” iktidar alanınıza kimse girmesin. Büyük usta Çetin Altan’ın dediği gibi “Türk’ün, Türk’e propagandası”dır ekmeğimiz. Seksen milyonluk ülkeden arka arkaya başarı yakalayabilen, devamlılığı olan futbol nesilleri üretemiyoruz. Arada tesadüfen ortaya çıkan başarıları veya değerlerimizi ise bir an önce iğdiş etme çabası içinde küçük bir dünyamız var. Bugün dünya standartları üzerinde yetişmiş kaç futbolcumuz, kaç gazetecimiz, kaç yöneticimiz var? Son 50 yılda Avrupa’nın en tepesindeki 20 kulübe kaç futbolcu ihraç etmişiz? Kulüp takımlarımız Romanya veya nüfusu neredeyse bizim 10’da 1’imiz kadar olan İsveç takımları kadar başarı elde edebilmiş mi?

Evrensel anlamda ne ürettik?
Kaç federasyon başkanımız, kaç kulüp yöneticimiz uluslararası platformlarda yaptığı işlerle bir yerlere gelebildi? Kaç spor yazarımızın uluslararası başarısı ya da bilinirliği veya prestiji var? Top yekün ne değer üretmişiz evrensel anlamda ki ne bekliyoruz gelecekten. Bir de hedef, planlama gibi beylik laflar ediyoruz. Türk futbolu bir avuç insanın yetersizliklerinin iktidarını oluşturduğu bir oyun alanı. İki-üç kulüp başkanı, üç-dört federasyon yöneticisi,yirmi-otuz futbolcu bir o kadar da medya mensubu etrafında dönen bir küçük dünyamız var, hepsi bu. Bu oyun alanını genişletmek, büyütmek kimsenin derdi değil, çünkü herkes kendini ve kapasitesini biliyor. İş, evrensel değerleri üretmeye gelince biliyorlar ki oyuncakları ellerinden gidecek. Küçük olsun onların olsun ,kimse kimseye dokunmasın, çünkü hepsi aynı masada yemekteler. (Sayın Özgener alınma, İstinye Park’takine gönderme yapmıyorum.)

Yabancı rantını kim yiyecek?
Uğur Meleke Azerbaycan maçından sonra Milliyet’te “hedef 2014 olmalı” diye yazdı. İşte asıl sorun burada başlıyor. Sportif anlamda başarılı nesli ömrünü tamamlamış, alt yapısı çökmüş veya hiç olmamış, yönetsel ve mali açıdan iflas etmiş bir ülkenin futbolu için 4 yıllık planlama ne kadar gerçekçi bir hedeftir? Yoksa her zamanki gibi hedef saptırma yapıp top mu çevireceğiz? Bu milli takım ne 2012’ye ne de 2014’e gidebilir. Evrensel futbol kriterlerinde böyle bir şansımız yok, olursa yine mucizelerle olur, hiç bir gerçeklik bizi oralara götüremez. Bugün 15-18 yaş aralığında olan yeteneklerimiz kendi kulüplerinde oynama fırsatı mı bulacaklar ki hedefi 2014’e iteliyorsunuz? Alt yapının önü açılınca yabancı transferi rantını kim nasıl yiyecek bu sorunun cevabını bulmadan Türk futbolunda geleceğe yönelik nasıl bir sportif planlama yapılabilir?

Hedeften önce sahip çıkın
Türkiye Futbol Federasyonu kendini seçen kulüplerin üzerinde mali denetim ve sportif üretim konusunda yaptırımlarını nasıl uygulatabilecek? Türk futbol medyası, bugün koruma altına aldığı Guus Hiddink’i kendi evinde yenerek Dünya 3.’sü apoleti takan Şenol Güneş gibi değerlerimize mi sahip çıkacak ki hedefimiz 2014 veya 2022 olsun. Bu ülkede futbol yönetsel gerçekçilikten, kurumsallıktan ve sürdürülebilirlikten uzak genelde tesadüfen yapılan bir iştir. Tesadüfen kulüp ya da federasyon başkanı olur, tesadüflere bağlı koltuklarımızda otururuz. Tesadüfen yetenekli futbolcu ve teknik adam çıkartır, tesadüfen onları yaşatırız. Tesadüfen başarılı transfer yapar, tesadüfen onları değerinin üstünde satarız. Tesadüfen Almanya’yı yener, tesadüfen Azerbaycan’a yeniliriz. Tesadüfen şampiyonalara katılır, tesadüfen başarılı oluruz. Tesadüflere ve mucizelere göre yazı yazar, eleştiri yaparız.

19 Ekim 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’12 Adam gibi adam‘’

Dünya Basketbol Şampiyonası başlamadan hemen önce, Millilerimiz Efes Cup ’ta mücadele ederken kenardaki Tanjeviç, adamını kaçıran Ömer Onan’a fırça atıyor. Ömer aynı tonda cevabını veriyor ve işine bakıyor.

Tanjeviç’in siniri geçmiyor. Bir daha fırça atmaya yeltenince araya Kerem giriyor, kendisine su ve havlu verip ortamı rahatlatıyor.

A Milli basketbol takımımız tam bir takım hüviyetine bürünmüş. Tanjeviç ’e rağmen saha içi müdahaleleri kendileri yapıyorlar, inanmışlar ve kenetlenmişler. Seyirci desteği takımı 6.vitese atıyor ve hedefe doğru gidiyorlar.

Milli takımımızın normal şartlarda turnuvayı ilk 6 ’da bitirmesi olası, ayrıca sonraki turlardan gelecek olan takımların gücüne göre madalya şansı da yadsınamayacak kadar yüksek.

Basketbol Federasyonu, açılış seremonisi ‘bulamaç’ından, yayıncılık alt yapısındaki problemlere kadar en kibar şekli ile zayıf bir organizasyona imza atıyor. Devletin tüm maddi ve manevi desteğini arkalarına almalarına rağmen yıllar öncesinden hazırlanılması gereken organizasyon yine son dakikada kotarılmaya çalışılıyor.

Övgüyü de yergiyi de abartan bir yapımız var. 2002 ’den bu yana sponsor reklamları basketbol milli takımımızı mitolojik kahramanlar şekline büründürüyor. Reklam kuşaklarında binlerce saniye onların 12 dev adam oldukları hatta uçabildikleri bile söyleniyor.

Bu kitlesel ‘gazlama’nın ne sponsorlara ne de basketbolcularımıza faydasını henüz göremedik. Aksine sporcular üstünde psikolojik bir baskıdan bile söz edebiliriz.

Ancak bu kez ulusal ölüm-kalım mücadelesi haline getirilmiş bir ortamda başta Tanjeviç ve Turgay Demirel ’e rağmen bu takım tüm baskıyı kendi içinde dağıtıp, sahaya bambaşka bir enerji olarak yansıtıyor.

Sonuç ne olursa olsun sizler bu ülke basketboluna altın çağını yaşatan sporcularsınız. Bizlere düşense sizi mitleştirmeden önce insan olduğunuzu hatırlatmak ve 12 başarılı sporcunun hayata dair, insana dair, spora dair öyküsünü olduğu gibi yansıtmaktır..

31 Ağustos 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Total futbol ve Yeniköy kasabı‘’

Bu Dünya Kupası’nda ders alacağımız pek çok şey var. Aylar öncesinden belirttiğim gibi Güney Afrika Dünya Kupası organize edebiliyorsa bizim böyle bir organizasyona ev sahipliği yapmamız için öncelikle içimizdeki İrlandalı ve “Batıcılar’ı” ikna etmekle işe başlamamız lazım.

Konuya sportif açıdan bakıldığı zaman kendi liglerinin üzerinde bir kaliteyi tutturan tüm milli takımların 2010’da başarılı oldukları görülmektedir. Milli takım kadrosunda yabancı liglerde oynayan ne kadar futbolcunuz varsa; yani ne kadar futbolcu ihraç ediyorsanız o kadar başarılı oluyorsunuz, ithal ikame ülkeleri ise artık sınıfta kalıyor.

Hollanda-Katalunya finali Cruyff’un çocuklarının yani Total Futbol’un zaferidir.

İthal ikameci Türk Futbolu bu başkalaşımın farkına varamazsa Dünya sahnesinden her geçen sene daha da uzaklaşacaktır.

FIFA, 2010 Dünya Kupası’na katılan 32 takımdan herhangi iki ülkenin yerine, A Grubu’na Barcelona’yı ve H Grubu’na İnter’i yerleştirseydi finali açık ara bu iki takım oynardı

İlk defa bir Dünya Kupası’nda milli takımların oynadığı futbol bu denli kulüp futbolunun altında kalmıştır. Bu da yakın gelecekte Dünya Kupası ve Avrupa Kupası gibi organizasyonları izlenirlik ve tatmin açısından zora sokacak önemli bir faktördür.

20 kişilik Hollanda kadrosundan 12 futbolcu İngiltere, Almanya, İtalya ve İspanya gibi dünyanın önde gelen liglerinde oynuyor, geriye kalan büyük çoğunluk ise PSV ve Ajax gibi alt yapı zengini kulüplerde.

23 kişilik İspanya kadrosunun 8’i Barcelona’nın oyuncularından oluşuyor, kalanının çoğu aynı Barça gibi Real Madrid alt yapısından. Kuruluşundan bugüne Barcelona üzerindeki Hollanda etkisine de bakılınca finali kim kazanırsa kazansın galip Hollanda ve ekolüdür.

Final maçında sahadaki futbolcuların yarısına yakını belki de yarısından fazlası La Liga oyuncuları olacak ki bu da İspanya Ligi’nin dünyanın en iyi ligi olduğunun bir başka göstergesidir.

Kısacası Dünya Kupası’na bakınca bizim futbol yapımızın ne kadar demode ve tepedeki ülkeler ile nasıl taban tabana zıt bir yönetsel stratejik yapıda olduğunu, daha iyi anlayabiliriz.

2010 Dünya Kupası beni şaşırtmadı. Kendi adıma beklentilerimde olup gerçekleşmeyen tek şey Jimmy Jump’ın henüz sahaya inmemiş olması, umudum final maçında.

Birde şu Yeniköy kasabının masatı ne olacak? Hala orta yerde duruyor.

10 Temmuz 2010, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’6+4!‘’

-1994-95 sezonu; şampiyon Beşiktaş, kadrodaki yabancı sayısı 2, o kadrodan bugün Süper Lig’de teknik direktörlük yapan futbolcu sayısı 3.

Türk A Milli Takımı F.I.F.A sıralamasında 25’inci, aynı sezon 3 büyüklerin toplam borç yükü yaklaşık 1,5 milyon dolar.

-1999-2000 sezonu; şampiyon Galatasaray, efsane kadronun U.E.F.A Kupası’nı ve Süper Kupa’yı kazanarak tarih yazdığı sezonda 6 yabancı oyuncusu var. Aynı sezon Fenerbahçe’nin yabancı sayısı 11.

Türkiye F.I.F.A’da 35. sırada. Üç büyüklerin toplam borç yükü yaklaşık 80 milyon dolar.

-2004-2005 sezonu; şampiyon Fenerbahçe, kadrosundaki yabancı sayısı 5.

Türkiye F.I.F.A’da 14. sırada. Üç büyüklerin toplam borç yükü yaklaşık 350 milyon dolar.

-2009-2010 sezonu; şampiyon Bursaspor.

Üç büyüklerin kadrolarında bulunan toplam yabancı oyuncu sayısı 27.

Türkiye F.I.F.A’da 29. sırada. Üç büyüklerin toplam borç yükü yaklaşık 1 milyar dolar.

T.F.F, Süper Lig kulüplerinin sözleşme yapabileceği yabancı sayısını 8’den 10 çıkardı.

Vatana millete hayırlı olsun.

6+4 yabancı oyuncu ile daha heyecanlı ve marka değeri yükselen bir lig bizleri bekliyor. Stadyumlar dolacak, decoderlar yok satacak. Dünya derbilerimiz coşturacak.

Avrupa’daki rakiplerimizle başa baş mücadele edip kupaları ülkemize getireceğiz. Kafa kaldırmış Anadolu futbolu darbe yiyecek ama olsun, yeter ki gönüller bir olsun, tatsızlık çıkmasın.

*****

Para sihirbazı

Şansal Büyüka’nın tabiri ile para sihirbazı Hüsnü Güreli, üç büyüklerin borç yükünün 971 milyon liraya ulaştığını ve bunun felakete doğru gittiğini söylemiş, sağolsun farkında değildik, şimdi anladık.

Üstada sormak lazım Türkiye’nin en borçlu takımları neden 2000’li yılların başında şirketleşen kulüplerdir? Bu şirketleşme modelinin mimarı hatta en başarılı icracısı olan Hüsnü Güreli’nin, 971 milyonun içinden Beşiktaş’a ayırdığı borç miktarı ne kadardır?

Türkiye’de, spor kulüplerinde veya halka açık anonim şirketlerinde, bilanço makyajları yapılmakta mıdır? Varsa, asırlık kulüpleri iflasa götüren yolu açan bu makyözlük mesleği ne zamandan beri kulüplerin içine girmiştir?

05 Haziran 2010, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’2016 Avrupa Şampiyonası‘’

EURO 2016 adaylık sürecinde sonuca ulaşamamamızın nedenlerini geçmişten geleceğe iyi analiz edemez ve her zaman yaptığımız gibi başarısızlığı sadece dış mihraklara bağlarsak, değil 2020, bu tip organizasyonları 2052’de bile düzenleyemeyiz.

“Neden kaybettik?” ve “Nasıl kazanırız?” sorularının cevaplarını arayacağımıza, illa başarısızlığı birine ihale etme alışkanlığımız devam ediyor. Türkiye’de herkesin ortak “haini” Platini, plase Şenes Erzik, onların dışında kimsenin suçu yok.

UEFA Başkanı Platini, global ekonomik krizin etkisini üzerinden atamamış Fransa’da seçimler öncesi önemli bir sosyal ve siyasi motivasyon sağlayacak EURO 2016’yı tabii ki kendi ülkesine verdirecekti ve bunu başardı. Bu olay tam da futbolun doğasının gereğidir. Futbol hiçbir zaman sadece futbol olmadı ki bugün aksi olsun.

UEFA’da Platini’nin mutlak gücü ortadayken, global ekonomik kriz döneminde siyasi ve sosyal anlamda Fransa çalkalanırken EURO 2016’yı bizim alacağımızı düşünmek ve ana stratejiyi bu temele oturtmak en hafifinden fazla hayalcilik olarak adlandırılır. Bu uyarıları zamanında yaptığımız kişilerin şimdi topu Platini’ye atmalarını üzülerek izliyorum.

Bu ülkede hayal tacirliği çok iş yaptığından, başta Türk halkı, Cumhurbaşkanı ve Başbakanımızı, EURO 2016 hedefine bu kadar yoğun odaklamak yine en hafifinden büyük ayıptır. Kaybedeceğinizin 4 yıl önceden belli olduğu hatta kararın bir gün önce neredeyse gayri-resmi olarak açıklandığı bir ortama Sayın Cumhurbaşkanı’nı getirmek daha da büyük ayıptır.

Ana stratejiyi, “biz hiç yapmadık” ki, “onlar üçüncüyü yapacak” ajitasyonu üzerine kurgulayanların bu “arabesk” söylemin Avrupa’da karşılık bulamayacağını bilmeleri gerekirdi. Avrupalı somut şeylere bakar, onlar için sürdürülebilirlik, gerçeklik önemlidir, gerisi sadece sostur.

Bizim stratejik kurgumuzun sosu boldu ama tabakta yemek yoktu.

EURO 2016 için Fransa bizden çok daha hazır bir ülkeydi. Alt yapısı, stadyumları, ulaşım ve konaklama kolaylıkları ile “Hristiyan Kulübü’nün” tercihi olması kaçınılmazdı.

Oylamanın 7-6 bitmesinde en önemli pay Başbakan’a aittir. Hükümetin verdiği garanti ve yaptığı kulis çalışmaları olmasa, Şenes Bey “centilmenliğini” bozup Platini gibi forma da giyseydi sonuç felaket olurdu.

2020 veya gelecek başka bir tarih ve başka büyük bir organizasyon için öncelikle “hazır” olmalıyız. Stadyumlarımız, ulaşım ve konaklama olanaklarımız ana hatlarıyla tamamlanmış olmalı. Ülke insanımızı, uluslararası anlamda daha küçük organizasyonlarla hem izleyici hem iş gücü olarak hazır hale getirmeliyiz.

UEFA’da, FİFA’da görev alan Türk vatandaşlarının, bugüne kadar yapmadığı şeyi yapıp içeriye daha çok Türk sokmalıyız. Karar vericiler ve etkileşim alanları üzerindeki kulis faaliyetlerini de “diş kiralarını” da son 3 aya bırakmadan, ilişkileri 3-4 yıllık uzun vadede yönetmeliyiz.

Ve tüm bunları yaparken Ankara-Nyon-Londra ekseninin dışında İstinye Masa ve Etiler Papermoon’da “mon cher”lerimizle beraber anlaşılmaz stratejiler kurgulamamalı, devlet adamlarımızı zor durumda bırakmamalıyız.

Bakın o zaman başta F.I.F.A, U.E.F.A ve I.O.C “Salyangoz”larını satmak için nasıl bizim mahalleye geliyorlar.

01 Haziran 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş'ta seçim‘’

Beşiktaş tarihinin en kritik dönemeçlerinden biri olan 31 Ocak seçimleri Yıldırım Demirören’in zaferi ile sonuçlandı. Beşiktaş’ın geleceği artık tamamen Demirören ailesinin vicdanına teslim edilmiştir. Umarım Demirörenler geçmişte yaptıkları hataları tekrarlamaz, Beşiktaş mirasına sahip çıkarlar.

Öncelikle seçimin ölçülebilir verilerine bakarak bir analiz yapmak gerekir. Seçim öncesi Milliyet, Habertürk ve Lig TV’nin anketlerine katılan Beşiktaş taraftarları yüzde 80 oranında Murat Aksu’nun başkan olmasını istiyordu.

Oysa seçime katılan kongre üyelerinin sadece yüzde 40’ının oyunu alabildi Aksu. Beşiktaş taraftarının “yeter” dediği Yıldırım Demirören ise “yetmez” diyen kongre üyelerinin yüzde 60’lık desteğini aldı. 2004 seçimlerinde 3 bin 270 oy alan Demirören bugünkü İkinci Başkanı’nın söylemi ile Beşiktaş tarihinin en kötü yönetimini sergilemesine rağmen oylarını yüzde 50 arttırarak 4 bin 500’e çıkardı.

Peki neden seçildi?
Göreve geldiği günden, 2010 Ocak ayına kadar geçen 66 ayda Beşiktaş’ın borcunu 12 kat arttıran bir yönetimi Beşiktaş Kongre Üyeleri neden seçti? Bu sorunun cevabını bulmak için biraz geriye gitmek gerekiyor.

Murat Aksu, 15 Ekim’deki adaylık açıklamasında iki konunun altını çizdi. Birincisi Fulya dâhil her konuda hesap soracağı, ikincisi ise Beşiktaş’ta gerçek kulüp içi demokrasiyi hayata geçirecek 100 bin kongre üyesi projesi.

Bu sözlerden sonra Aksu, Beşiktaş tarihinde görülmemiş bir ittifakı karşısında buldu. İktidarın var olan gücünün yanına önce İsmail Ünal eklendi. Fulya, en başta Ünal’a zarar verecekti.

‘Kasaba siyaseti!’
Kongre üyeliklerinin halka açılmasıyla tabanlarını ve oy potansiyellerini kaybedecek olanlar peşi sıra Demirören saflarına geçmeye başladı. Eski başkan adayları, Süleyman Seba’nın sağ ve sol kolu denebilecek Metin Keçeli, Fahrettin Curoğlu, Alen Markaryan, İhsan Kalkavan gibi normal hayatta yan yana gelmeyecek birçok isim artık Murat Aksu’nun karşısındaydı.

Murat Aksu’nun “kene” diye adlandırdığı kongre simsarları, gruplar ve birçok dernek de doğal olarak Yıldırım Demirören saflarına çekildi.

Bir adım sonra, Murat Aksu’nun ekibine çengel atılmaya başlandı. Divan Başkanı Yalçın Karadeniz, önce Levent Erdoğan’ı sonra da Faruk Pala’yı ittirerek içeriye sokmaya çalıştı. Özellikle Faruk Pala konusunda başarılı da oldu, amacına ulaştı. Diğer yandan İsmail Ünal üstünden Beşiktaş siyasetin göbeğine atıldı, hem de kasaba siyasetinin.

Aziz Nesin hikayesi gibi
2000’li yıllarda Beşiktaş’ta başlatılan “başkalaşım” hareketinin mimarı olan İsmail Ünal, 2010 seçimlerinin başrol oyuncusu oldu. 2002 seçimlerinde kongre üyesi yaptırdığı 13 yaşındaki çocuklar ile Fenerbahçeli, Galatasaraylı ve Aksekili üyelerin oylarıyla geldiği genel sekreterlik makamından, Beşiktaş Belediye Başkanlığı’na inanılmaz bir geçiş yaptı.

Eşine ancak Aziz Nesin hikâyelerinde rastlanacak bir siyasi başarı öyküsünü, son yerel seçimlerde aldığı rekor oyla taçlandırarak 2010 Ocak ayında Aksekili grupçu İsmail’den, bir Beşiktaş fenomeni İsmail Ünal’a dönüştü.

Seçim süreci boyunca, Murat Aksu’nun Ümraniye’ye mescit yapacağı, kulübe tarikatları sokacağı, bayan sporcuların başını örteceği dedikoduları özellikle yaptırıldı.

Akıllar karıştı, ve...
20 yılı aşkın süredir Beşiktaş Kongre Üyesi ve 5.kuşaktan “semt”li bir Beşiktaşlı olarak yaşadığım hiçbir kongrede bu kadar bel altından vurulduğunu görmedim.

Mali Kongre günü, 30 yıldır ailece tanıdığım kongre üyesi Necla Abla ile karşılaştım. Kendisi Türkiye’nin en önemli spor müdürlerinden birinin de akrabasıdır. Bana “Kime oy vereceksin?” diye sorduğunda, “Murat Aksu’ya” dedim. Yüzüme baktı ve “Yazıklar olsun sana, baban mezarında ters dönecek, oyunu nasıl AKP’lilere verirsin. Başbakan’dan talimat almışlar, kulübü ele geçirecekler” diyince “Abla, AKP Beşiktaş seçimlerine girmek istese Erdoğan Demirören oğlunu aday bile çıkaramazdı, istersen akraban gazeteciye de sor” desem de nafile, derdimi anlatamadım.

Kafası fena halde karıştırmıştı Necla Abla ve onun gibi düşünenlerin, Beşiktaş’a siyaseti bulaştıranların sayesinde.

Sistemden beslenen...
Murat Aksu, başkan adaylığı konusunda ilk kez benim fikrimi sormuştu. Ben, “Girme bu işe” dediğimde “Her gören Beşiktaş’ı sahipsiz bırakmayın, şimdi taşın altına elini sokmazsan ne zaman sokacaksın diyor, artık yüzüm tutmuyor, hayır diyemiyorum” diyince kendisini vicdanen haklı buldum.

Önce bir Beşiktaşlı olarak sonra da en yakın arkadaşımı bu yolda yalnız bırakmamak adına hiç sevmediğim hatta nefret ettiğim Beşiktaş kongre sürecinin içine dâhil oldum. Seçim sürecinde bu sayfalardan herhangi bir yazı kaleme almadım, kendi ilkelerim gereği tercihlerimi kimseye empoze etmeye çalışmadım kendi köşemden, çünkü taraftım. Bu yazıyı yazmamın sebebi ise kaybeden taraftan durumun nasıl göründüğünü anlatarak, Beşiktaşlıları bilgilendirmektir. Şimdi ağzı olan konuşuyor, yok stratejik olarak şu hata yapıldı, yok liste yanlıştı vesaire... Bu konuda fikir üreten herkesin anlamadığı veya anlamak istemediği nokta şu. 2010’da Beşiktaş’ta ya devrim olacaktı ya da Beşiktaş artık sonu bilinmeyen bir yola doğru hızla gidecekti. Sistemden beslenenler, sistemi değiştiremezler. 2000’li yıllardan bu yana taviz vererek başkan olan tüm isimler, Beşiktaş’ta iktidar olamamıştır ve iktidar olamadan seçimi kazansanız bile Beşiktaş’ta hiçbir şeyi değiştiremezsiniz.

İsmail Ünal’ın kulübü!
31 Ocak kongresinin Beşiktaşlılar adına en büyük kazanımı, Beşiktaş adına hesap sormak isteyenlerle, istemeyenlerin, kulübü kongre simsarlarından, rant çetelerinden arındırmak isteyenlerin ve de buna karşı duranların nasıl ayrıştığını gözlemlemeleri olmuştur. Beşiktaş üzerinden yürütülen ilişkiler ağı artık açık ve net bir şekilde ortadadır.

Bir diğer gerçek ise seçimin mutlak galibi İsmail Ünal, Demirören ailesi, dernekler, kongre simsarları, tribün abileri ve grupçulardır. Mağluplar ise Murat Aksu ve Beşiktaş taraftarıdır.

Beşiktaş’ın gerçek sahipleri artık ne taraftarı, ne kongre üyesidir. Beşiktaş JK artık maddi olarak Demirören ailesinin, siyaseten de İsmail Ünal’ın kulübüdür. Bu ikili koalisyonda dengeyi ise gelecekte Beşiktaş’ın Abramovich’i olacak Mansimov sağlayacaktır.

Zon günler bekliyor
Şimdi Demirörenler’i geçmişe göre çok daha zor günler bekliyor. Hoş onlar devretmeden Beşiktaş’ta yönetim değişmez ama dışarıdan eskisinden farklı olarak kontrol edemedikleri bir muhalefet, içerden ise İsmail Ünal faktörü ile uğraşmak zorundalar.

Demirören ailesi geçmişte yaptığı hatalardan ders çıkarmaz ve Beşiktaş’ın sosyal işlevini göz ardı ederse, 2000’de başlayan “başkalaşım” süreci 2013’te nihayete varacak, Beşiktaş artık “halkın” değil oligarkların takımı olacaktır.

3.Yıldırım Demirören yönetiminin önceliği Beşiktaş Tv’ye veya Anonim Şirkete atamalar yapmak değil, iki uluslararası denetim şirketine, çapraz denetim yaptırıp kulübün içinde bulunduğu mali portreyi kamuoyu ile paylaşmak ve de en kısa sürede Tüzük tadiline gidip Beşiktaş’a on binlerce yeni üye kazandırmaktır.

Beşiktaş’a ve Beşiktaşlılığa yakışan, kuşkusuz Yıldırım Demirören’e de yakışacaktır.

12 Şubat 2010, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’‘IMAGINE'‘’

TFF medya hakları ihalesinde toplam 495 milyon Dolar gibi inanılması zor bir bedele ulaşıldı. Öncelikle böyle astronomik bir bedeli Türk futboluna aktarma cesaretini gösteren başta Digital Platform İletişim Hizmetleri A.Ş olmak üzere diğer kurumlara Türk futbolunun içinde olan herkesin teşekkür etmesi gerekir.

Yaşanan bu önemli kırılma noktasından sonra Türk futbolu ya tüm paydaşları ile beraber yeniden yapılanarak güçlenir ya da tamamen karanlığa gömülür. Futbol tarihimizin en önemli kurumsal değişim sürecinin 2010 medya hakları ihalesi ile başlamış olduguna inanıyorum. Artık Türk futbolunda hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!

Aziz Yıldırım’ın çabası kilidi açtı
Bu değişim sürecini desteklemek ve ona katkı sağlamak, Türk futbol ailesinin her ferdinin doğal görevidir. Mahmut Özgener, Lutfi Arıboğan, Servet Yardımcı, diğer yönetim kurulu üyeleri ve ihalede katkısı olan profesyonelleri ile Türkiye Futbol Federasyonu çok başarılı bir şekilde ihale sürecini yönetmiştir. Bu ihalenin en önemli aktörlerinden olan Aziz Yıldırım’ın vizyonu, tutkusu ve çabaları, Türk futbolunun içinde bulunduğu açmazların aşılması yolunda en önemli itici güç olmuştur. A Paketi’nin 5 yıllık 2.589 milyon dolar gibi ticari anlamda açıklanamaz bir boyuta ulaşmasında Türk Telekom’un genel müdürü Poul Doany’nin tavrının ihaleye etkisi ise bir başka gözardı edilmemesi gereken konudur.

Aslında ihaleden iki gün önceye kadar Digitürk ve Türk Telekom 300 milyon dolarlık bir konsorsiyum için anlaşmışlardı. Ancak Salı günü Doany’nin Digitürk binasına giderek Ertan Özerdem’e konsorsiyumdan vazgeçtiklerini açıklamasıyla ihaleye yaklaşık 36 saat kala ortalık karıştı. Digitürk cenahında ciddi bir gerginlik yaşanmaya başladı. Bu gerginlik ihale sürecine de yansıdı ve kazanan Türk futbolu oldu.

Yayıncı kuruluş değişmeli
Şimdi önemli olan Türk futbolunun değişim sürecinde nelerin, nasıl değişmesi gerektiği ile ilgili ortak aklın oluşturulmasıdır. Kendi aklımca, nacizane birkaç öneride bulunarak çorbada tuz misali bu sürece destek vermek isterim.

Konumuz medya hakları ihalesi olduğundan önce medya ile başlayalım. Toplam yıllık ihale bedeli 495 milyon Dolar gibi Avrupa standartlarını zorlayan bir ülkenin spor medyasının da artık Avrupa standartlarının üstünde bir kalitede olması gerekir.

Türk futbolunun ayağa kalkması için önce medyadaki geçmişten gelen köhne ve kemikleşmiş zihniyetin değişmesi için çaba sarfederek işe başlanabilir.

Türk spor medyası artık “olmayan futbolu satma” reflekslerinden kurtulmalı, dedikodu, manipülasyon, kavga, yalan haber ve vıcık vıcık ilişkilerden hızla uzaklaşıp, bilginin, doğru haberin ve gerçek gazeteciliğin mesafeli asaletine acilen kavuşmalıdır.

Burada birincil sorumluluk medya patronları, genel yayın yönetmenleri ve spor müdürlerine düşmektedir. Spor medyasının yönetici kadroları, yayın ve personel politikalarını artık yeniden gözden geçirmek zorundadırlar.
Bir başka radikal değişime de yayıncı kuruluşun ihtiyacı vardır.Pastırmalı yumurta, tuvalet kağıdı ve oynatalım, geriye saralımlarla en fazla 850.000 aboneye ulaşacaklarının farkına varmalıdır Digitürk yönetimi, saatler süren hakem hataları tartışmalarının markalarına zarar verdiğini, fanatik taraftara oynayan söylemler ve yayın politikaları ile neden sağduyulu taraftarları ve futbol severleri kaçırdıklarını sorgulamalıdır yayıncı kuruluş.

Alt ligleri düşünmezseniz...
Abone sayılarının arttırılması için öncelikle tüm Süper Lig takımlarının taraftarları ile Digitürk arasında karşılıklı pozitif etkileşimi ve aidiyet duygusunu yaratabilmeli, Turkcell Süper Lig’in sadece dört takımdan oluşmadığını hatırlayarak yayın içeriklerini interaktif şekilde zenginleştirme ve ürün yelpazelerini çeşitlendirme yolunu tercih etmelidirler.

Medya hakları ihalesinden bana göre en kazançlı çıkan taraf olan TRT de yeniden yapılanma sürecinde yayıncılık adına aynı hassasiyetleri göstermelidir.Türk futbolunun yeniden yapılanma sürecinde en önemli görev tabii olarak TFF’ye düşmektedir. Yıllık yarım milyar dolara yaklaşan ihale bedelinin zafer sarhoşluğundan olabildiğince çabuk uyanarak bu ekonomik büyüklüğün olası tehlikelerine karşı gereken öngörüye sahip olarak kendilerini hazırlamalı, havuz sistemini 1.Lig ve TFF 2.Lig’i de kapsayacak şekilde dengeli ve adaletli bir yapıya kavuşturulması adına cesaret ve kararlılıkla yollarına devam etmelidirler. Çünkü yeni ihale bedelinin mevcut havuz sistemine göre dağılımı, Türk futbolu adına çok büyük sıkıntıları da beraberinde getirecektir. Örneğin 2010-2011 sezonunda Süper Lig’den düşen 3 takımın ortalama yıllık yayın hakkı geliri 10 milyon dolar seviyesinde iken 1.Lig’de mücadele eden takımların yayın hakkı gelirleri azami 3 milyon dolar seviyesinde kalacaktır. Bu rakamlara Süper Lig’in avantajlarından doğan reklam ve sponsorluk gelirlerini de eklerseniz halef ile selef arasında ekonomik anlamda çok ciddi bir fark ortaya çıkacaktır. Böyle bir sistemde 1.Lig’den Süper Lig’e çıkacak takımlar çoğunlukla hep aynı eski Süper Lig takımları olacaktır. Alt liglerden üst liglere tırmanmak daha da zor hale gelecektir.

Üç büyüklerin farkı 80 milyon Dolar
Mevcut sistemin bir başka dağılım sorunu ise ligi ilk üç sırada bitirmeye abone dört büyükler ile diğer takımların gelirleri arasındaki uçurumdur. Ligi ilk üçte bitiren büyükler, yeni ihaleden sonra ortalama 45 milyon Dolar seviyesinde yayın hakkı payı alacaklar, bu rakama Şampiyonlar Ligi ve Avrupa kupalarından elde ettikleri gelirleri, tribün, lisanslı ürün ve de sponsorluk gelirlerini eklerseniz, orta sıralarda 15 milyon Dolar seviyesinde yayın geliri elde edecek takımlarla 3 büyükler arasındaki yıllık fark 80 milyon dolarlar seviyesine çıkacaktır ki bu zaten olmayan rekabetçi yapının sonsuza kadar devam etmesi anlamına gelir.

Beş yıllığına 2.5 milyar değil 10 milyar Dolar da verseniz Türk futbolu bu paylaşım modeli ile bir adım ileri gidemez. Belki Avrupa’da üç büyüklerden biri veya birkaçı daha şampiyonluk görür ama ülke futbolu adına topyekün bir gelişme sağlamak mümkün olmayacaktır.

Havuz sistemi, adil bir paylaşım modeli ile rekabetçi yapıyı oluşturmak adına yeniden kurgulanmalıdır. Havuz gelirlerinin büyük payı eşit dağıtılmalı, kalan pay ise sportif başarıya göre paylaşılmalıdır. Şampiyon olmuş takımlara, şampiyonluk sayısına göre verilen “cülus”lardan vazgeçilip Anadolu takımlarına fırsat eşitliği sağlanmalıdır. Bu konuda başta Aziz Yıldırım ve diğer büyük kulüp başkanlarına tarihi sorumluluk düşmektedir.
Bir başka tarihi sorumluluk ise İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Spor Bakanı Faruk Nafiz Özak ve Gençlik Spor Genel Müdürü Yunus Akgül’e düşmektedir. Ülkenin zaten kıt olan kaynaklarının futbol adına heba edilmesinin önüne geçmek için yeni kulüpler yasasını acilen hayata geçirmelidirler.

Sözler umut verici
Mevcut dernekler kanunu, spor kulüplerinin bugün geldiği noktaya göre yeniden düzenlenmeli bu ülkenin kendi içinde oluşturduğu yıllık yarım milyar Dolarlık ulusal servet, futbolcu menacerleri ile kulüp başkanlarının keyfine bırakılmamalıdır. Son bir haftada en yetkili ağızlardan çıkan sözlere bakıyorum, içim umut doluyor.
Önce Bakan Faruk Özak, kulüplerin mali disiplin ve denetim altına alınmasından bahsetti, ihale sonrası Lutfi Arıboğan ihale bedelleri arttıkça kulüplerin borçlarının da arttığının altını çizdi. Ertan Özerdem spor yayıncılığı adına değişimin sinyallerini verdi. Şansal Büyüka hakem hatalarının artık tartışılmayacağını söyledi.
Yıllardır Türk futbolunun gelişimi adına şimdi en üst düzey yetkililer tarafından bahsi geçen tüm söylem ve eylemlerin mücadelesini veren herkes için John Lennon söylüyor;

You may say that I’m a dreamer
But I’m not the only one
I hope someday you’ll join us
And the world will live as one

16 Ocak 2010, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI