‘’İşgal altında İstanbul‘’
Britanya topraklarında doğan futbolun, endüstri devrimi sonrası güçlenen işçi sınıfının bedensel enerjisini kontrol altında tutarak, krallığa karşı olası bir başkaldırıyı engellemek için kurgulanmış bir oyun olduğuda söylenebilir. İnsanları peşinden koşturan ve her geçen gün daha da ilgi odağı haline gelen futbol ve diğer “Ada” kökenli spor dalları 19. yüzyılın ortalarından itibaren İngilizler’in işgal ettiği veya sömürgeleştirdiği tüm coğrafyalarda yaşayan yerel halkların İngiliz Emperyalizmi’ne uyum süreci için kullanılan önemli bir sosyal argüman haline getirilmiştir.
Başta futbol, rugby ve kriket olmak üzere İngiliz sporları dünyanın hemen her ülkesine aynı yöntemlerle girmiştir. Önce İngiliz tüccar veya denizciler tarafından tanıtılırlar, sonra o coğrafyada yaşayan Birleşik Krallık vatandaşları bu “aristokrat ve elit” oyunları kendi aralarında oynamaya başlarlar. Süreç yerel halkın içinden seçilmiş kompradorların devreye girmesiyle devam eder. İşgal altında olmaktan ya da sömürüden patlama noktasına gelen halkın “daha sağlıklı” bireylerden oluşması adına bu spor dalları ülke gençlerine özendirilir. O dönemlerde yerel takımların İngilizleri yenmesi büyük bir askeri zafer gibi algılandırılır topluma. Böylece bir şekilde halkın “gazı” alınmış olur. Kriket ve Rugby hala İngiliz Milletler Topluluğu’nun en gözde sporlarıdır. Futbol ise İngilizlerin kalıcı olamadıkları topraklara hediyesidir. İngilizler gittikten sonra kompradorlar onların temsilcisi ve aracısı olarak siyasi, kültürel, ticari ve de sportif alanlarda görevlerini her daim ifa ederler.
Ekmeği İngilizler yer!
Yüz yılı aşkın zamandır spor dünyasında sistem böyle çalışır. Bunun en taze örneğidir 2010 Dünya Kupası. İngiliz Milletler Topluluğu’nun üyesi olan Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ev sahipliğini yapacağı organizasyonun neredeyse tüm alt ve üst yapı organizasyonu İngiliz şirketler tarafından üstlenilmiştir. Güney Afrika’nın tanıtımı açısından çok önemli bir fırsat gibi sunulan kandırmacanın ekmeğini İngilizler yer, kalan kırıntıları da Mandela’nın halkı. 6 Milyon AIDS hastası ve bu hastalıktan yıllık 756 bin kişilik ölüm oranı ile dünyanın zirvesinde olan Güney Afrika, 31,7’lik suç oranı ile de dünyanın en tehlikeli ülkesi konumunda. 2011 yılı kuvvetle muhtemel tüm dünyada AIDS’in tekrar hortlayacağı yıl olacaktır. Ama olsun spor ülkeleri ve kültürleri tanıtma adına en büyük mecralardan biri değil mi? Yeter ki İmparatorluğun güneşi hiç batmasın.
Durum ülkemizde de çok farklı değil aslında, dünya spor endüstrisinin iş verenleri Türkiye’nin de ekmeğini kimseye kaptırma niyetinde değil. Bu büyük ağaların işlerini onlar adına ülkemizde takip eden birçok tacir “spor adamı” var. Bunları global karar vericilerin hemen eteğinde görebilirsiniz ya da el pençe divan devlet büyüklerinin her daim yanında.
Oturdukları koltuklardan emrivaki olmadan ayrılmazlar, yerlerine adam yetiştirmezler ki saltanatları uzun sürsün, tek ve mutlak gücü kimseyle paylaşmasınlar. Ülke sporunun gelişimi adına en önemli engellerin başında gelirler ancak dışarı verdikleri görüntü bunun tam tersidir. Bu zihniyetin iki büyük anıtı vardır İstanbul’un iki yakasında, biri olası olimpiyatlardan en az 18 yıl önce tamamlanmış Olimpiyat Stadı diğeri Formula 1 yarışlarının yapıldığı İstanbul Park. Olimpiyat Stadı, Türk halkının sırtına yüklenmiş koca bir kambur ve utanç abidesi olarak spor tarihimize kazık kakmıştır.
İstanbul Park’ın potansiyeli
Ancak İstanbul Park hala bu ülke insanı ve sporu adına çok önemli bir potansiyeli içinde barındırıyor, tabii ki İngiliz müstemlekesi gibi davranmadığımız sürece. Çevre yolları, alt ve üst yapısı ile beraber yaklaşık 300 milyon dolara mal olan İstanbul Park, Türkiye’nin tanıtımı adına senede iki gün Formula 1’e ev sahipliği yapıyor. İşgal altındaki İstanbul’u anımsatır şekilde tesisin işletmesi “Bu Türkler beceremez” mantığı ile dünyada eşi benzeri görülmemiş biçimde F1’in patronu Bernie Ecclestone’un kontrolüne bırakılmış durumda. Pazarlama dahisi İngiliz, Formula 1’i dünyanın en çok izlenen ve en prestijli spor organizasyonlarından biri haline getirip inanılmaz bir ekonominin tepesinde oturuyor. İstanbul Park’ın işletilmesinden elde edilecek birkaç milyon doları da umursadığını söylemek saflık olur. Formula 1’in İstanbul ayağı Türkiye için önemli bir kazanım. Öyle anlatıldığı gibi on binlerce yabancının akın ettiği, ekonomimize büyük katkıları olan bir organizasyon değil. Ülke tanıtımı açısından da fayda-maliyet analizi yapılırsa çok büyük katkıları olmadığı da gözlemlenecektir. Formula 1 yapıldığı şehre ve ülkeye prestij kazandıran bir spor organizasyonudur, aynı Olimpiyatlar gibi.
Bu tip organizasyonların ana amacı yapıldıkları şehre ve ülkeye sportif miras bırakmalarıdır, ülke çapında sportif kalkınmanın itici gücü olmalarıdır.
Sorun acilen çözülmeli
Motor sporlarının gelişimi adına büyük bir fırsattır İstanbul Park, tabii amaç ülke sporunu geliştirmekse.
Yüz milyonlarca dolara mal olmuş, senede 5-10 gün çalışan bir beton yığınından, halkın ve motor sporları tutkunlarının cazibe merkezi haline getirilmesi gereken canlı bir organizmaya dönüşmeli İstanbul Park.
Motor sporlarında bu toprakların yetiştirdiği en büyük sporcu olan Kenan Sofuoğlu’nun dünya şampiyonluğunu kendi halkının önünde, kendi topraklarında kazanmasını görebilmek için ve onun açtığı yolda ilerlemek isteyen Türk gençlerinin umutlarını köreltmemek adına İstanbul Park sorununun acil çözüme kavuşması gerekmektedir.
İngiliz’i kızdırmayalım diye Kenan Sofuoğlu ve onun takipçisi olacak bu ülkenin gençlerine fırsat verecek kudreti kendimizde bulamıyorsak, 6 Ekim’i niye kutluyoruz?
‘’Türkiye'de yayın hakkı ve ihalesi‘’
Türkiye Futbol Federasyonu yeni yayın ihalesini yapma hazırlığı içinde. 1994’te 7,2 milyon Dolar ile başlayan yolculuk on altı yıl sonra 300 milyon Dolar seviyesine doğru hızla yol almakta.
Taslak şartnamede bu kez biraz değişiklik yapılmış ürün ikiye ayrılmış, A paketinde Turkcell Süper Lig’den 4 canlı maç şifreli verilecek, B paketinde ise Bank Asya 1.Lig’den 3 maç canlı olarak yayınlanacak ve Turkcell Süper Lig maçlarının geniş özeti şifresiz olarak yayınlanacak. A paketinden 200-250 milyon Dolar seviyesinde bir gelir olur diye düşünüyorum. B paketi de 30-40 milyon Dolar civarı bir gelir elde edilebilir. Toplamda ihale 230-270 milyon Dolara bitecek gibi görünüyor normal şartlar altında...
Ancak Kulüpler Birliği ve Başkanı ile TFF Başkanı arasındaki gerilim ihalenin normal şartlar altında geçmeyeceğinin işaretini veriyor. Bunun dışında ihaleyi domine etmesi beklenen Digitürk ve Türk Telekom-TRT konsorsiyumu için bu ihalenin hayati önem arz etmeside ayrı bir gerilim konusu.
Digitürk için çok önemli
Digitürk yaklaşık 10 yıldır yayıncı kuruluş konumunda. On yıl boyunca platforma üyelik sayılarını 2 milyona yaklaştırdılar. Digitürk’ün spor dışı içerik ekibinin çok başarılı performansının etkisi büyük bu sayıya ulaşmalarında ancak Turkcell Süper Lig maçlarını seyretmek için abone olanların sayısı ise hala bir milyon abonenin altında kalmış gözüküyor.
Süper Lig maçlarının yayınları bir dijital platform için en önemli içeriktir. Platformun lokomotifidir futbol. Yayın hakları ihalesini kaybettikten sonra Teleon ve Cine5’in ne hale geldiğini hatırlarsanız, Digitürk için ihalenin önemini daha da iyi kavrarsınız. Futbolun önemi Çukurova grubu için sadece Digitürk ile sınırlı değil elbette grubun bir başka iştiraki İnteltek Türkiye’deki monopol bahis sektörünün baş bayii ve işletmecisi konumunda.
Dünyada artık benzerine çok rastlanır biçimde Yayıncı Kuruluş-Bahis Şirketi ortaklıklarının bir türevi olan Digitürk-İnteltek birlikteliği de stratejik bir başka konu Çukurova Grubu adına.
Sayın Mehmet Emin Karamehmet’in dost meclislerinde “1 milyar Dolar da olsa alacağım” demesine rağmen, ihalenin yıllık 300 milyon Dolar’ın üstüne çıkması Digitürk adına ciddi ticari sorunları da beraberinde getirecektir.
‘Hakem suçları inceleme!’
Lig TV’nin son 10 yılda yayıncılık adına ortaya koyduğu işler, yapılan stratejik hatalar, abone sayısına da yansımış durumda. Bunların başında İddaa gibi bir itici güce sahip olmalarına rağmen 5-6 milyon Dolar daha verip dünyadaki tüm futbol liglerinin Türkiye yayın haklarını almamalarını gösterebiliriz.
2000’li yılların başında İtalya-İngiltere-İspanya ve Almanya liglerinin Türkiye hakları toplam birkaç yüz bin Dolar seviyesindeyken bu ürünleri toplayıp Türkiye’de futbolun tek adresi olabilselerdi şimdi hem İddaa hem Digitürk çok daha farklı yerlerde olurdu. Bu duruma son birkaç yıldır uyandılar ancak artık geç kalınmıştı.
Spor yayınlarının başında olanlar alaturka bir zihniyet ile futbolun siyaseti ile ilgilenmekten asal işleri olan yayıncılık ve geleceği üzerine orta ve uzun vadeli prodüksiyonlar geliştiremediler.
Lig TV, yayıncılık adına dünyadaki benzerleri ile rekabete giremedi. Teknolojik olarak yenilense de yönetsel zihniyet kendini çağa uyduramadı. Dört büyük takımın maçları dışında diğer takımların lig maçlarının yayını konusunda Federasyon ile anlaşma zemini bulamadı. Yapılması gereken diğer programlarla da kanalın içeriğini zenginleştiremediler.
Üstelik dakikalarca süren “hakem suçları inceleme” bölümleri ile kendi ürünlerinin güvenilirliğini doğal olarak da markanın değerini tahrip ettiler, dünyada eşi benzeri görülmemiş şekilde.
Telekom’un işi kolay değil
İhalenin diğer tarafında duran Telekom-TRT konsorsiyumunun da kendi avantajları ve sorunları bulunmakta. Türkcell’in bayrağının dalgalandığı her yere Telekom ve grup şirketlerinin sancağını dikmeyi kafasına koymuş olan Poul Doany’nin kararlılığı bu ihalenin tavan noktasını belirleyecek.
Türk Telekom için yayın hakları ihalesi oldukça önemli. IPTV ve diğer bilişim, iletişim ve telekomünikasyon hizmetlerinin gelişimi için futbol yine hayati önem arz ediyor. Üstelik Türk insanının alışkanlıklarına ve potansiyeline bakarsak Türk Telekom, Fransa ve Belçika’daki başarılı türdeşlerinden çok daha büyük başarılar elde edip bu alanda dünyanın zirvesine çıkabilir.
Futbolun çekiciliği ile 5 ila 8 yıllık vadede doğru stratejilerle Türkiye genelinde 20 milyonun üstünde aboneye ulaşabilirler. Şirketin mali durumu ve teknolojik alt yapı potansiyeli buna müsait ancak onlarında sorunu insandan kaynaklanıyor yine.
Devletin ortaklığı hem avantaj hem dezavantaj yaratıyor Telekom’a. Özellikle yayıncılık altyapısı açısından teknik donanımı kuvvetli bir yönetsel ekibe sahip değiller. Bunun üzerine içerik açısından gelecek siyasi baskıları ve adama göre iş dayatmalarını eklersek Türk Telekom içinde işlerin çok kolay olduğunu söyleyemeyiz.
Prodüksiyonu TFF üstlenmeli
TRT ise her geçen gün doğru işler yapmaya devam ediyor. B paketi için biçilmiş kaftan. Bundesliga, NBA ve F1 gibi önemli ürünleri topluyorlar yavaş yavaş. Digitürk’ün zamanında yapmadığını yapıyorlar. Yayın ekibini ve içeriği nasıl kurgulayacaklar, bunu zaman gösterecek. Tek sorun bence burada, TRT için.
İhaleye Avrupa’da neredeyse hiçbir futbol yayın hakkı ihalesini sektirmemiş ve Türkiye’nin bu alandaki potansiyelini çok iyi bilen Murdoch ve Doğan Grubu da girebilir, onlardan da zaman içinde somut bazı adımlar görebiliriz.
Kimse alınmasın ama benim ihale paketlerine birkaç itirazım olacak. Türk Futbolunun marka değerini arttırmak ve izleyicilere daha kaliteli yayıncılık yapmak adına dünyadaki diğer örnekleri gibi maç yayınlarının prodüksiyonunu TFF üstlenmeli. Yayın prodüksiyonunu ayrıca ihale etmeli. Bunu layığı ile yapacak birçok şirket mevcut yurtdışında.
Hindistan’da bile var!
İkincisi Süper Lig maçlarının tamamının canlı yayınlanması konusudur. 2010 yılında hala 4 büyüklerin yayın hakkı var da diğer 14 takımın yayın hakkı yoksa bugün Kulüpler Birliği, gerçek anlamda kulüplerin birliği filan değil abilerin yönettiği izci oymağı konumundadır.
2010 Dünyasında, Hindistan Ligi’nde bile 4 maç canlı olarak yayınlanıyorsa yine bugün yayıncı kuruluşun spor kanallarında Coritiba-Fluminense, Rostov-Rubin Kazan ve Stoke City-Wigan maçları canlı yayınlanıyor da hala Bursaspor-Eskişehir maçı Federasyon engeline takılıyorsa kim kaç para verirse versin Türk Futbolu bir adım daha ileriye gidemeyecektir zihniyet açısından. Paranın büyüğü yine 3 İstanbulluya akacak, borçlar milyar dolarları aşacak sonra yine onlar çalacak yine onlar oynayacak. Bari bu sefer yayın haksızlığı yapılmasın, yayın hakkı ihalesi yapılsın da “Uğur” artık oynatmasın.
‘’Şike ve manipülasyon‘’
Bochum Savcılığı’nın, 29 Turkcell Süper Lig maçına Asya’daki firmaların açtığı bahislere Almanya üzerinden büyük paralar yatırıldığı ve maçların manipüle edildiği iddiası Türkiye’de herkesi ayağa kaldırdı. Şimdi ayağa kalkan herkes hele bir otursun yerine. Öyle yalancı pehlivanlığa karnımız tok. Önce herkes aynaya bir bakacak sonra midesi kaldırıyorsa etik, kanun, yasa ve cezayı konuşacak.
Türk Futbolu çoktandır iflas etmiş durumda. Bugün 140 küsur profesyonel futbol kulübünün reel borçları 2 milyar doları geçiyor, üstelik bu borcun hiçbir şekilde karşılığı da yok. İşe amatör kulüpleri karıştırmıyorum bile. Mevcut dernekler kanunu değişmeden Türk Futbolu’nun düze çıkma ihtimali de gelecekte görünmüyor.
Bu ülkenin milyarlarca doları başkan ve yöneticilerinin elinde heba olmuş, kulüplerin Mali ve İdari kongrelerinde el kaldırılıp, indirilerek buharlaştırılmıştır. Mevcut dernekler kanununda, kulüp yönetimlerinin harcama yapma sınırı yoktur. Böylesine hayati bir konu başkanların insafına bırakılmıştır. Türk futbolunda mali denetim ve yaptırımlarını uygulayamazsanız ne şikenin önüne geçebilirsiniz, ne de kara paranın...
Ya yorumcu olamazsa!
Futbolumuza ekonomik kaynak sağlayan gelirlerin dağılımı, denetimi ve yaptırımı TFF’nin görevidir. TFF’yi ve kurullarını seçen kulüplerin denetiminin yine TFF tarafından yapılabilmesinin eşyanın tabiatına aykırı olduğu gerçeği daha ne kadar göz ardı edilecek, özerklik adına bilemiyorum.
Türk futbolunda raconu 4 büyük kulüp başkanı keser. Yayın gelirleri onların teveccühü ile dağıtılır, sponsor reklamları onların oluruyla kola asılır. Çünkü federasyonları seçen ana aktörler onlardır. Anadolu kulüplerinin gelir dağılımından kaç para alacağı da onların iki dudağının arasındadır. Anadolu kulüpleri de ağaların elini tutmazlar, önlerine ne konursa eyvallah derler. Biz buna özerklik diyoruz ya da bize öyle yedirdiler.
Haklarını aramayan doğal olarak da alamayan Anadolu kulüpleri ve futbolcuları “madde bağımlısı” gibi kullanılır. Her yıl sezon sonuna doğru bir teşvik yarışıdır, sürer gider. Ligde yerini sağlamlaştırmış takımlara ve futbolcularına büyük ağalardan çantalar gidip gelmeye başlar. Aylardır para yüzü görmeyen futbolcular için bayram zamanıdır sezon sonları, hele bir de 2-3 takım çekişiyorsa şampiyonluk için, tadından yenmez. Onları kırıntılarla beslenmeye zorlayanlar ise yemeğin tamamını mideye indiriverir kaşla göz arasında.
Bu düzende ne futbolcu sendikasına izin verilir, ne de teknik direktörlerin seslerini yükseltmesine. Sesini azıcık çıkaranlar da sistem tarafından marjinalleştirilir. Ya sesinizi kesersiniz önünüze atılana tamah edersiniz ya da aç kalırsınız. Örneğin; bir teknik adam olarak sistemin çarpıklıkları hakkında konuşursanız, çalıştıracak takım bulamazsınız. Maçlarda canlı yayın yorumcusu olamaz, piyasa yapamazsınız.
Bu sistem kanınıza dokunur isyan ederseniz bir futbolcu olarak hemen sizi medya çarklarında öğütürler. Geçmişte bunun birçok örneği yaşanmıştır. Orman kanununda hakim güç; hep haklıdır, güçsüz ise ezilmeye mahkumdur.
Eşitlik yok...
Ülke sporuna aktarılan ekonomik kaynakların aslan payı hep üç büyüklere gider. Devlet arazisi, sübvansiyon, vergi affı, hep onlar kullanır. Hala yeni yayın ihalesinde Turkcell Süper Lig’den 4 maç yayınlanması planlanıyor. Sanki Türkiye bir muz cumhuriyeti.
Önce mecra oluşturup pazar yaratacaksınız ki fırsat eşitliğini konuşabilelim. Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Sivas şehir değil mi? Taraftarı yok mu bu takımların? Anadolu takımlarına yol verin ki ekonomik olarak güçlensinler, o zaman tartışırız teşviki, şikeyi.
Türk futbolu sıkıştırıla sıkıştırıla üç büyük kulübe indirgendi, bir de utanmadan marka değeri konuşuluyor. Ekonomik bağımsızlığını kazanamamış, üçüncü dünya ülkelerinin takımları gibi kurumsallıktan uzak kulüplerin olduğu, yayıncı kuruluş ekranlarında saatlerce hakem hataları konuşulduğu bir ülkede hangi marka değerinden bahsediyorsunuz.
Almanya, İngiltere ve Fransa gibi gelişmiş futbol ülkelerinde lig maçlarının yayın prodüksiyonunu federasyon veya lig birliğinin belirlediği şirketler yapar. O görüntüler yayıncı kuruluşa verilir ve onlar da marka değerinin üstüne titreyerek yayın yaparlar. Hakem hataları, şiddet içeren görüntüler, kısaca ürünün değerine zarar verecek pek çok şey bu sistemde markayı korumak adına filtrelenir.
Ürün ne kadar değerlenirse, adil ve eşit dağıtılan gelirler daha da artar. Gelirlerin artması önce kulüplere sonra futbolculara yansır, sağlıklı denetlendiği sürece. Ekonomik refahı elde eden futbolcunun şikeye bulaşması artık bir maddi zorunluluk değil, karakter meselesidir.
Bochum Savcılığı, Süper Lig maçlarının manipüle edildiğini iddia etmiş, gelsinler Türkiye’ye sadece bir pazar gecesi açsınlar televizyonları ne manipülasyonlar görecekler, hem de en yetkili ağızlardan. Hakemlerin üzerinde nasıl baskı kurulduğunu, bir sonraki hafta hangi hakemin hangi maçı yöneteceğini, boşta kalan teknik adamlara nasıl iş arandığını, futbolcuların sahada nasıl deşifre edildiğini, federasyonun vereceği cezanın süresinin ne olması gerektiğine kadar neler neler görecekler.
Gelirler nereye gidiyor?
Spor Toto Teşkilatı, spor kulüplerine bugüne kadar İddaa üzerinden 700 milyon dolara yakın para aktarmış. Yayıncı kuruluş, diğer grup şirketleri ile 10 yılda 1.5 milyar doların üstünde kaynak sağlamış. Kimse, ‘bu para nereye gitti’ diye sormuyor ama bu parayı buharlaştıran sistemin son halkası futbolcuların karıştığı şike konuşuluyor.
Türk futboluna aktarılan milyarlarca dolara rağmen bugün hala teknik adamı, futbolcusu, malzemecisi maaşlarını aylarca alamayıp, evine ekmek, çocuğuna süt götüremiyorsa, bugün hala kulüplerin borçları artarak milyar dolarları geçiyorsa ve bugün hala bütün bu olan biteni kimse sorgulamıyorsa; soruşturun bakalım şikeyi, manipüleyi kim yapmış, suçlu kim, Bochum’un Savcıları...
‘’Dünya Derbisi‘’
Ne zaman Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş birbirleri ile oynasalar, başta yayıncı kuruluş olmak üzere spor medyasının bir kesimi basar klişeyi: Dünya Derbisi! Müşteri çekmenin yolu, malı farklılaştırmaktır. Ama biz abartarak kandırmaya bayılırız, yerseniz...
Yerel bir çekişme
Bizim derbiler sadece bizi ilgilendirir aslında. Dünya’nın umrunda bile değildir bizim ezeli rekabetlerimiz. Geçenlerde oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçı Brezilya’da yayınlandı da, biraz ümitlendik. Elano, Carlos ve Santos’un oynadığı maçı tabii ki yayınlayacaklar. Aynı ayarda üç Fildişi Sahilleri’nden oyuncu oynatın, başkent Yamoussoukro’da izlenme rekoru kırarsınız. Ama bu, sizin “Dünya Derbisi” söyleminizi doğrulamaz.
Üç büyüklerin birbirleriyle oynadığı maçlar yerel bir çekişmedir. Bu kafayla da daha öteye gidemez. Bizim derbiler ne “Boca-River” gibi tarihsel bir sınıf mücadelesi içerir, ne “Celtic-Rangers” gibi mezhep çatışmasına dayanır, ne de “Barcelona-Real” gibi evrensel anlamda bir siyasi temele sahiptir.
Bizim, İngiliz emperyalizminin dayatmaları ile çekici hale gelen “Mersey Side” hikâyelerimiz yoktur veya “İtalyan işi” pazarlama yöntemlerimiz. İngiliz işçi sınıfının takımlarına bayılırız, sanki İngiltere’de futbol Kraliçe Victoria oyalansın diye ortaya çıkarılmış gibi. Bir de bu hikayeleri kendimize uyarlamaya çabalarız. Aristokrasinin takımı Galatasaray! Burjuva takımı Fenerbahçe! Halkın takımı Beşiktaş! Doğru, Yıldırım Demirören eski DİSK davasından yargılanmıştır, Adnan Polat ise Habsburg ailesinin Erzurum kolundandır ve Aziz Yıldırım 3. kuşak Cambridge’lidir. Türk sinemasına bir dönem damgasını vuran, yerli kovboy filmlerine benzer, üç büyükleri sınıfsal bir farklılaştırmanın içine sokmak.
Sadece Beşiktaş...
Aslında İnter-Milan, Lazio-Roma, Arsenal-Chelsea mücadelesi ile farklı değildir bizim maçlarımız. Ancak onlar hakim gücün takımlarıdır, biz ise Müslüman mahallesinin çocukları, işin özü budur. Oysa Trakya’dan Japon Denizi’ne, Afrika’dan Filipinler’e kadar inanılmaz bir coğrafyanın ilk ve en büyük futbol takımlarıdır Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş. Şampiyonlar Ligi ve UEFA Kupası gibi izlenirlik açısından evrensel anlamda büyük karşılığı olan organizasyonlarda 1.6 milyarlık İslam alemini temsil eden en başarılı kulüplerdir, üç büyükler.
Beşiktaş dışında üç büyüklerin Batı kulübünde karşılık görebilecek marka içeriği veya sosyal mesajı yok gibidir. Bir Japon, Amerikalı, İtalyan veya Meksikalı neden Fenerbahçe ve Galatasaray forması alsın veya maçlarını izlesin ki? Onların takımlarında olmayan neyi satabilirsiniz Real Madrid, Manchester United veya Liverpool taraftarına? Dünya kulübü olma adına üç büyüklerin kendilerinden bir şeyler bulabilecekleri coğrafyalara doğru açılması gerekir, pazarlama stratejileri açısından. Dünya markası olabilmek için önce içerideki yerel sorunlarınızı çözeceksiniz. Futbolunuzu üç büyük kulübün hakimiyetinden kurtaracaksınız. Eski doğu bloğu ülkeleri veya faşist Franco dönemi gibi iki-üç kulübe endekslenmiş toplumsal futbol kurgusundan uzaklaşmak için diğer şehirlerin takımlarına yol vereceksiniz. Böylece semirdikçe semiren ve Türk Futbolu’nu bir adım daha öteye götüremeyen anti rekabetçi yapı düzelsin, liginize kalite gelsin.
Haydi hayırlı traşlar
Marka değerinizi ve bilinirliğinizi arttırmak için makul pazarlara yöneleceksiniz. Onlara, onlardan olan şeyler vereceksiniz. Bakın bakalım o zaman bizim derbiler kaç ülkede canlı yayınlanıyor. Bugün derbi var. Yayıncı kuruluş ağzıyla herkesin susacağı, onların konuşacağı “Dünya Derbisi”, Çetin Altan’ın dediği gibi: Türk’ün Türk’e propagandası... Haydi hayırlı traşlar...
‘’Yeni şeyler söylemek lazım‘’
Futbolun ekonomisi büyüdükçe, pastanın paylaşımında da sıkıntılar gün yüzüne çıkıyor. Yayın gelirlerinin dağılımından filan bahsetmiyorum. Futbol sayesinde kurulan ilişkilerin marjinal faydalarından bahsediyorum. Bir başka anlatımla, futbol üzerinden nüfus ve ilişki alış-verişinden.
2009 Türkiye’sinde henüz futbolmuz kurumsallaşmayı, endüstriyel ve sportif anlamda sınıf atlamayı beceremedi, ama kendi oligarşisini yarattı. Artık sabah-akşam İstinye ve Etiler’deki 2 restorantta yaşadıklarına inandığım bir grup, risotto ve “cigar” sever Türk Futbolu’nu yönetiyor, ya da -mış gibi yapıyorlar. Aşçısından amirine kimi ararsan hep aynı ekip, hep aynı mekan ve hep aynı konular ve konuklar.
Bayılıyorum bu adamlara!
Zamanı geliyor yayın hakları ihalesine dadanıyorlar, zamanı geliyor federasyon, kulüp demeden ku-de-ta peşinde başkan indirip kaldırmaya çalışıyorlar, zamanı geliyor açıkta kalan part-time yorumcu-teknik direktöre veya aç açık kalmış menacere iş ekmek veriyorlar.
Arada bir kerameti kendinden yakınlarının statü kazanması ve yeni ilişkilere yelken açması için partiler bile düzenliyorlar.
Bayılıyorum bu adamlara. Elleri üç-beş kuruş para görmesine rağmen henüz 3.Kuşak yüksek eğitimli olamadıklarından tam burjuva diyemeyiz ama yedikleri, içtikleri takıldıkları mekanlar ile sosyal sınıflarını ha atladılar ha atlayacaklar.
Profesör gibiler
Bunların hakem eskilerine ve part-time yorumcu- teknik direktörlerine “hoca” sıfatı verilmiş. TV’de röportör konuyu bir de bilmemne hocama soralım diyor, ya da program partneri “hocam” ne söyleyeceksin diye soruyor. Zannedersiniz ki Anayasa Hukuku Profesörü, garibim aldığı gazla anlatmaya başlıyor, hoca ya. Sanki top yekün 75 milyona hakem seminerinde ders vermiş veya il il Türkiye’yi gezerek 7’sinden 70’ine istasyon çalışması yaptırmış.
Bu ekibin bir de başkanlar grubu var. Futbol dünyamızda her 3 kişiden 2’sine başkan denir. Hele İstinye ve Etiler’deki malum yerlerde elinizi sallasanız en az 5 başkana çarpar.
Popstar muamelesi
Restorantın Gaziantepli yamağı görevdeki valisinin ismini bilmez, kabinedeki Antep’li bakanı tanımaz ama Gaziantep Başkanı geldiğinde Pop-Star muamelesi görür hemşehrisi tarafından.
Başkanlar genelde yıllardır yaptıkları kayıkçı kavgasından dolayı artık kimsenin seyretmediği, izlenme oranları ‘binde’lerle ifade edilen programların baş aktörleri olan Oligark abilerin ağızlarına bakarlar. Abilerin fetva verme yetkileri bile vardır kendilerince.
Sıkışınca ‘Bu ülkede kim rakip takım hakkında küfür etmiyor ki” diyip, küfür etmeyi olağanlaştırıp, etik hale getirmek için çabalarlar, ama taraftar sin-kaf ettimi basarlar klişeyi.
Televole kültürü...
-Sahalarımızda görmek istemediğimiz olaylar-ama ekranda ve gazete sütunlarında görmek istemediğimiz ne çok şey görürüz oysa.
Futbolumuzun çevresini kuşatmış bu kurguya “Televole” kültürü diyoruz kısaca. Başkanından malzemecisine, hakeminden yorumcusuna, sporcusundan gazetecisine, teknik direktöründen taraftarına kadar hızla yozlaşan düzeni tersine çevirmek ise sporun içinde olan herkes için bir görev. Bu ülke adına, bu ülkenin sporu ve sporcusu adına.
Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazılarımdan iki yıl sonra, bu kez FANATİK okurları ile beni buluşturan sevgili dostum Necil Ülgen’e ne demeliyim bilmiyorum. ‘Beni bu işe niye soktun’ diyemeyeceğime göre, teşekkürler Sayın Genel Yayın Yönetmenim...
Değerli fanatik okurları “Televole” kültürünün kuşattığı futbolumuz ve de artık neredeyse unutturulan Türk Sporu üzerine Hz.Mevlana’nın meşhur sözünde olduğu gibi “Dün dünde kaldı cancağızım, yeni şeyler söylemek lâzım” diyerek sizlere merhaba diyorum.
8.6: 8 Kasım Pazar günü AB Grubu’nda ilk 100’e girmeyi başarabilen tüm futbol tartışma ve yorum programlarının toplam izlenme oranı.
8,3: Aynı gün Kanal D’de yayınlanan “Çok Güzel Hareketler Bunlar” programının izlenme oranı
5.5 Milyon nüfuslu Danimarka’da 12 takımlı Süper Ligi’in yayın hakları gelirleri 47.5 milyon euro.
76.2 Milyon nüfuslu Türkiye’de 18 takımlı Süper Lig’in yayın hakları gelirleri 89 milyon euro.
Satır arası
“Aklım almıyor; bu ülkede kimler neden atletizm yapıyor mesela? Neden yelkenci oluyor çocuklar? Neden Ağrı’nın Aşağıküpkıran’ında hâlâ kayak yapıyorlar? Eskrim, bisiklet, okçuluk neden? Para yok, istikbal yok, şan-şöhret hiç yok. Seyreden yok, seyreden!”
Ercan Güven
Spora Dair
“Yetenek maç kazandırır ama takım çalışması ve zeka şampiyona kazandırır”
Michael Jordan