‘’Fatih Terim'e açık mektup...‘’
Fatih Terim’i 1995 yılından beri tanıyorum. Bu süre içinde hem milli takımda, hem de Galatasaray’da birlikte çalışma imkânımız oldu. Birbirimizi şimdiye dek hiç kırmadık. Ne benim onu, ne de onun beni üzecek en ufak bir tartışmamız dahi olmadı. Bir süredir düşünüyorum. 2 olaya takıldım, merak ettiğim için de Fatih hocadan aşağıdaki 2 sorunun cevabını bekliyorum...
1- Aslında muhteşem bir Avrupa Şampiyonası’nı geride bıraktık. Hırsınızla, karizmanızla bir kez daha herkesi kendinize hayran bıraktınız. Ancak “Bir kısım” basın mensubunu hedef aldığınız toplantıda “İstanbul’da hesaplaşacağız” kelimeleriyle erittiğiniz öfke dolu konuşmanızı hiç kimse tasvip etmemişti, eminim siz de sonradan pişman oldunuz. Herkes hâlâ merak ediyor. Hesaplaşacağınız kişilerin isimlerini lütfen açıklayın, bizleri, kamuoyunu rahatlatın...
2- Çok iyi hatırlıyorum. Almanya karşısında kaybedilen yarı final mücadelesinden sonra muazzam, size yakışan bir veda konuşması yaptınız: “Bizden buraya kadar. Biz bunları yapabildik, umarım gelenler milli takımı daha ileri götürür. Türkiye’de kulüp çalıştırmayacağımı söylemiştim. Başkan Doğan’la henüz görüşmedim ancak kendisiyle Türkiye’de bir araya geleceğiz...” Şimdi herkes gibi ben de merak ediyorum hocam. Bu ‘U’ dönüşün gerçek sebebini açıklarsanız sevinirim.
Kimileri maaş olayını tekrar gündeme getirdi ama ben sizi çok iyi tanıyorum, dolayısıyla bu dedikoduları es geçiyorum.
Milan’a imza atmak üzereydiniz. İşleriniz yoğundu, bütün medya isteklerini geri çeviriyordunuz. Belçikalı meslektaşımın röportaj isteğini ilettiğimde beni kırmadınız, ona karşı beni yücelttiniz. Avrupa’nın en önde gelen gazetecilerinin davetine sadece yarım saat katılabileceğinizi söylediniz. Fulya ablaya özellikle o akşam söz vermiştiniz çünkü. Ama yine beni kırmadınız, tam 4 saat hoş bir sohbete daldık hep beraber...
Tatildesiniz ama...
Şu an tatildesiniz, moral açısından ne durumda olduğununuzu da tahmin edebiliyorum. Fakat eminim ki, beni yine kırmayacaksınız. Bu 2 soruya cevap verip, gerçekleri herkesin bilmesini sağlayacaksınız...
‘’Boğanın intikamı‘’
Futbol böyle bir şey işte. 2 büyük turnuvayı es geçip inanılmaz zorluklarla gelirsin Alp Dağları’na, revire dönmüş kadronla, futbolda şansa inanmasan da, mucizevi bir şekilde yarı final oynarsın ama 2 gün sonra muhteşem Türkiye unutulur, İmparator tartışmalarına nokta konulur. Çünkü iyi futbol maalesef 1-2 gün konuşulur, burada final oynamak önemlidir ama aslolan kupayı kaldırmaktır, gerisi tamamen teferruattır... Hep söylenip durduk, ‘Panzerler karşısında pisi pisine elendik’ diye. Azıcık kalmıştı finale, şu kadarcık... Ne yani, finale kalacaktık ve kupayı da vatana getirecektik! Fakat dünkü mücadeleyi izledikten sonra İspanyollar’a şapka çıkardım doğrusu. “Dede” Aragones tarihe geçti, kupayı kazanan en yaşlı teknik adam olarak. Merak etmeyin, yaşlı olmanın yanı sıra onun da bir çok açığını bulacaklardır bizimkiler. İlk yarıda Torres şov vardı. Golde Liverpoollu süperstarın inatçılığı mı diyelim, yoksa bizi evimize yollayan Lahm’ın lakaytlığı mı?
Hani Lineker 1996’da demiş ya, ‘22 adam 90 dakika boyunca topun peşinde koşar. Ama sonunda Almanlar kazanır...’ Bizim Aragones ve öğrencileri, tarihe geçen sözlerini müthiş taktik savaşını kazanarak altetmeyi başardı. Ha unutmadan bir de neymiş; Almanlar, kırmızı forma giyen bütün rakipleri karşısında kazanmış... Geçiniz!
İspanya’yı kutluyorum ama iyi ki şampiyona bitti diyorum. Çünkü ailemi ve oğlum Remzi’yi çok özledim...
‘’Sağolun‘’
Yarı finalden bir gün önce Viyana’dayız. Otelden tren garına gidiyoruz. Taksici Türk, Rizeli, dertli mi dertli: Arabamıza doğal olarak Türk bayrağımızı astık! Müşteri geliyor, bu bayrağı indirin, burası Avusturya diyor... Zaten 7 arabam var, fazla parada gözüm yok! Kendisine, ‘Bayrak yerine sen iniyorsun!.. Kom, kom raus! (Çabuk, çabuk dışarı!).
Oteldeki belboyumuz Tunuslu. Bizimle konuşurken heyecanlı: ‘İnanın yarı finale kadar sizinle birlikte sevindik. Bizim bayrak sizin bayrağa benziyor: Ay-Yıldız. O yüzden şampiyonada sizi destekliyorum her maç. Avusturyalılar, Almanlar, İsviçreliler sizi kıskanıyor’...
Gerçek hayattan alınmış bu hikayeleri dinleyip geldik Basel’e. Başlama vuruşundan önce bir de Alman meslektaşlarımla konuştum. Onların söyledikleri ise daha ilginçti: ‘Papa Alman ama bakıyoruz bu turnuvada Tanrı hep Türkiye’nin yanında’... Ama dün değildi! Sağolsun Busacca da Panzerler’e inceden inceden desteğini esirgemedi. Aslında çok iyi başlamıştık karşılaşmaya. Sahaya çıkan 11’in rakibe karşı bu kadar dirençli olacağını hakikaten kimse beklememişti. Semihle Lehmann’ı yokladık, Kazım’ın füzesi direkte patladı. Sonra ne olduysa oldu goller birer birer gelmeye başladı. Bu defa biz öne geçtik ancak futbolseverler büyük keyif alıyordu bu mücadeleden. Rakip tekrar dümeni eline aldığında, bir kez daha Avrupa, ‘Çılgın Türkler’in golüyle sallandı. Evet, bu maç yine uzatmaya gidiyor derken Gökdeniz ile birlikte şampiyonanın en kısa boylu oyuncuları arasında yer alan Lahm rüyamıza noktayı koydu, hayallerimiz sona erdi.
Dünkü maç böyle sonuçlandı. Bugün benim doğum günüm, iyi bir hediye olacaktı, olmadı. Yine de sağolun Çılgın Türkler!
‘’Basel üzerinden Viyana...‘’
Biz gerçek fanatiğiyiz derdik hep. Bu yüzden Viyana’yı Türk Futbolseverler ve Fatih’in Aslanlar’yla ikinci kez kuşatacaktık ya!
Gözlerimiz Kırmızı-Beyazı, Kırmızı-Beyaz’dan ayırt edemedi diye kendimizi avutup, kabaca taraftar üstünlüğünün bizde olduğunu söyleyebilirdik. Ama kendimizi kandırmış olurduk! Yani maça kafadan 1-0 mağlup başlayıp, Hırvatların muhteşem tribün şovunu izlemek kaldı bizlere...
Dün, “Korkmayın, çıkın yüreğinizi ortaya koyun” şeklinde bir yazı kaleme almıştım. Millilerimiz yazımı okumamış, yine tutuk başladık Hırvatlar önünde. Peki ya rakip? Adamlar sol kulvarlarına hemen bir ray sistemi inşa etti. Tramvay bizim sağ kanadımızdan vızır vızır geçti durdu, kimse dur demedi! Neyse bir topları direkten döndü, bir gol pozisyonları ise Rüştü’nün acemi tavrına rağmen önlendi. O da, Srna’nın ikinci yarıdaki füzesiyle uyanıverdi, kalesinde uzatma dakikalarına kadar da yine panter kesildi...
Maçın sonlarına doğru hem Ay-Yıldızlı ekibimiz oyunun hakimiyetini eline geçirdi, hem binlerce kilometre teperek Viyana’ya gelen gurbetçilerimiz aşka geldi, tribünler şenlendi. Peki Rüştü o hatayı nasıl yaptı! 3 adamımız defansı sağlama almışken, Rüştü ne gerek vardı! Ama tanrı bizim yanımızda ya, işte onda Semih yine bir mucizeyi gerçekleştirip “Viyana Meydan Muhaberesi” adı verilen çeyrek final mücadelesini penaltılara taşıdı: Modriç: 0, Arda: 1, Srna: 1, Semih: 1, Rakitic: 0, Hamit: 1 ve Petric: 0.. Veeeeeee yarı finaldeyiz! Emre, Tuncay ve Arda Almanya karşısında yokmuş! Farketmez, bekle bizi, pardon terk etme bizi Viyana, Basel üzerinden yine geleceğiz...
‘’Korkmayın!‘’
Ülke sınırları içindeki futbolun sığ tartışmasına tam alıştık derken, bir de Milli Takımı bulaştırdık işin içine. Bugün EURO 2008’de Hırvatistan’la çeyrek final mücadelesi vereceğiz, ama gelin görün ki, kin, hesaplaşma ve nefret konulu temalar daha çok reyting alıyor şu günlerde...
Henüz büyük bir şampiyonayı bir kenara bırakın, Avrupa Kupaları’nda yeni yeni forma bulan gençlerimizin müthiş hırsı, olağanüstü başarısı unutulmuş, önce ben, en büyük ben naraları atılıyor. “Boğazın Ronaldo’su” Arda, dünya basını tarafından göklere çıkartılıp, Nihat mucizesi Avrupa Futbol Tarihi’ne geçerken, bizimkiler kişisel egoları için duello peşinde...
Halbuki net bir görüntü var ortada: 1996 bir kenara, Türk Milli Takımı büyük bir şampiyonaya katıldı mı, kendinden bahsettiriyor! Tıpkı, 2000, 2002 ve devam eden bu turnuvada olduğu gibi. Neden? Çünkü Türk Futbolcusu olayı ciddiye alıyor, milli mesele yapıyor, yüreğini ortaya koyup ülkesi için aslanlar gibi mücadele ediyor. Şimdi diyeceksiniz ki, neden maçlara inanılmaz kötü bir başlangıç yapıyoruz. Mesela İsviçre ve Çek Cumhuriyeti karşılaşmalarında olduğu gibi...
Şimdi efendim, psikolojik olarak hata yapma korkusu bizimkileri çok etkiliyor. Özellikle de bu finallerde mücadele eden tecrübesiz isimleri. Hata yapmaktan, geri dönüşü olmayan yola girmekten o kadar çok çekiniyorlar ki, mesela Çekler karşısında ilk yarım saat, 45 geri pası yapıyorlar!
Bu sebepten ötürü diyorum ki: Korkmayın çocuklar! İnsan hata yapabilir, bunun telafisi de vardır. Korkmayın, tıpkı geride kalan maçlarda olduğu gibi yüreğinizi ortaya koyun, Türkiyemiz için yakışanı yapın! Hırvatistan’dan da korkmayın. Siz onlardan kat ve kat üstünsünüz! Bu arada unutmadan, Fatih hocanızdan da korkmayın, maç öncesi, sırası ve sonrasında sizlere hangi üslupla ne söylerse söylesin, emin olun sizin iyiliğiniz, sizin başarınız izin söylüyordur mutlaka...
‘’Önce kendin...‘’
Türk Milli Takımımız, bugün yine tarihi bir maca çıkacak. Beklentiler fazla. Tıpkı İsviçre karşılaşmasında olduğu gibi... Kimse galibiyetten başka birşey düşünmüyor. Bu arada evsahibi İsviçre hâlâ toparlanamadı. Çirkeflikleri sürüyor. Blick Gazetesi’nin önderliğindeki Bulvar basını, İmparator’la uğraşmaktan vazgeçmiyor. Fatih Terim’in maç sonu yaptığı, “Onlar hep yazıyor ama ben geliyorum ve kazanıyorum” açıklamasına fena halde takmış durumdalar. Bu konuyu bir İsviçre atasözü ile tamamlamakta fayda var: “Akıllı herşeyin farkına varır, budala ise her konuda fikrini söyler...”
Dedim ya, o gün bugündür! 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda bugün alınacak bir galibiyetle yaratılacak muhteşem sinerji, Ay-Yıldızlı ekibimizi finale kadar, yani Viyana’ya kadar taşıyabilir. Fakat burada onemli olan inanmaktır, mücadele etmektir, yüreğini ortaya koymaktır, rakibi asla kücümsememektir (Zaten 2.02’lik Köller istesek de istemesek de ‘kücümsenemez’). Provokasyonlara boyun eğip tuzağa düşmememiz gerekiyor, tıpkı İsviçre maçında oldugu gibi...
Yine bazı önemli oyun kurallarını kritik sınavımız öncesi hatırlatmakta fayda var diye düsünüyorum: “Futbol bir oyundur. Kazanmak da var, kaybetmek de. Kaybetmek dünyanın sonu değildir! Önemli olan zaten mağlubiyetleri hazmetmektir... Türk Milli Takımı büyük bir değişimin arifesindedir. Bu sebepten ötürü yazımı Yunan filozof Socrates’in bir sözü ile noktalamak istiyorum: “Bir şeyleri değiştirmek isteyen insanlar, önce kendinden başlamalıdır...”
‘’Kebap Connection!‘’
Günün ilk maçında Portekiz’in, Çek Cumhuriyeti’ni 3-1 yenmesiyle biraz olsun moralimiz yerine gelmişti. Ev sahibini öyle veya böyle yenip, son grup maçında bir galibiyetle tur şansımızı yakalayacaktık. Bu cümleleri bir atasözüyle tamamlamak istiyorum: ‘Pozitif olaylar, pozitif düşünen insanların başına gelir’. Bizler iyi şeyler düşünüyoruz sürekli. Belki de bu nedenle dün gece iyi şeyler geldi başımıza...
Peki!.. İsviçreliler ne yaptı maçın arifesinde? Hiç boş durmadılar!.. Provokasyona devam! Neymiş; Kebap Connection (İnler-Derdiyok-Yakın) Türkiye’yi darmadağın edecekmiş, akşam mönüde ne olursa olsun kebap varmış. 2005’teki İstanbul cehennemini unutmamışlar falan fistan. Ha... Bir de maç başlar başlamaz yağmur sel gibi akmasın mı... Al başına belayı! Gerçi Fatih Terim, açılış maçına oranla daha istekli, daha organize ve kazanmayı daha çok isteyen bir takım sahaya sürmüştü. İlk yarıyı iki ekip, çocuklar gibi şen, sular-seller içinde tamamlayacak derken, tamamen Türk imzalı bir gol gördük kalemizde. Pes etmedik, beraberliği sağlayacamızdan emindik, gol kralımız ikinci yarıda hayallerimizi boşa çıkarmadı.
Sonrası ise; tam bir sinir krizi gibi geçti. Maçın sonu yaklaştıkça dua etmeye başladık. Galip geleceğimizden o kadar emindik ki. Pes doğrusu, son dakikaya kadar beklenir mi be Arda! Ayıp ettin çikolata çocuklarına. Ağır geldi bu onlara, kaldıramazlar bunu: ‘Çok şekerli oldu!’.
Peki geriye ne kaldı?.. Çek Cumhuriyeti. Ne yetiyor bize?.. Tabii ki galibiyet.
Unutmadan İsviçreliler, Şükrü Saracoğlu’nun intikamını da almış oldular. Hakan Balta ve Emre Aşık’ı kan revan içinde bırakarak...
‘’Keşke...‘’
Bundan galiba 6 yıl önceydi... Mükemmel bir kampanya sonunda 2008 Avrupa Şampiyonası’na Yunanistan ile birlikte evsahipliği yapmak için finale kalmıştık. Fakat, kazanan bildiğiniz üzere İsviçre-Avusturya ortak yapımı olmuştu. Zarfın açılmasına bir gün kala düzenlenen ve son kozlarımızı oynadığımız sinevizyon gösterisi sırasında o dönemin UEFA Başkanı Lennart Johansson uyumamış olsaydı, belki sonuç farklı olabilirdi.
Keşke bu şampiyonayı biz organize etseydik... Açık söylüyorum, İsviçreliler bu işi bilmiyor, futbolla alâkaları hiç yok, aslında bu turnuva kimsenin umrunda da değil.
Sizlere, önceki gün oynanan İtalya-Hollanda maçında yaşadığım bir olayı aktarmak istiyorum. Aşağıdaki cümleleri okuduktan sonra siz de bana kesinlikle hak vereceksiniz:
Sokakların rengi turuncu, ara sıra gök mavi... Ölüm Grubu’ndaki maçtan önceki manzara bu. Tribünler de aynı, çoğunluk Portakal. Hollandalı futbolcular maça 1 saat kala, sahanın çimini ‘kontrol’ ediyor. Bizim önümüzdeki tribünde ise onların eşleri, çocukları, sevgilileri... Bakıyorum, Liverpoollu Kuyt kendini tutamıyor ve 3-4 yaşlarındaki kızının yanına koşuyor. Galiba maçtan önce yavrusunu son kez öpecek, koklaşacaklar. Ama o da ne: Stat görevlisi yıldız oyuncuyu engelliyor. ‘Tribüne yaklaşamazsın, akreditasyon kartın yok’ diyor!
Evet, bu manzarayı gördükten sonra kendi kendime söylendim: Lanet olsun bu şampiyonayı İsviçreliler’e verenlere...
Bize vermiş olsalardı, en azından grup maçı çilesi çekmezdik! Evsahibi olduğumuz için de şampiyonada belki gerçek taraftarın ‘gazıyla’ bir maç kazanırdık...