‘’Bir adam var; Adı Tugay...‘’
Düşünün bir adam var, adı Tugay... Adam gibi adam!. Blackburn formasını en çok giyen 3. futbol unvanını elde etti geçtiğimiz pazar günü. Premier Lig’de Türkiye’yi temsil ederken 2 kez “Yılın golü” ödülünü kazandı. Herkesi kendine hayran bıraktı 9 yıl forma giydiği futbolun beşiği Ada’da... Blackburn taraftarı haykırıyordu, bizzat şahit oldum; Bırakma bizi Tugay, sen Shearer’dan bile daha iyisin, yalvarıyoruz, ne olur bırakma...
Blackburn’ün maç kitapçığında kapakta bir Tugay resmi; Başlık “Elveda Usta”! Türk’ün Türk’ten başka dostu yok derler ya, bu düşünceye katılmıyorum. İngilizler Tugay’a adeta tapıyor, Blackburn taraftarı onun için ölüyor... West Bromwich sınavında tribünlerdeki görüntü inanılmazdı. Dünya’da, Avrupa’da özellikle de İngiltere’de 10’larca maç izledim. Bir futbolcuya bu kadar sevgi seli gösterildiğine ilk defa şahit oluyorum. Bir ayrıntı daha dikkatimi çekti. Hayatımda 2 yabancı takımın karşı karşıya geldiği bir mücadelede tribünlerde bu kadar çok Türk bayrağını bir arada görmedim. O’nu gerçekten seviyorlar. Öyle ki, bir yere gitmesini dahi istemiyorlar. Hatta takımın başına geçmesini isteyenler çoğunlukta. Evet, bu sevgi galiba tarif edilemez. Tugay bunu hak ediyor, bu sevgiyi kazandığı için de kendisini tebrik etmek istiyorum.
Bu statüyü yakalaması hiç de kolay olmadı milli oyuncumuzun; 2000 yılında Rangers’a transfer olduğunda çok zor dönemler geçirdi. Uzun süre yedek bekledi ama pes etmedi. Ülkesini en iyi şekilde temsil edip, gençlere örnek olmak istiyordu. Kimsenin bir daha hayal edemeyeceği bir kariyere imza attı.
Tugay itiraf ediyor; İnanılmaz savaştım, bu sevgiye layık olmak için çok çalıştım ama açıkça söylemeliyim ki, bu yerlere gelmemde eşimin katkısı çok büyük. Etkin olmasaydı, bunları başaramazdım, onu çok seviyorum...
Tugay’ın çok sevdiği başka bir isim kuşkusuz ona Ada kapısını aralayan Graeme Souness. Bakın Souness Tugay için ne diyor; O’nu 1.3 milyon pounda Rangers’tan Blackburn’e getirdiğimde açıkçası kafamda soru işaretleri vardı. Ama Tugay beni mahçup etmedi. Mükemmel bir futbolcu olduğunu kanıtladı. Örnek bir profesyonel, oyun zekası tartışılmaz. Geçenlerde Britanya pasaportunu aldı. Keşke futbolu bırakmasa, çünkü şu an rahatlıkla İskoçya Milli Takımı’nda forma giyer.
Gerçek dost Tugay’a Türk Futbolu’na katkılarından dolayı teşekkür ediyorum...
‘’Çarşamba'yı bekleyin...‘’
Fatih Terim maçtan önce klasik jestini yapıp İspanya 11’ini basın mensuplarına aktarırken açıkçası hem şaşırmış, hem de sevinmiştik. Bir çok sakat oyuncuyla beraber, kadroda mecburen bazı değişiklikler yapması bekleniyordu. Ancak Nihat ve Semih’in aynı anda forma giyecek olması, İspanya cephesini bile ters köşeye yatırmıştı.
Bu iddialı kadronun Avrupa Şampiyonu karşısında emin olun şansı vardı. Milli Takımımız’ın, özellikle de böyle dişli bir rakip karşısında maça iyi başlayabileceğini umut ediyorduk ve öyle de oldu.
Belki de en büyük hastalığımız bu; yakalanan fırsatları, açık ve net pozisyonları değerlendirememek. Ama elin oğlu affetmiyor. Zaten İspanya biraz daha kendi kimliğiyle maçı sürdürseydi, ilk yarıda pozisyonlar bulabilirdi. Ama öyle olmadı. Futbol oynayan bizdik, pozisyon bulan bizdik, ilk yarı sonunda Volkan henüz terlememişti bile.
Herkesin beklentisi ilk devredeki akıllı oyunun, kısa pasların, az hatanın karşılaşmanın ikinci yarısında da devam etmesiydi. Nihayetinde matematiksel hesap yapılırsa, deplasmanda alınacak 1 puan bize çok yarar sağlardı. Ay-Yıldızlılar, belki de hakemin görmediği ofsayt pozisyonuyla geriye düştü. Ama açık söylemeliyim ki, ben bu takımı beğendim.
Bu kadar eksiğe rağmen geri dörtlünün özverisi, orta alandaki yıldızlarımızın rakibe uyguladığı pres, ikinci maç için umut verici.
Dedik ya, ‘maç kazanmak için gol atmanız gerekiyor’, umarız ki çarşamba günü bizi grupta daha rahat bir pozisyona sokacak bir skor elde ederiz.
‘’Galatasaray Türkiye ise...‘’
Uzun süredir düşünüp duruyorum, “Ne olacak bu Galatasaray’ın hali?” Aslında bir fikrim vardı; Bülent Korkmaz göreve gelir gelmez kaleme alacaktım. Zamanlama kötü olur, ‘Galatasaray düşmanı’ ilan edilirim diye kendimi frenledim. O kadar çok yazıldı çizildi ki, aslında söylenecek fazla şey yok, bir o kadar çok şey de var...
Türkiye’de başarı şampiyonluğa endekslidir. Hepimiz futbol dahisiyiz. Bu yüzdendir ki, Türkiye’nin oyuncu olarak en kariyerli genç teknik adamını 2 maçta gözden çıkarabiliyoruz. Yahu yap adamla 4 yıllık sözleşme, arkasında bir dur; 6 ay sonunda gönderdiğin teknik adamların takımı ne hale getirdiği ortada değil mi?
Yönetim haykırıyor; Fazla üzerimize gelmeyin! Galatasaray Türkiye’dir, ona göre...
Ben de diyorum ki, eğer Galatasaray Türkiye ise;
1-Profesyonel futbol takımı, profesyonelce yönetilir.
2-Takımın başına getirilen teknik adama müdahale edilmez.
3-Hiç bir oyuncu hocasına küfür edemez.
4-Oyuncu hocasına küfür ederse, gereken yapılır.
5-Hiç bir oyuncu oyundan çıkarken, saha ortasından soyunma odasına gidemez...
6-Bu gerçekleşirse, geç kalan karar verilir, bileti hemen kesilir.
7-Başkan takımın başına kukla değil, kariyer sahibi bir teknik adam getirir.
8-Genel menacer işini yapar, teknik konulara girmez.
9-Yanlışlıkla(!) girse bile “Takımı ben şampiyon yaptım” demez.
10-Başarısızlık hiç bir zaman hakemlere mal edilemez.
Bu listeyi tabii ki mümkün olduğu kadar uzatabiliriz. Fakat rahmetli babam hep “Az konuş, öz konuş” derdi bana... Sadece şunu eklemek istiyorum; “Takıma bu kadar yeni oyuncu aldıktan sonra, yakaladığımız başarı, Amerika’da tez konusu olur” diyenler, Galatasaray’ı bu bataklığın içinden nasıl çıkarır, vallahi merak ediyorum...
‘’İzmir-Manisa'ya kimler gitti?‘’
Umarım takip edebilmişinizdir, geçtiğimiz hafta İzmir ve Manisa’da milli takımlar düzeyinde bir turnuva düzenlendi. Ege Kupası altında 16 yaş altı 8 ülkenin (Türkiye, Norveç, Belarus, Yunanistan, Fransa, Ukrayna, Belçika ve Çek Cumhuriyeti) takımları 6 günlük maratonda mücadele etti. Final’de Norveç’i 2-1 yenen Fransa şampiyonluğa ulaşırken, Ay-Yıldızlı ekibimiz Ukrayna’yı penaltılarla 6-4 geçip üçüncülüğü elde etti...
Size bu bilgileri verirken ne anlatmak istediğimi merak ediyorsunuzdur. Ve “Bu adam ne anlatmak istiyor, 1 hafta önce gerçekleşen bu turnuvayı niçin şimdi gündeme getiriyor” diye sorabilirsiniz.
Konuya girelim o zaman; Turnuvayı takip etmek üzere, yurtdışından arkadaşlarım aradı beni. Orada bulunan diğer futbolcu scoutlardan (Scout, izci veya gözlemci anlamına gelen İngilizce bir kelime) bahsetti. Avrupa’nın bir çok ülkesinden genç yetenekleri izlemeye gelen ve takibe alan onlarca scoutun, şampiyonaya ilgisi müthişmiş. Özellikle İngiltere’den çok katılım olmuş. İzmir ve Manisa’da Manhester United, Liverpool, Arsenal, Tottenham, West Ham ve Chelsea’nin scoutları, kulüpleri adına yıldız adayı futbolcuları şimdiden yakın takibe almış, raporlar hazırlamış.
Bu kadar “yabancı” ilginin ardından ben de açıkçası şu konuyu çok merak ediyorum; Yabancı hayranlığı nedeniyle 15 milyon EURO’yu bir golcu için harcayabilen ancak kendi gol kralını yedek kulübesinde oturtan, transferin son gününde 3. sınıf yabancılarla taraftarları memnun etmeye çalışan kulüplerimiz veya “nöbetçi” antrenörlerimiz hatta yıldız futbolcularımız Ege Kupası’nı takip etmişler mi... Hangi kulüp, kimleri İzmir ve Manisa’ya göndermiş... Kimsenin günahını da almak istemiyorum; Gidenler olduysa kaç maç izlemiş, hangi oyuncuları beğenmiş... Türkiye Futbol Federasyonu bu turnuvanın tanıtımını gerektiği şekilde yapmış mı... Milli Takım heyetinden kimler bu şampiyonayı analiz etmiş...
Demek istediğim şudur ki, bırakın Güney Amerika, Afrika hatta Avrupa’daki gençler turnuvalarını, şampiyonalarını! Burnumuzun dibindeki bir organizasyona futbol camiamızın ne kadar ilgi gösterdiğini doğrusu çok merak ediyorum...
‘’Yazıktır! Günahtır!‘’
Bir süredir Brezilyalılar’ın müthiş senaryosuyla ortaya konulan “Samba” filmini izliyoruz hep birlikte. Büyük yapıtın yönetmeni uluslararası menacer Juan Figer, başrol oyuncuları futbolseverlerin yakından tanıdığı Nobre, Bobo, Alex ve Deivid. Figer konusunu Sabah gazetesinde kardeşim Galip Öztürk güzel işlemiş önceki gün. Ben, özellikle Beşiktaş yönetimini bir kez daha uyarmayı vatandaş olarak uygun görüyorum.
Neymiş, sözleşme yenilemesi beklenen TC vatandaşı golcümüz Nobre imza parası almadan mürekkebi kağıda dokundurmayacakmış. Vah vah! Utanmadan da sonra çıkmış şu bahaneyi ortaya koymuş; Delgado 3.5 milyon EURO alıyormuş da, kendisi 1,5 isteyecekmiş, 2 milyon imza parasıyla alacağı Arjantinli’ye denk düşüyormuş. İnanın bu istekleri gazetelerde okuyunca gözlerime inanamadım. Sözleşmesi biten bir futbolcu bu konuyu nasıl masaya yatırır, veya bir menacer pazarlık yaparken bu isteği nasıl dile getirir anlamak mümkün değil. Diğer taraftan bir kulüp, böylesine ahlaksız bir teklifte bulunanları nasıl muhatap alır! Burada şu atasözü “İsteyenin yüzü kara, vermeyenin iki yüzü” mi geçerli dersiniz!
Beşiktaş yönetiminin Del Bosque skandalının ardından daha duyarlı davranacağını düşünüyordum. Ama bu onlara ders olmamış, Tigana vakası ortaya çıkmıştı. Transferler için har vurup, harman savuran başkan Yıldırım Demirören artık masaya yumruğunu vurmalı. Bunu hem Türk Futbolu, hem de Beşiktaş için yapmalı. Türkiye’yi cennet, Türk yöneticilerini saf gören sabıkalı tüccarlara dur demenin zamanı geldi de, geçti bile!
Pekiyi Yıldırım Demirören bu ucuz ve kayıt dışı işlemlere göz yumarsa ne olur;
1-Nobre TC vatandaşı. Sadece diğer yabancı yıldızlar bu imzayı örnek almakla kalmaz, yerli oyuncular da kazan kaldırıp “Biz de isteriz” diyebilir.
2-İmza parası olayı Beşiktaş yönetimini zora sokar, maddi açıdan sıkıntı yaşanır, BJK hisseleri tepetaklak olabilir, oyuncuların alacakları gecikir.
3-Türk Futbolu’nda Brezilya ihtilalı yaşanır. İmza parası olayı yüzlerce Sambacının Türkiye’ye gelmesine neden olur, Türkiye’de altyapı adeta çöker.
4-Juan Figer, Montevideo, Sao Paolo, Tokyo ve Madrid’ten sonra Avrupa’nın başkenti İstanbul’da da kendine bir ofis açmak için girişimlere başlar...
Türk Futbolu’nda öylesine tuhaf olaylara şahit olduk ki, imkansız yoktur. Benim anlatmak istediğim şu; Figer’in oyuncularına kesinlikle art niyetle bakmıyorum. Hepsi kaliteli, futbol zekalarına diyeceğim bir şey yok. Formasını giydikleri kulüplere ne verdikleri zaten istatistiklerle belgeli. Ancak kimsenin bizleri keriz yerine koymaya da hakkı yok!
‘’Sivasspor şampiyon olsa‘’
Sezon başlamadan flaş transferler yapılır, milyon EURO’lar harcanır, taraftar heyecanlanır. Yeni isimler, bazen kaliteli, çoğu zaman 3. sınıf yabancılar Süper Lig’e ayak basar. Dünyaca ünlü teknik adamlar zor bela ikna edilerek, güzide kulüplerimizin başına geçer. 4-5 hafta geride kaldıktan sonra ise yine aynı türküler söylenir; Bu hakemlerle lig bitmez! Bildiğimiz sahneler, kavga dövüş, sert açıklamalar, meydan okumalar hatta “Evden aldırırım seni” ayarında racon kesmeler.
Evet, senaryo bu, film her sezon aynı, değişmeyen ise tek bir şey; Türkiye’de şampiyon belli! Yanlış anlaşılmasın, tabii ki 4 Büyükler’i kast ettim. Bu karenin dışına çıkmadı bir türlü. Biliyor musunuz, kupa özgür olup, kareden, pardon aslında ‘şeytan üçgeni’nden kendini bir kurtarabilse, bir milat olur. Olmalı, çünkü böylece Türkiye’de ezberler de bozulur. Bu nedenle keşke bu sezon Sivasspor şampiyon olsa, veya Trabzonspor ya da ne bileyim Kayserispor. Artık sıkıldım yabancı meslektaşlarıma 3 Büyükler’i anlatmaya. Üzülüyorum derbilerdeki kavgalarının nedenlerini sorgulamaya. Biraz da bunun dışına çıkılsın istiyorum. Dün Yunan bir meslektaşım Sivasspor hakkında bilgi istemiş; Bütçeleri, hocası ve futbolcuların son durumu. Sivas kenti, yönetim tarzı. Hoşuma gitti.
Sivasspor’un şampiyonluğu mesela, rekabeti artıracaktır, diğer Anadolu kulüplerine örnek olacaktır. Bu yörelerdeki işadamları, “Demek ki top yuvarlakmış, Anadolu’dan bir takım şampiyon olabiliyormuş” moduna girip maddi sıkıntıdan ne yapacağını şaşıran kulüplerimize destek olacaktır. Ligimizin kalitesi artacak, futbolun marka değeri yükselecektir.
Ve son olarak; Türkiye Futbol Federasyonu’nun da işine gelecektir, Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş dışında bir takımın özellikle de bu sezon mutlu sona ulaşması. “Neden?” diye soracak olursanız, Kulüpler Birliği 1 ay önce toplanıp hem federasyona hem de MHK’ya desteğini tazelemişti; Henüz 1 hafta geride kaldı, sözler unutuldu, hesap sormalar başladı.
Vizyon sahibi Mahmut Özgener ve yönetiminin devamlılığı için, inanın Sivasspor’un bir ilki gerçekleştirmesi süper olur; Şaka yapmıyorum, ben de bunu gönülden istiyorum!
‘’Başkanın görevi‘’
Önceki gece her yıl geleneksel olarak düzenlenen “FİFA Yılın Futbolcusu” galası için Zürih’teydim. Yanlış hatırlamıyorsam bu benim 6 veya 7’nci galamdı. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener’in ise ilk deneyimiydi. Uzaktan gözlemledim, olan bitenleri; Olumlu görüntüler vardı. Hoşuma gitti, sizlerle paylaşayım dedim...
Burada ilk olarak UEFA Asbaşkanımız Şenes Erzik ve Lütfi Arıboğan’ın müthiş rolünü belirtmekte fayda var. İkilinin başkan Özgener’i futbol ailesinin VİP’leriyle buluşturması, tanıştırması ve kaynaştırması elbette çok önemli. UEFA Başkanı Michel Platini’den tutun da, Dünya Futbolu’nun patronu Sepp Blatter, Barcelona Başkanı Juan Laporta, Alman efsane Franz Beckenbauer ve daha bir çok klas isim. Özgener ve ekibinin bu devlerle samimi görüntüleri göğsümüzü kabarttı. Zürih’in dünyaca Opera evinde temsilcilerimizin en ön sıralarda oturmaları da gurur vericiydi. Futbol ilişkiler üzerine kurulmuştur, dostluklar önemlidir. Lobin yoksa, bu arenada söz sahibi olman imkansızdır.
Gelelim, bu önemli organizasyonda beni en çok etkileyen olaya... FİFA, 2008 Fair Play Ödülü’nü Türkiye ve Ermenistan Futbol Federasyonları’na vermişti. Mahmut Özgener’in ödülü aldıktan sonra teşekkür konuşmasını İngilizce yapması, beni hem sevindirdi hem de şaşırttı. Tüm konuklar genç futbol adamını alkışladı. Ermenistan Futbol Federasyon Başkanı ise kendi dilinde teşekkür etti. Tercüme mutlaka yapılmıştır fakat salondaki gülüşmeleri farkedince bir kez daha gururlandım. Teşekkürler başkan!
Son olarak; Fair Play ödülünü almamız, biraz ironik bence; Düşünün 3 yıl önce İsviçreliler’e tekme tokat giren biz değil miydik? Peki biz ülke olarak, neden herşeyi hep en uç noktasında yaşarız? Hem döveriz, hem severiz! İşte bu konuda benim Mahmut Özgener’den bir kaç isteğim var. Madem genç, vizyon sahibi bir yöneticisiniz, o halde Türk Futbolu’nu her dalda zirveye taşımak da sizin göreviniz. Göreviniz, futbolumuzun dünyada saygınlık görmesi. Sadece ödüllerle değil, istikrarlı bir şekilde. Göreviniz, bu ülkede pazar geceleri hakemlerin değil, futbolun konuşulup tartışılması. Göreviniz, futbol markamızın değerinin daha da artması.
Kolay gelsin...
‘’Böyle enseye böyle traş!‘’
Galatasaray Yönetimi’nin son yıllara bakıldığında tarihe geçecek hatalar yaptığı herkesçe biliniyor. Öylesine amatör ve şaşırtıcı kararlar alındı ki, o kadar çok döviz çarçur edildi ki, yaz yaz bitmez. Yine de olayların üzerine fazla gidilmedi. Neden? Nedeni çok basit; Eric Gerets ve Cevat Güler ile gelen mucizevi 2 şampiyonluk...
***
Hep yönetimi eleştiriyoruz ya, düşündüm de haksızlık etmişiz! Asıl suç, bu imkânı onlara verenlere, bu ortamı onlara hazırlayanlara. Ya inanılır gibi değil! Adam yazları Mallorca’da emekliliğinin tadını çıkarıyor. Sonra bir talih kuşu: Galatasaray’ın yeniden teknik direktörü oluveriyor. Ama sadece 28 hafta. Gönderiliş şekli etik dışı ama kimsenin umrunda değil. Zaten kendisi de sinirlenip, köşe yazdığı gazeteden Sarı-Kırmızılı yönetime öyle bir sallıyor ki! Peki şimdi ne oldu; bu muameleye maruz kalan ‘Akbaba’ Galatasaray adına Olympiakos’u izliyor. Başkan Özhan Canaydın’ın bile “Hain” dediği adam utanmayıp ‘Bir avuç dolar’ için bunları yapıyorsa, Galatasaray Yönetimi’ni kutlamak gerek!
***
Peki ya genç silahşör Michael Skibbe? Skibbe çok rahat bir şekilde “Feldkamp’ın sözleşmesi zaten bu şekildeydi. İlk yıl teknik direktörlük, ikinci yıl ise başkanın danışmanı olacaktı” diyor. Pes doğrusu. Michael kardeşim! Adama sormazlar mı “Kalli’li Galatasaray, Leverkusen’den 5 yiyor ve sana takımın başına geçmeni teklif ediyor. Senin vatandaşın, çalıştırdığın takımı iyi analiz etse, 5 yemeyecek, sen de Galatasaray’ın başına geçemeyeceksin. Bu nasıl perhiz bu nasıl lahana turşusu!” Ümit Davala ve Edwin Boekamp’ın gönderilmesine üzülmüşsün, kararı sonradan öğrenmişsin... Peki Michael, o ikili göreve gelirken sana sordular mı, gönderirken, senden onay alacaklardı...
***
Galatasaray’da uzun yıllar forma giymiş ve antrenörlük görevi yapmış dostum şöyle diyordu: “Yönetim bir teknik adam değil, bir kukla arıyor. Takıma hakim olmak, bütün kararları kendileri vermek istiyor...” Ben de diyorum ki, bravo Sarı-Kırmızılılar’a! Şansları var, 2 kukla birden buldular!..