Arama

Popüler aramalar

‘’Dayanacaksın!‘’

Şimdi Antep’ten puan ve puanlarla değil, 55 kilo baklava ile dönersen tepki görmen gayet doğaldır, Türkiye’de bu kuraldır. “Bir b... yaramıyorsunuz” serzenişi argodur, hoş değildir fakat bizim futbol kültürümüzde ‘light’ denecek hafif bir eleştiridir...

Genç yaşta (tam olarak 23 yaşında) İspanya yolunu tuttu Nihat Kahveci. Kendisi için büyük bir şans olan bu fırsatı iyi de değerlendirdi kerata; Real Sociedad’da 145 maçta 59, daha sonra ise Villarreal’de (Eminim sakatlanmamış olsaydı daha fazlasını atardı) 43 maçta 24 kez fileleri havalandırmayı başardı. Nihat’ın bu birbirinden güzel golleri sayesinde Sociedad ve Villarreal binlerce Türk taraftarı kazandı.

Çok iyi hatırlıyorum, genç kardeşimizin keyfine diyecek yoktu, değeri arttı, ismi sizin de hatırlayacağınız üzere Real Madrid ve Barcelona gibi devlerle anılmaya başladı. Milli futbolcunun yapmış olduğu açıklamalar, verdiği demeçler gayet olgun ve akıllıcaydı; “İspanya’da çok mutluyum. İnsan futbolcu olduğunu burada anlıyor. Burada insanlar sadece futbolunuzla ilgileniyor, çok rahatım. Bir çok Türk arkadaşım Avrupa’da top koşturmak isterken, benim Türkiye’ye dönmem sözkonusu değildir” gibi kendine göre haklı sebepleri vardı kariyerini yurtdışında devam ettirmeye...

Ama paranın gözü körolsun; Yuvasında yetiştiği Beşiktaş’ın müthiş teklifine hayır diyemedi Nihat (Kim diyebilirdi ki!). Tekrar ülkemizdeki muazzam futbol ‘ambiyansıyla’ yüz yüze gelmeyi kabullenmişti. En azından ben öyle tahmin etmiştim ki, 2-0’lık Gaziantep yenilgisinin ardından İstanbul Atatürk Havalimanı’nda ‘hesap soran’ bir taraftarın üzerine yürüdü. Bu davranış kendisine hiç yakışmadı. “Sen ne diyorsun lan” kelimeleri Avrupa görmüş bir futbolcunun ağzından çıkmamalı, golü unutan yıldızın takım arkadaşlarına ve bu hoş olmayan görüntüleri kaydeden kameramana sarfettiği “Bakın lan, hepimize söylüyor bu sözleri - sen neyi çekiyorsun ya” cümleleri ise okey masası muhabbetine eşdeğerdi...

Nihat çok iyi biliyor ki, bu futbol kültürü denen olayda, Avrupa’yı 20 yıl geriden takip ediyoruz. Eee, sen de tekrar bu kültürün bir parçası olmayı kabullenmişsen, eleştirilere fazla takılmayacaksın, dayanacaksın. Ha bir de attığın gol sayısı, bu sezon alacağın parayı henüz geçmemişse, sesini çıkartmayacaksın, topunu oynayacaksın...

16 Şubat 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yalan Sevda‘’

Hepimiz biliriz. Bu bir gelenektir aslında. Türkiye’den iyi duygularla ayrılmayan yabancı futbolcular, şarjörlerini tıka basa doldurup direkt ateş etmeye başlarlar... Bu açıklamalar genelde öfkeyle söylenmiş sözlerdir, bir çok kez konu amatör yöneticiler ve tahsil edilmeyen hakedişlerdir. Fakat geçtiğimiz günlerde “Kazım Kazım taraftara dil uzattı!” başlığıyla ajanslara düşen haberin bu şekilde yorumlanması dikkatimi çekti. Kazım şu açıklamayı yapmıştı; “Türkiye’de büyük maçlarda statta her yer doludur, ama küçük maçlara taraftarlar gitmez. Fenerbahçe-Denizlispor maçında olduğu gibi. O nedenle Türkiye’deki taraftarları büyük maçlara göre değerlendirmeyin...”

Kendimizi kandırıyoruz
Kazım Kazım ne futboluyla, ne yaşam tarzıyla ne de karakteriyle beni cezbetmiştir. Fakat bu düşüncesinin sonuna kadar arkasındayım! “Türkiye bir futbol ülkesi” ve “Türkler futbol için çıldırıyor” şehir efsanelerine de hayatım boyunca hiç katılmadım. Neden mi?

Futbolu çok seviyoruz diyoruz, ama inanın kendimizi kandırıyoruz. Kulüplerimizi ayakta tutacak, bütçelerine katkı sağlayacak her şeyden uzak duruyoruz. En önemli destek olan, tribünleri doldurma, takımı destekleme konusunda ise sınıfta kalıyoruz. Alman Bundesliga’da 2008-2009 sezonunda seyirci ortalaması 42 bindi. Dortmund 74 bin ile ilk sırada, Bayern Münih 68 binle 2’nci ve Schalke ise 64 bin seyirci ortalamasıyla 3. sırada yer aldı. Küme düşen Energie Cottbuss geçen sezonu 16 bin ortalamayla tamamladı...

Bir Türkiye gerçeği!
İşte size diğer dev Avrupa Ligleri’nin seyirci ortalamaları;

Premier League; 35 bin...
Manchester United: 75 bin, Arsenal 68 bin, Newcastle 48 bin, Stoke 26 bin, Blackburn 23 bin.

La Liga; 28 bin...
Barcelona 74 bin, Real Madrid 73 bin, Villarreal 18 bin.

Serie A; 25 bin...
AC Milan 58 bin, İnter 55 bin, Torino 22 bin.

Hollanda Ligi; 19 bin...
Ajax 46 bin, Feyenoord 43 bin, PSV 34 bin, Vitesse 17 bin.

Sıkı durun şimdi, sıra Türkiye Ligimiz’de. Gerçi rakamlar resmi değil; çünkü biliyorsunuz, bizde seyirciler 2’ye ayrılıyor: Biletliler ve biletsizler... Ancak edindiğim bilgiye göre geçen sezonki ortalamamız 11 ile 13 bin arası... Evet, içler acısı! “Futbola aşığız” balonunu biraz daha ajite etmek için sizlere bir de şu verileri aktarmak istiyorum...

Kimlerin gerisinde kaldık
Bakınız; Türkiye’yi ortalamada hangi ligler geride bırakmış; Japonya Ligi (19 bin), İngiltere Championship (17 bin), Çin Futbol Ligi (16 bin 500), ABD Futbol Ligi (MSL) (16 bin), Almanya 2. Ligi (15 bin 500) ve İskoçya Ligi (15 bin...)

Evet, futbolu yönetenler marka değerinden bahsederken bu rakamları görünce acaba ne düşünüyor! Yeni yayın döneminde kulüplere astronomik para saçanlar, gerçek taraftar için ne yapıyor! Ve en önemlisi, TV’lerde boy göstererek imaj değerlerini yükselten, ihale üzerine ihale kapatan çoğu kulüp yöneticileri, tribünlere seyirci çekmek için Allah aşkına ne yapıyor?

04 Şubat 2010, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kapak yazısı‘’

Zafer Büyükavcı kardeşimiz diyor ki haftanın panorama yazısında, “Binlerce kişi karşılamıştı Roberto Carlos’u, 4 kişi uğurladı. Fenerbahçe Yönetimi de hata yaptı, taraftarı da... Bırakın futbolunu, sadece formasını giydiği için bile Fenerbahçe markasına hizmet eden bu adam, geldiği gibi yollanmalıydı.”
*****
Evet, günlerdir gözümü bir dergi kapağından ayıramıyorum. Bakıyorum, bakıyorum, inanamıyorum. Yine bakıyorum, bir yanlışlık mı yapıldı diye. Hayır! Fenerbahçe’nın resmi dergisindeki kapağından bahsediyorum; Fotoğrafa neresinden bakarsanız bakın, resim gayet net. Resim net de, arka plan pek net değil. Arka planda ne olduğunu yine de görebiliyorsunuz; Saracoğlu’ndaki boş tribünler! Kapak resminde Carlos omuzlara alınmış, havaya fırlatılıyor. Süper bir enstantane, süper bir uğurlama. Konu başlığı da şu şekilde; Gelişi gibi, gidişi de muhteşem oldu!
*****
Fotoğraf son oynanan Avrupa Ligi maçından, Sheriff müsabakasında çekilmiş. Kulüp dergisini yönetenler de almış bu fotoğrafı, ‘pat’ diye kapak yapmış. Yapmış da, bana göre hiç yakışmamış. Çok iyi hatırlıyorum Carlos’un gelişini, özel uçaktaki diyalogları, Kadıköy’deki şöleni ve muhteşem organize edilmiş imza törenini... Tribünler o dönemde tıka basa doluydu. En azından numaralı tribün... Bu transferle herkes övünüyordu, en çok da gerçek Fenerbahçeliler, yani taraftarlar. Dünya basını da bu transferi konuşuyordu, Fenerbahçe’den bahsediyordu.
*****
Kapak fotoğrafına her baktığımda inanın çok üzülüyorum; Carlos’un boş tribünler önündeki vedayı haketmediği kanaatindeyim. Yönetim bir tavır almış olabilir, ancak ‘Fenerbahçe Cumhuriyeti’ apoletiyle övünen, ‘biz 30 milyonuz’ diyebilen bir camianın taraftarları, Sambacı’ya büyük haksızlık etti. (Gerçi en büyük suç, o fotoğrafı kapak yapıp, o başlığı atanlarda.) Öyle veya böyle, Carlos Sarı-Lacivertli formayı giydiği dönemde Fenerbahçe markası değer kazanmıştır. Kulüp, yine aynı dönemde yüzbinlerce forma satmıştır, büyük kazanç elde etmiştir.
*****
Son olarak da Brezilyalı’nın ayrılışından sonra yaptığı açıklamalara değinmek istiyorum; Geldiğinde adam şöyleymiş de, böyleymiş, ama gidince her şeyi unutmuş da, fena sallamış... Peki biraz özeleştiri yapma zamanı değil mi! Bir yıldıza değer verdiğinizde, ona yıldız gibi davranıldığında bu yıldız uzaya da gitse, sizin hakkınızda kötü sözler sarfedemez! Ama yanlış yaparsanız bu unutulmaz, her yerde ifade edilir. Bu ilk kez mi oluyor? Bakıyorsunuz Türkiye’ye kimler gelmiş kimler geçmiş. Büyük bir kısım ise kendilerine yapılan haksızlıkları hep dile getirmiş.

07 Ocak 2010, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ses var, görüntü yok‘’

Fatih Terim’in Belçika maçından sonraki istifasının ardından “Oh! Çok şükür kurtulduk ondan” diyenler olmuş mudur? Tam olarak bilmiyorum, ancak bildiğim tek bir şey var; İmparatorun gidişine birçok kişi sevinmişti. Bir kısım ise göbek atacak duruma bile gelmişti. Yazdıklarımla bir yerlere varmak istiyorum ama olmuyor; Gelen gideni aratır demek geliyor içimden ama nerdeee...Ekim, Kasım, Aralık oldu çıt yok! 2010’a girdik yine derin bir sessizlik. Gerçi isim çok, görüşme çok, yalanlama çok, bol bol anlaştık haberleri, fakat hiçbirinin aslı yok!

***

FİFA Galası’nda eski Fenerbahçeli Holger Osieck çok güzel bir görüş belirtmişti; Eğer bir hanımı sevdiyseniz, onunla direkt evlenmelisiniz, başka kadınlara bakmak yarar getirmez... Şimdi ben anlamakta zorluk çekiyorum. Futbol Federasyonu yetkilileri neden bu kadar kararsız. Herkes biliyor ki, futbol profesyonel bir spor. Eğer bir teknik direktörü gerçekten istiyorsanız, onu ikna edebilirsiniz, çünkü herkesin bir fiyatı vardır. Birileri bu işi 2’ye yapar, başkaları 5’e ikna olur, ağır adamlar ise 10 ister, 8.5’a bu iş biter...

***

Dikkatlerden kaçmaması gereken bir olay daha var; Mesela halk var. Türk halkı, kamuoyu, çoğunluk diyor ki; Türk Milli Takımın başına yerli hoca gelsin. Gerekçe de çok basit. Türkiye, tüm başarılarını Türk teknik adamlarla elde etmiştir. Mesela bir Arda’mız var. Galatasaray’ın kaptanı, Türk hocayla çalışmak istediğini açıkça belirtmiştir. Bir de Spor Bakanımız var; Faruk Özak baştan beri tavrını ortaya koymuştur; Ben Türk çalıştırıcıdan yanayım... Kısacası zordur futbolu yönetmek, herkesi memnun etmek...

***

Bu işin içinde başka dümenler de var; Bir hafta önce Bernd Schuster ismi gündeme geliyor. Alman’ın menaceri Madrid’de yaşayan bir aracıyı devre dışı bırakıyor. Ardından güzide kulüplerimizin birinde yöneticilik yapan isme “Senin federasyonda tanıdığın vardır. Bu işte bize yardımcı olur musun?” diye sorduktan sonra şu yanıtı alıyor; “Tabii ki, fakat iş olursa beni de göreceksin...”. Yazımı sevgili dostum Hüsnü Hayali’nin aylar önce söylediği bir cümleyle bitirmek istiyorum; Mahmut Özgener, federasyonu başarıyla yönetemez, çünkü o fazla temiz...

04 Ocak 2010, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hatırlatmak istedim!‘’

Boynumuz bükük, içimiz kan ağlıyor; 2010 Dünya Kupası Finalleri kura çekimini TV’den hangi duygularla izlediğimi hatırlamak bile istemiyorum. Yine de grup eleme fikstürüne bir göz atmak icap etti; Türkiye-Ermenistan (14 Ekim) maçı üzerinden 2 ay geçmiş, hâlâ bir milli takım teknik direktörümüz yok!

Marka değeri bir tarafa, Dünya ve Avrupa üçüncüsü (2008’de yarı final oynamadan nasıl üçüncü olunuyorsa!) unvanına sahip bir futbol ülkesini bu duruma düşürmeye kimin hakkı olabilir? Halkı kandırmaya kimin gücü yetebilir?

***

Hepimiz son günlerde gazetelerden okuyoruz; Hiddink’le her konuda anlaşılmış, tek konu kalmış, o da para meselesiymiş, Ümit Milli Takım da Ersun Yanal’a emanet edilecekmiş...

TFF Yönetimi Ersun Yanal’ı Ümit Milli Takım’ın başına getirmek istiyorsa, onlara önce bir kaç konu hatırlatmak isterim; Yanal A Milli Takım’ın başındayken, İspanya’daki şu meşhur Akdeniz Oyunları skandalı patlak vermişti. Federasyon yetkilileri genç hocadan bu önemli şampiyonayı takip etmesini istemiş, Yanal ise Almanya’ya ‘arkadaş’ ziyaretine gitmeyi daha önemli bulmuştu. Hatta Yanal, yine o dönem Emre Belözoğlu’nu izleyeceğim diyerek, Milano yolunu tutmuş, medyanın Emre’nin sakatlığı nedeniyle kadroda yer almayacağını öğrenebileceklerini aklınının ucundan bile geçirmemişti...

***

Yine o dönem, Ankaragücü’ndeki şike ve teşvik skandalı patlak verdi. Yanlış hatırlamıyorsam, Yanal’ın şu an yazarlık yaptığı medya kurumu, ünlü teknik adamın görevden alınması için büyük bir kampanya başlatmıştı. Zaten bu skandal da bardağı taşıran son damla oldu; TFF Yönetimi Ersun Yanal’ın görevine son verme kararı aldı. Şu an başkanlık koltuğunda oturan o dönemin yönetim kurulu üyesi Mahmut Özgener de, Yanal’ın A Milli Takım’daki görevine son verilmesi için oy kullananlar arasındaydı.

***

Gelelim Guus Hiddink olayına. İnsanları yanlış yönlendirmek, rüzgâr olsun diye ünlü isimleri “aracılarla” kamuoyuna duyurmak, hiç de etik bir davranış değil. Hiddink’e toplam 8 milyon Euro’luk teklif yapıyorsun, ardından medyada konuyla ilgili haberleri yalanlıyorsun. Rusya Play-Off’larda eleniyor, yine temasa geçiyorsun, ama adamı ikna edemiyorsun. Çünkü Hollandalı kafasına koymuş; yolun sonu Ada! Bunu sen de biliyorsun, ancak kamuoyu baskısından çekindiğin için rüzgâr hamlelerle ‘çalışıyoruz’ imajı yaratmak istiyorsun.

Hiddink’le sık sık görüşen bir Hollandalı meslektaşım diyor ki; “Mehmetçiğim; Guus Hiddink, Türkiye’yle anlaşsın, 2 ayakkabımı da yiyeceğim...”

Lütfen acele edin, 2 ay oldu, çocuğun adını artık koyun!

12 Aralık 2009, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’İstiyorum işte!‘’

Saat gece 02.00’ı gösteriyor... Sabah erkenden Brüksel’e uçacağım... Uyumadan yazımı yazayım dedim. Gözlerimi kaparsam, uyanamam endişesi var. Olaya çok olumlu bakmak istiyorum aslında, hayata pozitif bakan bir yapıya sahibim... Fakat gelinen noktanın neresinden bakarsanız bakın, önceki gün de bahsettiğim üzere vahim bir durum var ortada...

Türk halkı şu andan itibaren ne istiyor, futbolseverler Ay-Yıldızlı ekibimizden ne bekliyor tam olarak bilmiyorum ama benim ne istediğimi açık olarak ifade edeyim;

1-Estonya-Bosna maçı nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, millilerimizin Belçika karşısında aslanlar gibi mücadele etmesini istiyorum. Bakınız illa da kazanalım! demiyorum. Sadece yüreklerini ortaya koymalarını, 90 dakika savaşmalarını diliyorum; Tıpkı 2008 Avrupa Şampiyonası’nda yaptıkları gibi...

2-Grubu kaçıncı tamamlarsak tamamlayalım, futbolcularımızın final vizesini alamamalarının dünyanın sonu olmadığını, bunun 3 neticeli bir oyun olduğunu, 90 dakika sonunda bu oyunun muhteşem bir şov gösterisi kalması gerektiğini bilmelerini temenni ediyorum...

3-Federasyon yetkililerinin maçın arifesinde “Şansımız yüzde 10 veya şansımız çok az” gibi negatif beyanatların yerine “Türk Milli Takımı mucizelere yatkın, daha önce yaptık yine yapabiliriz” şeklinde takımı motive edecek söylemleri kullanmalarını rica ediyorum...

4-Başkan Mahmut Özgener’den özel bir isteğim olacak; Güney Afrika’ya havlu attığımız taktirde, Fatih Terim’le devam etmesini, İmparator’u 2012 Avrupa Şampiyonası Finallerine’ne dek görevde kalması için ikna etmesini istiyorum. Bunu başaramayacağını çok iyi biliyorum ama olsun, istiyorum işte...

10 Ekim 2009, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Göz göze 2-3 cümle‘’

Ne maçtı ama! Karşılaşma öncesi Kasımpaşa’ya şans verilmemişti ya; kök söktürdü Yılmaz Vural’ın öğrencileri...Öne bile geçtiler; ama Galatasaray kazanmalıydı, 6’da 6 yapmalıydı. Nasıl olsa ezeli rakipleri Fenerbahçe’de doludizgin gidiyordu! Sarı-Lacivertliler’in teknik patronu protestoculara anlam verememişti zaten; Nasıl olur da 6’da 6’yı bu kadar küçümserler... Frank Rijkaard’ın ise rekor umurunda değildi tabi ki. O farklı düşünüyordu...

Bazen “büyük başarılar ayrıntıda gizlidir” derler ya; işte bu noktaya değinmek istiyorum. Galatasaray ilk devrede de adeta tek kale oynadı ama olmadı işte. Sonra Hollandalı çalıştırıcı ikinci 45’te 2 kozunu birden sahaya sürdü; Nonda ve Keita. Fakat, nedendir bilinmez, Keita hırslı mı hırslı, rakibiyle dalaşıyor, tahriklere kapılıyor ve deyim yerindeyse tekme tokat giriyor Sancak kardeşimize. Olacak gibi değil. Sarı kartı da görüyor. İşte ne oluyorsa bundan sonra oluyor; oyunun durduğu bir pozisyonda Rijkaard, Keita’yı kenara çağırıyor. İki kolundan da tutup göz göze geliyorlar. Başarılı teknik adam bir şeyler anlatıyor Fildişili yıldıza. Muhtemelen “Kendine gel, tahriklere kapılma, takımın sana ihtiyacı var. Kart görürsen, maçı çevirmemiz imkansız. Şimdi çık ve gerçek oyununu sahaya yansıt” gibi sözler sarfetmiştir Rijkaard... Sonrası malum; Keita’dan 2 süper asist...

Hep derler ya, teknik direktörün maça katkısı yüzde 25’i geçmez diye. İşte size bu verinin hayal olduğuna dair muhteşem bir örnek. Takımın patronu bal gibi bu güzel oyunun kaderini değiştirebiliyor. Bu, maç esnasında strateji değişikliği de olabilir, oyuncu değişikliği de. Ya da önceki gün olduğu gibi 2-3 cümlede gizlidir başarının sırrı... Frank Rijkaard geldiği günden beri çok özel biri olduğunu kanıtladı. Şimdiye dek yaptıkları, yapacaklarının teminatı. Amma velakin, burası Türkiye; aldın mı 2 beraberlik 3 yenilgi, gözünün yaşına bile bakmazlar, yersin kıçına tekmeyi, ağlaya ağlaya terk edersin ülkeyi...

23 Eylül 2009, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Dostluk kazansın!‘’

Şimdi Fair-Play yemini edilen maçta Fatih Terim’in sahadan atılmasına mı yanalım, Portekizli hakemin çalışkan oyuncularımızı sistematik bir şekilde sindirmesine mi! 5-6 yıldır Türk Milli Takım formasını bekleyen Önder’in amatör futbolcunun dahi yapmayacağı hataları yaptığını mı eleştirelim, yoksa önceki gece sahada en çok yol kateden Gökhan Gönül’ün 2 yüzde 100 gol fırsatını acemice harcadığına mı üzülelim!

Karşılaşma öncesi bizlere dağıtılan kitapçıkta Fatih Terim maçla ilgili şu sözleri sarfetmiş;
“Bosna Hersek’in son dönemdeki yükselişini büyük ilgiyle takip ediyor, takdir ediyorum... Biz bugün sahada, her geçen gün daha iyi organize olan, başarı çıtasını uluslararası futbol arenasında prestijiyle birlikte yükselten, bir rakibe karşı mücadele edeceğiz... Her iki takımın hedefi de aynı... 2010 vizesini almak. Sahada daha iyi olan kazansın. Ve skor ne olursa olsun, bu karşılaşma iki ülke arasındaki dostluğu pekiştirecektir...”

Çok iyi niyetli sözler bunlar. Dostluk bozulmadı; maç 1-1 bitti, tıpkı 2008 Avrupa Şampiyonası Finalleri öncesi Ali Sami Yen’de oynanan eleme maçında olduğu gibi. Ay-Yıldızlı ekibimizin 1-0 kazandığı mücadelede de müthiş (!) bir dostluk vardı...
Demek istediğim o ki, Bosna, Estonya’ya Play-Off vizesi almak için gidecek. Dostluğunu pekiştirmek için değil!

Puan durumuna bakıldığında hâlâ şansımız mevcut. Allahtan umut kesilmez. Dünya Kupası Finalleri’ne gidemezsek de dünyanın sonu değil. Bakınız; komşu Yunanistan 2004’te Avrupa Şampiyonu oluyor, ardından 2006 Dünya Kupası’na katılamıyor. 2000’in ev sahibi, dünyanın en iyi futbol ülkelerinden Hollanda, Türkiye’nin şov yaptığı 2002 Dünya Kupası’nda yer alamıyor. Bize düşen futbolda her sonucun olabileceğini hazmetmektir.
Ha, gidemezsek Fatih Terim ne yapacak, onu mu merak ediyorsunuz?
Açık açık söyledi dün Bosnalı dostlarımıza; “Hele siz 2010’a bir katılın da benim ne yapacağımı ajanslardan öğrenirsiniz...”
Haydi hayırlısı!

11 Eylül 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI