‘’Kişisel algılama başkanım...‘’
Mehmet Demircan, 2016’ya son noktayı koyuyor: ‘Katakulli’ dedik; ‘Adamlar bizi istemiyor’ dedik; ‘Oylama hikaye, Fransa kazandı’ dedik; ‘Yüzünüze gülenler, sırtınızdan vuracak’ dedik; inanmadınız!
‘Haklı çıktım demekten nefret ediyorum’ demeyeceğim. Maalesef 1 yıldır yazdıklarım ‘bire bir’ oldu. Çünkü UEFA’da işler böyle yürüyor, biliyordum?
Gelelim ‘Sinek 2’li’ ye... Bu kişi Sayın Şenes Erzik... Bunu ben değil, Türk Futbolu’nda söz sahibi isimler söylüyor. Yanlış anlamayın, bu kişisel bir şey değil.
UEFA Başkanı Michel Platini, TSİ 14.00’te zarfın içinden çıkardığı kartonu yavaşça çevirirken, Türk heyetini ve Türk halkını büyük bir hayal kırıklığına uğratacağını kuşkusuz biliyordu; Ama bir bildiği daha vardı, bu sadece işiydi, kişisel bir olay değildi...
***
Espace Hippomene Sergi Sarayı’nın sağ köşesinde Fransızlar sevinç çığlıkları atarken, salonun sol ön tarafında önce derin bir sessizlik vardı, büyük bir şok yaşanıyordu, neye uğradığını şaşırmış Türk heyeti şaşkınlık içinde birbirlerine bakıyordu. Platini sahneden indi, önce kadim dostu, dava arkadaşı Şenes Erzik’e sarıldı. Bıraktı, sonra bir kez daha sarıldı ve Erzik’in kulağına bir şeyler fısıldadı. O anı görünce belki de 3 bin 500 kez izlediğim Baba (The Godfather) filmi aklıma geldi; Herkesin bildiğinin aksine bu filmde ana tema ‘Aile Sevgisi’dir. O dönemin Amerikası’nda, ayakta kalma mücadelesinin anlatıldığı muhteşem bir eserdir. Filmde sık sık dile getirilen konu ise, kim ne yaparsa yapsın, karşı tarafın bunu kişisel algılamaması gerektiğidir. Filmde kötüleri oynayanlar, Corleone ailesine zarar verip Michael ve Sony kardeşlere hep aynı cümleyi kullanır; Sakın bu olayı kişisel algılamayın, bunu bir iş olarak görün; Dont take this personally, its stricktly business!
***
2016 olayını gurur yapmıştım. Çünkü bu Türk Futbolu’nda bir devrim yaratabilirdi. Kötü alışkanlıklarımızı yok edebilir, Avrupa Futbol kültürünü benimsememiz daha kısa sürede gerçekleşebilirdi. Bu yüzden tam 1 yıl önce gizliden gizliye istihbarat ağımı devreye sokarak araştırmalarıma başladım. Çoğunluk gibi ‘Ben haklı çıktım demekten nefret ederim’ demeyeceğim. Dürüst olmam gerekirse, 1 yıldır yazdığım yazılarda, yaptığım uyarılar ve verdiğim bilgilerin ‘bire bir’ doğru çıkması, UEFA’da işlerin nasıl yürüdüğünü bir kez daha gözler önüne serdi. Burada ‘katakulli’ var dedik, gülüp geçtiler. ‘Adamlar bizi istemiyor’ dedik, ciddiye almadılar. ‘Son oylama hikaye, şampiyona çoktan Fransa’ya verildi’ dedik, hak, hukuk ve etikten bahsedip dedikodu yaptığımızı ima ettiler. En önemlisi ‘yüzünüze gülücük atanlar, bize güvenin oyumuz size diyenler sizi sırtınızdan vuracak ilk ülkeler olacak’ uyarısında bulunduk, işi ‘garantiye’ aldıklarını ima ettiler.
***
Gelelim ‘Sinek 2’li’ benzetmesine. O zarfın içinden Türkiye çıkmazsa, bu ismi açıklayacağımı beyan etmiştim. Bu isim herkesin de tahmin ettiği gibi Sayın Şenes Erzik. Aman ha başkanım, yanlış anlaşılmasın! Bu benzetmeyi ben yapmıyorum. Bu benzetmeyi Türk Futbolu’nda söz sahibi bir çok teknik direktör, yönetici ve Türk Futbolu’na uzun yıllar hizmet vermiş değerli spor adamları yapıyor. O yüzden size sormak istiyorum Başkanım; “Evet, Platini’nin Fair-Play’e yakışmayan davranışlarına sitem ettiniz. Karardan sonra çok öfkeliydiniz. Açıkça belirtmeliyim, ben sizi hiç bu kadar sinirli görmemiştim. Ama başkanım, nasıl olur da aile dostunuz Geoff Thompson size ihanet eder? Nasıl olur da ailece görüştüğünüz bu şahıs, oyunu Fransa’dan yana kullanır? Her fırsatta Türkiye’yi sevdiğini, ailece tatile geldiğini, size büyük saygı duyduğunu belirten bu İngiliz vatandaş, nasıl olur da sizi sırtınızdan hançerler? Hiçbir seçimde oy endişesi olmayan Thompson bu ihanetini size nasıl açıklayacaktır?” Beni oylamadan sonra hayal kırıklığına uğratan olay budur. Evet Sayın Başkan; 20 yıla aşkın tecrübenizle aile dostunuz Thompson’dan o oyu söke söke almalıydınız. Alsaydınız şimdi 72 milyon insan bayram yapacaktı. Alamadınız, o yüzden özeleştiri yapma zamanı gelmedi mi sizce?
***
Bana göre bu yarışta galip gelmeliydik. Rakipler, Fransa ve İtalya daha önce bir çok şampiyonaya evsahibi yaptığı için çok şanslıydık. 2005 Şampiyonlar Ligi ve 2009 UEFA Finalleri’nde iyi bir sınav vermiştik. Devletimizin 1 milyar Euro’luk garantisiyle aslında diğer evsahibi ülkeleri geride bırakmıştık. Hep düşünmüştüm; “Bu defa kazanmayacağız da ne zaman kazanacağız?” Herkesin düşüncesi buydu, UEFA Başkanı Michel Platini’nin bu kadar yanlı olacağını ise kimse hesaba katmamıştı. İnanın bundan sonra işimiz daha zor. Çünkü muhtemel 2020 yarışında İskoçya ve İrlanda gibi 2 dev rakip karşımıza çıkacak. Onlarla mücadele etmek daha zor olacak. Yine de Sayın Mahmut Özgener ve Proje Sorumlusu Orhan Gorbon’a şimdiden 2-3 önerim olacak. Kim nasıl düşünürse düşünsün; Fatih Terim, Hakan Şükür, Tugay Kerimoğlu gibi enternasyonal üne sahip değerlerimizi es geçmeyin, kullanın. Hatalarınızdan, eksiklerinizden ders alın, asla pes etmeyin. Zira insan kaybedince değil, pes edince tükenir.
***
Son olarak 2-3 cümle de sunumu yapan Defne Samyeli’den bahsetmek istiyorum. Önceki yazımda önyargılı davranarak kendisinin bu olay için yanlış bir seçim olduğunu ifade etmiştim. Yanılmışım, zaten Cenevre’de şahsen de özür diledim. Samyeli, mükemmel İngilizcesi ve akıcı anlatımıyla taraflı tarafsız herkesin beğenisini topladı. Bu vesileyle kendisini bir kez daha tebrik ederim.
‘’O gün bu gündür‘’
UEFA, bugün 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası organizasyonununa ev sahipliğini yapacak ülkeyi açıklayacak. O zarfın içinden Türkiye isminin çıkmasını o kadar çok istiyoruz ki, sözlerle anlatamayız. Zaten iki kez de kapıdan geri dönmüşüz. Bu kez olmalı, olacak. Çünkü, daha tecrübeliyiz, daha iddialıyız. Portföyümüzde bir Şampiyonlar Ligi finali, bir de UEFA Kupası finali var. Cüzdanımızda ise hükümetimizin destek için söz verdiği yaklaşık 1 milyar Dolar...
Ha bunlar ev sahipliğini garantiliyor mu? Tabii ki hayır. En önemlisi, gizliden gizliye kulis çalışmaları da gerekiyor. Sanki burada sınıfta kalıyoruz gibi geliyor bana. Gerçi Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener, son günlerde çok ‘sağlam’ çalıştı ancak, bu da yetecek mi göreceğiz.
Herkesin bildiği gibi en büyük rakibimiz Fransa. Yani bu da demek oluyor ki, UEFA Başkanı Michel Platini! İşte bütün yetkililer, taraflı tarafsız bütün yabancı medya kuruluşları Orhan Gorbon’un müthiş çalışmalarını beğenmiş olsa da, otomatikman Platini duvarına çarpıyoruz her defasında. Platini engelini geçmek için ne gerekiyor diye soruyorsunuz tabii ki... İşte bu sorunun cevabını kolay kolay kimse bilmiyor.
‘’Özgener, Gorbon, Şen-Ulusoy ve Sinek 2'li....‘’
Cuma günü Türkiye Saati İle 14.00’te, UEFA yetkilileri 2016’ya ev sahipliği yapacak ülkeyi açıklayacak. Yani 2 gün sonra belki de Türk Futbolu’nun kaderinin değişeceği bir karar ortaya çıkacak. Şahsen, hâlâ bu kararın ülkemiz lehine çıkacağı konusunda arzum ve dileğim sonuna kadar devam etse de, bir gazeteci olarak inancım beni istemediğim kulvarlara sürüklüyor... Bu konuda son 1 yılda federasyon yetkililerini hem bilgilendiren, fakat daha çok uyaran 2 yazı yazmıştım. Kısaca hatırlatmak gerekirse; geçtiğimiz sezon Monaco’da yapılan kura çekiminde edindiğim bilgilere göre, Türkiye üzerinde bir oyun oynandığını, futbolun patronları Michel Platini ve komutanı Sepp Blatter’in bırakın 2016’yı, 2018’i 2020’yi hatta 2022’yi düzenleyecek ülkeleri çoktan belirlediğini dile getirmiştim. 2’nci yazımda ise, biraz daha kulis çalışması yaptıktan sonra Avrupa Futbolu’nda dönen kirli oyunları ortaya koymaya çalıştım. UEFA Başkanı Platini’nin, ince ince Ukrayna’yı uyararak, 2016 oylamasında ‘rey’ kullanacak bu ülkeyi köşeye sıkıştırdığını, yüzümüze gülen, fakat hiçbir zaman dostumuz olmayacak Almanya’nın bile oyunu Fransa’dan yana kullanacağını, nedenleriyle kağıda döktüm...
Herkesin elçisi var, bizim Defne’miz var...
Bugün biraz daha detaya gireceğim, eleştirilerimin dozunu biraz daha artıracağım. Kardeşim Zafer Büyükavcı ile Başkan Mahmut Özgener’i sezon başında ziyaret ettiğimizde, bu yolun çok uzun olduğunu, 2016’yı almak için her kulvarda çok savaşmaları gerektiğini vurgulamıştım. Kendisine bir de soru sordum; “Elçiniz kim olacak?” Sayın Özgener böyle bir şey düşünmediklerini, fakat bu öneriyi değerlendireceklerini söylemişti... Aradan 9 ay geçti! Hâlâ bir elçimiz yok! Yeni hocamız, yabancı elçimiz Hiddink var. Hollanda ziyaretinde bayağı bir şov yaptık. Ama inanın, eğer haber kaynaklarım beni yanıltmıyorsa, Hollanda’nın oyu Fransa’ya gidecek. Ha, unutmadan yeni bir elçimizi sizlere tanıtmak istiyorum; Defne Samyeli! Duyduğuma göre Samyeli son sunumu gerçekleştirecekmiş... İngilizcesi mükemmelmiş... Ama futbol dünyası onu tanımazmış, kimsenin umurunda değilmiş... Bakınız; Hollanda 2018 için (8 yıl sonrası için) kimi elçi olarak seçti biliyor musunuz? Ruud Gullit...
Orhan Gorbon’un hakkını verelim...
Kulislerde edindiğim tek olumlu nokta; Projenin mükemmel oluşu... Bu nedenle de 2016 Proje Direktörü Orhan Gorbon’u cuma günü sonuç ne olursa olsun tebrik etmek istiyorum. Gerçekten dört dörtlük bir proje hazırladı, UEFA yetkililerinden ve yabancı basın mensuplarından da tam not aldı. Gorbon’un iyi niyetli olduğunu bildiğim için, kendisine fazla yüklenmek istemiyorum. Fakat, böylesine büyük bir organizasyonu almak için sadece iyi bir projeyi sunmanın yeterli olmayacağını inanın kendisi de fark etmiştir. UEFA 2012’de yaşayacağı sıkıntıyı 2016’da yaşamak istemiyor. Bu nedenle Orhan Gorbon ve ekibi, Başkan Mahmut Özgener ve yönetim kurulunu ikna ederek 2020’ye aday olmalı. 2016 için verilen sözlerin ve öngörülen projelerin yarısı hayata geçerse, inanıyorum ki, 2020’de nihayet şampiyonayı Türkiye’ye getirebiliriz...
Haluk Ulusoy ve Ali Şen faktörü...
2016 projesi hakkında Haluk Ulusoy ve Ali Şen’in görüşleri de benim için önemliydi. Ulusoy’un kendi döneminde ülke federasyonu başkanlarıyla ilişkisini anlatmama gerek yok. Oylamanın nasıl sonuçlanabileceğini sordum. Oy kullanacak ülkelerin Türkiye’ye yakın olduğunu, fakat bu işlerde son güne kadar hiçbir şeyin belli olmayacağını dile getirdi. Ulusoy ayrıca ülkesi için var gücüyle çalışacağını, ancak federasyondan kimsenin kendisinden destek istemediğini vurguladı. Ali Şen ise kendine has ûslubuyla federasyona yüklendi; “Türkiye için böylesine önemli bir davada Haluk Ulusoy ve beni devreye sokmaları gerekiyordu. Hep ‘Her şeyi biz kendimiz yaparız’ demeyeceksin. Gerekli kişilerle işbirliği yapacaksın. Mesela bizimle işbirliğine girmiyorsan, TÜSİAD’ı devreye sokacaksın. Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı yani herkesi devreye sokacaksın. Franz Beckenbauer ne demişti? ‘Platini’nin UEFA Başkanı seçilmesinde Ali Şen önemli rol oynadı...’ Eğer Beckenbauer bunu söylüyorsa demek ki bizim de Avrupa’da bir etkinliğimiz var!
Açık konuşuyorum; 2016’yı almamız için 2 önemli neden var.
1-Başbakanımız yaklaşık 1 milyar dolar maddi kaynak garantisi verdi.
2-Şampiyonlar Ligi ve UEFA Finalleri organizasyonlarında başarılı olduk.
Bakınız, ben federasyon başkanı olsam ve bu desteği, yani 1 milyar dolarlık desteği alsam, 2016’yı almama şansım yüzde 5 olur...”
‘Sinek 2’... Oylamadan sonra!
Üzüldüğüm nokta, Avrupa’da hâlâ kimseden pozitif elektrik alamamış olmam. Herkes Türkiye’ye karşı. Bu da beni çileden çıkarıyor. Almanlar projeyi beğenmiş, fakat riske girmek istemiyormuş, Hollanda 2018’e destek için Platini’nin kanatları altına sığınmış, Ukrayna perişan ve eli kolu bağlı. Yunanistan’dan şu yorum geldi... 2016’da ilk kez 24 takımlı bir turnuva olacak; 16 takımlı bir organizasyon olsaymış, Türkiye altından kalkarmış, 24 takımlı turnuva ağır gelirmiş...
Başkan Mahmut Özgener ve ekibi son aylarda tam 25 Avrupa ülkesini ziyaret etti. 2016 için destek istedi. Özgener daha sonra şu açıklamayı yaptı; “Hedefimiz öncelikle en iyi projeyi yapabilmek, ama şu gerçeği de göz ardı etmemeliyiz: En iyi projeyi yapan kazanmıyor. En iyi projeyi yapmak kadar, güçlü bir lobi faaliyeti de gerekiyor...”
Evet, edindiğim istihbarata göre Özgener ve ekibi son günlerde çok ‘sağlam’ lobi faaliyetlerinde bulundu. Bu faaliyetlerden sonra şansımız arttı! Umarım cuma günü zarfın içinden ‘Türkiye’ çıkar. Çıkmazsa, içimizdeki ‘SİNEK 2’liyi açıklayacağım. Zamanı geldi de geçti bile!
‘’Arjen Robben'in sol ayağı...‘’
Filmi mutlaka hatırlayanlar olacaktır; My Left foot (Sol ayağım). Daniel Day-Lewis’e Oscar kazandıran müthiş bir yapım. Aklıma geldi Bayern Münih-İnter Şampiyonlar Ligi mücadelesini izlerken. Filmde Daniel, Christy Brown’u oynuyor. Christy fiziksel engelli. Celebral Pals hastalığına yakalanmış (vücut hareketlerini ve kasların uyumlu kullanımını etkileyen bir grup bozukluğu) fakat bu engeline rağmen yaşama sımsıkı sarılmış, hayatını en iyi şekilde geçirmeye çalışıyor... Sanki Bayern’de de bu hastalık vardı 90 dakika boyunca. Takım organizasyonunu bir türlü gerçekleştiremedi, bloklar arasındaki bağlantıları kuramadı, sadece Robben’in sol ayağından medet umdu; kısacası Christy olamadı, Oscar’ı İnter kaptırdı...
Müthiş defans kurgusu
Açıkça itiraf etmeliyim. Ben Bayern Münih’ten, van Gaal’ın çalıştırdığı Alman panzerinden daha fazlasını bekliyordum. Ancak baş aktör Robben sadece 2 şutta kalınca, Kırmızı-Beyazlılar’ın yapacağı bir şeyi yoktu. Ne göbekten denediler, ne kulvarlar kullanıldı. Zaten kullanılması da imkansızdı. Robben’in sağ ayağı yok orta yapamaz, Hamit solda, sol ayağını kullanamaz, peki ortaları kim yapacaktı? Gerçekçi olmak gerekirse futbol tabii ki bu kadar basit değil. İnter’in de hakkını verelim, müthiş bir defans kurgusuyla, dahi Mourinho’nun inanılmaz taktiksel becerisiyle, sabırlı bir şekilde bekledi ve istediğini aldı. Benim kabullenmek istemediğim olay ise, Avrupa’nın en iyi organize olan takımlarından biri nasıl olur da Play-Station’da ancak görebileceğimiz golleri yer. 30 yaşlarını devirmiş Milito nasıl olur da elini kolunu sallayarak öylesine pozisyonları gole çevirir...
Almanlar hiç savaşmadı
Konuyu modern futbola getirmek istiyorum ve özellikle bu finalde Alman ekibinin hiç ama hiç savaşmadığını vurgulamak istiyorum. Tamam finale gelene dek çok önemli rakiplerini devirdiler fakat, bu isteksiz ve sığ futbol onlara hiç ama hiç yakışmadı. Birden inanmaya başladım. Santiago Barnebeu’da bir Türk takımı da olabilirdi. Bu bana göre bir mucize değil artık. Ama en önemli nokta şu; büyük takımsan eğer, hem hücumu hem defansı iyi yapabileceksin. Finale baktığımızda son yarım saat topa sahip olma oranları çok şaşırtıcı. Bayern yüzde 69, İnter ise yüzde 31. Bu baskıya rağmen İtalyan ekibi, rakibine pozisyon dahi vermiyorsa, demek ki işini çok iyi yapıyor. Defansı iyi organize ederken 2’nci golü de buluyorsa, hakkını vermemiz lazım Mourinho ve talebelerine.
Portekizli finali oynadı!
Son olarak 2-3 cümle de teknik direktörler hakkında yazmak istiyorum. Şimdiye dek saha kenarında ve dışında gösterdiği performansla, ‘Çok güzel hareketler bunlar’da rahatlıkla rol alabilecek Louis van Gaal, sanki yedek kulübesine demir atmış durumdaydı. Oturdu, 90 dakika boyunca hiç yerinden kalkmadı. Bu böylesine dinamik bir hocaya hiç yakışmadı. Şu an muhtemel Real Madrid’le resmi sözleşme imzalayan Portekizli Jose Mourinho ise finali adeta oynarmışcasına yaşadı. Sevindi, bağırdı ve öğrencileriyle bütünleşti; Hamit kardeşimin de itiraf ettiği gibi, savaşan takım hakkıyla kupaya uzandı.
‘’Kopje koffie Frank?‘’
*Kahve içer misin Frank?
Bu Hollandalılar bir alem; Mesela, kahve içmeden güne asla merhaba demezler. Patates, hayatlarında önemli bir yer alır. Kızartmasını külahta, püresini ise her akşam etle birlikte tüketirler. Dünyanın en sosyal ülkesinde yaşadıkları için çok şanslılar. Hayata hep pozitif bakarlar. Bu yüzden iyi niyetlidirler, içten ve samimi duygulara sahipdirler...
Şimdi “Ne alaka” diyeceksiniz ama müsade edin anlatayım.
***
Diyor ki Frank Rijkaard basın toplantısında; Sezona erken başlamamız nedeniyle bir çok oyuncumuz çok fazla maç yaptı ve sezon sonu düşüşler oldu. Sakatlıkları da unutmamız gerekiyor. Çok önemli sakatlıklar yaşadık. Bunlara Kewell ve Baros’u sayabiliriz. Kadromuzun da kısıtlı olduğunu düşünüyorum. Yerlerine koyacak aynı ayarda oyuncumuz olmadı. Ne zaman baskılı bir maç olsa, takım olarak bunu kaldıramadık. Bu mental bir problemdi, pskolojik olarak daha güçlü olmalıydık. Daha iyi bir Galatasaray için daha iyi bir kadro kurularak devam edilmesi gerekiyor... Aslına bakarsanız, samimi bulmadığım daha çok açıklamaları var Hollandalı çalıştırıcının ama o bir efsane ya, ayıp olur kendisine fazla yüklenmek. Bu kadarıyla yetinelim...
-Fazla maç olayı o kadar basit bir bahane ki. Herkes bilir, Galatasaray yıllardır, sezonda en fazla maç oynayan oyunculara sahiptir. Çünkü her sezon Avrupa Kupaları’nda mücadele eder, genelde de 3-5 tur atlar. Milli oyuncularla doludur. Kısacası kadrosunda 50’den az maç yapan oyuncu yoktur, yani alışıktır fazla maç yapmaya!
-Sakatlıklara gelince; Türkiye Süper Ligi maçları patates tarlalarıında oynandığı müddetçe bu sakatlıklar devam edecek de, benim üzüldüğüm nokta, Kewell ile Baros’u örnek göstermesi. Eğer koskoca Galatasaray bu 2 futbolcunun sayesinde şampiyonluğu kaybetmişse, üzülmemek elde değil. Fakat bu 2 oyuncunun yerine yapılan transferlere ne demeli. Galatasaray seni teknik direktör olarak takımın başına getirmişse, büyük düşünerek yaptı bunu. O zaman sen Frank Rijkaard olarak transfer yaparken de büyük düşüneceksin. Haaa, transfere senin müdahilin olmadıysa, o zaman ceketini alıp gideceksin. Yani “3.5 milyon EURO’mu alırım, sesimi de çıkartmam” diyemezsin!
-Kadro sıkıntısı açıklaması bir facia; 30 futbolcuyla sezona başlamışın, bilmem kaç milyon EURO harcayıp transferler yapmışın, kadro sıkıntısından bahsediyorsun. Ayıptır hakikaten. 4 oyuncun Dünya Kupası Finalleri’nde mücadele edecek. Sokaktaki simitçiye teslim etseniz bu zengin kadroyu, en kötü 3’üncü olur, yalan mı!
-Baskı, mental problem ve pskolojik ifadeleri ise gülünç. Futbolcu olarak en üst düzeyde oynamış birisi bunlarla nasıl başedebileceğini bilir. Tekrarlıyorum, seni ‘sihirbaz’ futbol komitesi bu yüzden getirdi takımın başına! Ayrıca dünyanın en büyük takımlarından birinde teknik direktör olarak görev yaptın. Oradaki baskı ile buradaki baskı farklı mı?
***
Evet, Frank. Bu açıklamaları hiç ama hiç samimi bulmadım. Bu sen değilsin. Ama önemli değil, sezon başından beri yaptığım ‘kahveyle birlikte sohbet’ teklifim hala geçerlidir. Haber bekliyorum...
‘’Türkler harbiden çıldırmış olmalı!‘’
Bir sezon daha bitmek üzere. Heyecan dorukta ama dedikodulara, ‘arkadaş arası’ sohbetlerde konuşulanlara göre şampiyon belli! Gazetelerdeki manşetlere ve TV’de boy gösteren anlı şanlı yorumcularımıza göre iş çoktaaaaaan bitmiş... Nasıl bitmiş, kim bitirmiş, niçin bitmiş olayına giren yok, komplo teorisi üreten ise çok. Paranoyak olduk! Bu, iyi bir işaret değil. Çünkü bu tavır devam ettiği sürece, Türk Futbolu kaybedecek; Ve maalesef hepimiz kaybedeceğiz!
*****
Marka değerinden bahsediyoruz ya! Avrupa’da lig olarak 5’inci sıradaymışız falan... Hikaye! Çünkü o ülkedeki insanlar, futbolda kazanmanın yanı sıra kaybetmenin de bir ihtimal olduğunu biliyor; Futbola böyle bakıyorlar, böyle yaşıyorlar... Mesela İspanya’da ligin bitimine 4 hafta var. Barça, Real’in 1 puan önünde. Orada gündem ne biliyor musunuz? Kaka’nın dönüşü ve Santanderli Canales’in Villarreal ağlarına gönderdiği muhteşem gol. Almanya’da da işler karışık. Bayern-Schalke puan puana. Schalke Teknik Direktörü Magath, Lyon’un Bayern’i yormasını, yıpratmasını bekliyor, van Gaal ise kendinden emin. İmparator Franz Beckenbauer ne diyor biliyor musunuz? “Kalan maçlarda Bochum’la küme düşen Hertha’yı yenemiyorsak zaten şampiyon olmayalım...” Ha, bir de Hamburg, hocası Labbadia’nın görevine son verdi. Hollanda’da heyecan dorukta. Son haftaya girilirken Twente tarih yazmaya hazırlanıyor. Ajax’ın 1 puan önünde. Onlar neyle meşgul biliyor musunuz? Deplasmana gidemeyecek taraftarına statta dev ekrandan maç izlettirmek için bilet satıyor... İtalya’da olaylar farklı değil. Futbolseverler hâlâ Balotelli’yi tartışıyor. Formasını yere atan futbolcuyu affetmiyorlar. Tıpkı Mourinho gibi... 3 hafta var orada ligin bitimine. Roma 2 puan farkla takipçi. İnter haftaya Lazio ile oynuyor. Roma’nın ezeli rakibi... Ada’da da tansiyon yüksek. Chelsea, Manchester United’ın 1 puan önünde. Son 2 hafta, fakat gündemi tahmin edebiliyorsunuzdur; Transfer! Torres, Manchester City’ye gider mi? Rooney, Manchester United’ı terk eder mi?
*****
Evet! Onlar ve biz! Aramızda dağlar kadar fark var. Fark o kadar net ki; Onlar futbolun güzelliğini yaşıyor, biz ise hep aynı nakarat; Yok şampiyon çoktan belliymiş, Leo Franco golü bilerek yemiş, Galatasaray Bursa’ya ‘Yatacakmış’, Keita’yı Allah korumuş, hakemler yaramazmış, futbol federasyonu istifaymış, sahaya seyirci inecekmiş, Kasımpaşa maça asılmamış, kaleci Murat boşa çıkmış ve hepimizin telefonu dinleniyormuş... Hadi ya ordan!
‘’2016 kalmadı, 2020 verelim!‘’
Polonya-Ukrayna işbirliğinde yaşanan sorunlar nedeniyle Türkiye’yi de riskli bir ülke olarak gören UEFA, EURO 2016’yı Fransa’ya, EURO 2020’yi de ülkemize vermenin planlarını yapıyor.
Eylül 2009’da ‘Katakulli’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Ülkemizin 2016 adaylığı sürecinde dönen dolapların bir kısmını dile getirmiştim. Böylesine büyük bir organizasyona ev sahipliği yapabilmek için, projeden, maddiyattan daha önemli parametrelerin olduğunu ifade etmeye çalıştım... Bu süre zarfında Türkiye Futbol Federasyonu’nun bütün çalışmalarını yakından takip ediyorum. Ve itiraf etmeliyim ki, 2016 projesi dört dörtlük bir proje. Başta projenin mimarı Türkiye Futbol Federasyonu olmak üzere, proje sorumlusu Orhan Gorbon’u yürekten kutlamak istiyorum.
Platini - Blatter işbirliği...
Fakat, mesleğim gereği aynı kişileri uyarmak da benim görevim; Eylül’de şunları demiştim; “UEFA Başkanı Michel Platini, 2016’nın Fransa’da düzenlenmesi için FİFA Başkanı Blatter’den destek isteyecek. Bu konuda da istediğinden fazlasını alacak. Blatter ise 2018 ve 2022 için Platini’den ‘borcun geri ödenmesini’ talep edecek. 2018 İngiltere’ye 2022 ise sürpriz bir şekilde Avustralya’ya teslim edilecek. Bunun nedeni ise Blatter, görev aldığı süre içinde söz verdiği gibi ‘her kıtada bir final organizasyonu’nu düzenlemiş olacak...” Evet, bu uydurma bir senaryo değil, UEFA’ya yakın kaynaklardan ve yabancı meslektaşlarımdan aldığım sağlam bilgiler. Şimdi size aktaracağım duyumlar daha vahim; Çünkü bu söylediklerim doğru çıkarsa, ülkemize karşı büyük bir önyargının olduğu gerçeği ortaya çıkacak.
Polonya - Ukrayna şanssızlığı
UEFA Başkanı Platini, son günlerde Ukraynalı yetkilileri uyarıyor; “Çalışmaları takip ediyoruz. Programa uymuyorsunuz. Statlarınız zamanında bitmezse, şampiyonayı başka bir ülkeye vereceğiz!” Evet UEFA, 2012 ile ilgili büyük sıkıntı yaşıyor. Finalleri Polonya ve Ukrayna’ya teslim ettiği için çok pişman. Bu nedenle böylesine dev bir şampiyonayı, üst üste tecrübesiz bir ülkeye vermek niyetinde değil. Kısacası, başlamadan önce hayal kırıklığı yaşatan 2012’den sonra UEFA, 2016’da da Türkiye ile şansını zorlamak istemiyor. Bu nedenle, 2016’nın Fransa’ya verileceği konuşuluyor. Teselli olarak ise bize şu söylenecek; “En iyi ve en sağlam proje sizin. Fakat biz işi garantiye almak istiyoruz. Proje çalışmaları devam etsin, 2020’ye aday olun, söz veriyoruz 10 yıl sonraki şampiyona sizin ülkenizde yapılacak...”
‘’Söyleyin kim suçlu?‘’
Özümüze döndük! Avrupa’da mücadele eden son 2 takımımız da elendi ve yine, bir sonraki sezonlara 5 değil de 6 takımla katılma fırsatını elimizin tersiyle ittik. Bu sonuçlara da artık alışmamız, elenme şekillerini de kabullenmemiz gerek. Neticede futbol bu, yenmek de var yenilmek de. Ama ne yapıyoruz biz, yine etiği bir kenara bırakıp, futbolun bir eğlence bir spor olduğunu unutup ona buna sallıyoruz. Hakemleri asıyoruz, çerçeveyi ıskalayanları acımasızca eleştirip ağlatıyoruz ve bize göre koşmadığına ve mücadele etmediğine inandığımız oyuncuları ‘vatan haini’ ilan ediyoruz.
Yanlış yapıyoruz! Çünkü burada suçlu olan ne ‘gariban Güiza’dır ne de ‘hırsız İtalyan’. Bana göre suçlu 3 kez üst üste lig şampiyonluğunu vaat eden zihniyettir. Suçlu, seçim kazanmak uğruna 4. sınıf yabancıları ülkeye getirip şov yapanlardır. Suçlu, çorap değiştirir gibi kadro değiştiren yönetim tarzıdır. Suçlu, her yıl vagon dolusu dövizi yabancı hocalara ödeyip genç teknik adamlarımızı görmemezlikten gelenlerdir.
Unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin yakaladığı en büyük başarılar istikrarla gelmiştir. Bu nedenle sistemli bir şekilde, istikrara yatırım yapılmalıdır. Önemli olan, inandığınız genç bir kadroya 3-5 yıl dokunmamaktır, her getirdiğiniz hocayı 2-3 yenilgi sonrası ülkesine postalamamaktır. Zira, Türkiye’ye kim gelirse gelsin, şampiyon hiç değişmedi, sanki uzun süre de değişmeyecek gibi. Zaten değiştiği andan itibaren ‘Türk Futbolu kurtuldu’ demektir...
İki üç cümle de iki güzide kulübümüzün teknik direktörleriyle ilgili sarfedeceğim. Benim tanıdığım Daum bu değil. Herkes iyi bilir, onu en iyi ben tanırım. Bursaspor maçında arkasını dönüp taraftarlarla dalaşması kendisine yakışmadığı gibi, Lille maçlarında yaptığı taktik hatalar da inanılır gibi değildi. Acaba Daum tam olarak işine konsantre olamıyor mu?
Frank Rijkaard’a gelince... Rijkaard’mış, Barcelona’yı çalıştırmış, onu eleştirmeden önce 2 kez düşünmek gerekirmiş. Kusura bakmasın ama önceki gün Ali Sami Yen’de bir enstantaneye fena halde kafayı takmış durumdayım. Sen dakikalarca değişiklik için bekle, karşılaşmaya müdahale etme, maç ve tur elden gitsin, sonra genç Dos Santos’u(!) oyuna al 91. dakikada. Bu da yetmez gibi Meksikalı’yı el hareketinle “Göreyim seni koçum” şeklinde havaya sok! Buna sadece ‘yuh’ derim ve yazımı ABD Alabama Üniversitesi’nde 25 yıl Amerikan Futbolu koçluğu yapmış Bear Bryant’ın müthiş bir cümlesi ile tamamlamak isterim; “Krizde, hiçbir şeyin ve hiç kimsenin arkasına saklanma, seni nasıl olsa bulurlar...”