Arama

Popüler aramalar

‘’Asmayın kesmeyin...‘’

Evet, Portekizle 8. kez karşılaşmışız. Sadece 1 galibiyetimiz var. Tıpkı önceki gece atabildiğimiz şut sayısı kadar... Yanlış anlaşılmaları önlemek için daha net söyleyeyim: Kaleyi bulan tek şut, diğerleri karavana...
Yine önemli ve kritik bir maçı kaybettik! Peki ne zaman yenilgiyi adam gibi kabulleneceğiz. Ne zaman rakibin bizden çok daha üstün olduğunu söyleyeceğiz. Ne zaman kaybetmenin dünyanın sonu olmadığını ögreneceğiz...
Top yüzdesi 63-37 Portekiz lehine... Kısacası tek yönlü trafik! Mücadele hırsı, kondisyon onlarda (Amerikayı yeniden keşfetmeyelim!): Bizim 24 faulümüze karşılık onlar sadece 10 kez etik dışı davranmış...
Orta sahaları 10 numara, paslar bu nedenle yerini buluyor: Petit ve Moutinho’nun olumlu pas yüzdeleri yüzde 85’lerde, onlara yaklaşan bir tek Emre var, yüzde 70...
İstatistikleri bu şekilde yazmaya devam edersek, eziliriz bu nedenle kısa kestim...
Varmak istediğim nokta şu. Kapasite bu kadar olursa, ne kadar haykırırsan haykır. Vay korkumuz yokmuş, onlar korksunmuş, yeneriz, asarız, keserizle bu işler yürümez. Bakınız Emre Belözoğlu 2002 Dünya Kupası Finalleri’nde mücadele ederken, Mevlüt ve Kazım Kazım gibi gençler o günlerde kısa pantolonla gezip yeni yeni topa nasıl vurulacağını öğreniyordu...
Asmayalım, kesmeyelim bu genç delikanlıları hemen silmeyelim...

09 Haziran 2008, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Eller cepte keyifler yerinde‘’

İki kez pas geçtiğimiz büyük turnuva havasına girmiş bulunmaktayız. Bir aksilik çıkmazsa biz de bugün, akşam üzeri Portekiz’le karşılaşacağımız Cenevre’ye ayak basacağız... Terim ve öğrencileri de sanırım büyük sınava hazır durumdalar. Ancak Terim’in açıklamaları beni yine tedirgin etti... Önce rakiplere kendi üslubuyla “Kimseden korkumuz yok. Büyük konuşmak istemiyorum ama biz iddialıyız kardeşim, Portekiz maçında kim yıldızmış herkes görecek” diyerek gözdağı verdi... Sonra “Yazmadan beni bir arayın sorun, birileri beni milli takımda görmek istemiyor, Emre olayı çok zamansız ortaya çıktı” sözleriyle medyaya kızdı... Son olarak da Orhan Pamuk’a, “Ben de onu yetersiz milliyetçi buluyorum” diyerek karşılık verdi ...
Aslında listeyi uzatabiliriz ancak şuraya varmak istiyorum; Futbolda her türlü motivasyon vardır. Terim, UEFA Kupası şampiyonluğuna giden yolda bu konuda ders vermiştir, herkes bunu kabul etmektedir. Fakat, aynı teknik adamla milli takımımızın nasıl bir Dünya Kupası’nı ‘es’ geçtiği de aşikardır...
Sizlere, Fenerbahçe’nin eski teknik adamı, şu an Rusya’nın hocası Hiddink’in bir anısını aktarmak istiyorum. Hiddink, yardımcısı Korneev ile birlikte, antrenmana takım otobüsüyle değil, bisikletle gitmeyi tercih ediyor. Önden çıkıyorlar, arkalarında takım otobüsü... İkili yolu otobüs geçmesin diye kaplayınca futbolcular kızıyor, şoför kornaya basıyor. İkili hiç aldırmıyor. Sonra otobüse yol veriliyor. Otobüs geçerken, Hiddink isyanını sürdüren oyuncularına orta parmağını gösteriyor!
Hollandalı futbol adamı olayı şu şekilde açıklıyor: Onlar teknik adamı ciddi ve aşırı kuralcı olarak görebilirler ama bu şakayla benim de insan olduğumu, zaman zaman iki tarafın esprilerle daha iyi kaynaşabileceklerini göstermek istedim...
Evet, hoca-oyuncu ilişkisi bu şekilde de yaşanabiliyor. Bir de sevgi, saygı var mesela. Devlet büyüklerine örneğin. Henry ve Anelka, EURO 2008 öncesi Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile sohbet ediyor. Eller cepte, rahatlar ve büyük olasılıkla aynı ruh haliyle maçlara çıkacaklar, belki kaybedecekler belki kazanacaklar. İşte bu tablo ne zaman bizde yaşanır, o zaman futbolda kaybetmenin dünyanın sonu olmadığını kavrayabiliriz belki...

05 Haziran 2008, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Unforced error‘’

Yukarıdaki terimin, Fatih Terim’le alakası yok demeyin. Dolaylı bir şekilde bunu anlatacağım fakat öncelikle “Unforced error” kelilemeleri nerede kullanılıyor, bir bakalım...
Teniste rakibinizin sizi zorlamadan yaptığınız basit hataya “Unforced error” deniyor. Kısacası, normal şartlarda hata yapmanız için bir neden yok, rakip de sizi hataya zorlamıyor, ancak kendi dikkatsizliğiniz veya beceriksizliğiniz yüzünden bu hatayı yapıveriyorsunuz...
Şuraya gelmek istiyorum; Geçenlerde Şampiyonlar Ligi finalini izledim. Futbol adına güzel enstanteneler vardı, hem Manchester United, hem de Chelsea’nin işi sonuna kadar götürme isteği, kupanın sahibini penaltılar sonrası belirledi. Önemli bir nokta vardı. Drogba’nın kırmızı kartı: Tam bir “Unforced error”! Yani gerek yoktu, Tevez ile didişmesi lüzumsuzdu, tokadı Fair - Play’e aykırı bir hareketti. Drogba’nın oyundan atılması dengeleri bozdu. Chelsea’yi bir an, rakibi Manchester Unied karşısında dezavantaja düşürdü, penaltı sıralaması zoraki değişti...
3 gün önce Millelerimiz’in Slovakya maçını da izledim. Karşılaşmaya biraz tutuk başladı Ay - Yıldızlı ekip ancak ikinci yarı toparladı, asların oyuna girmesiyle 90 dakikaya canlılık geldi.
Fakat sevgili Ömer Üründül’ün de dediği gibi bloklar arası bağlantılarda zaman zaman sıkıntı yaşadık. Özellikle de defans ile orta saha arası: “Nereye varmak istiyorsun?” sorusunu duyar gibiyim...
Efendim, Slovakya maçında da çok açık ve net görüldü ki, defansta görev yapan arkadaşlarımız üst üste bir sürü “Unforced error” yaptı. Gereksiz, baskı altında kalmadan bile topları rakibe hediye etti. Halbuki buna hiç gerek yoktu. Savunmada birlikte görev yapan Emre Güngör ve Gökhan Zan kardeşlerimizin yapacağı tek şey vardı: Topu “kestikten” sonra, müsait durumda olan oyun kurucuya (Aurelio veya Mehmet Topal) aktarmak. Tıpkı basketbolda da olduğu gibi. Pivotlar topu çaldığında veya ribauntu kaptığında, ilk iş olarak topu oyun kurucuya teslim eder...
Evet... Futbol aslında çok basit. Teknik direktör Fatih Terim, defansta görev yapan kardeşlerimize “Unforced error”ları en aza indermeyi öğretirse, Avrupa Şampiyonası boyunca gereksiz golleri de kalemizde görmeyiz.

24 Mayıs 2008, Cumartesi 05:30
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol asla futbol değildir‘’

Geçtiğimiz hafta İngiltere’deydim... Tugay Kerimoğlu’nu ziyaret ettim, bu sezon Blackburn Rovers’ın sahasındaki son maçını izledim. Ada’da onlarca karşılaşma takip ettim, bu sürede ders alınacak çok olaya şahit oldum. Ama, bu son Blackburn-Derby County mücadelesinde Premier Lig’in neden önemli olduğunu, dünyanın bu lige neden hayran kaldığını ve bizlerin, herkesin, neden özellikle bu ligi örnek almamız gerektiğini daha iyi anladım. Anlatacağım: Herkese bilgi var, anlayan anlar...

Yöneticilere...
Blackburn Yönetimi, futbolcularına birçok jestle sezon boyunca gösterdikleri performans için teşekkür etti. Maç öncesi oyuncular çeşitli ödüller aldı, taraftar grupları yılın oyuncusunu seçti. Kısacası emeğin karşılığı alındı. Maç bitiminde ise anons yapıldı: “Lütfen tribünleri terk etmeyin, takımımız tur atacak, onları burada son bir kez daha alkışlayın...” Evet maç bitti. Futbolcular çocuklarıyla birlikte tribünleri selamladı, taraftara sezon boyunca desteklerinden dolayı teşekkür etti... Saha içinde mükemmel bir görüntü, takım, yönetim, seyirci elele, birlikte sezonun yorgunluğu atıldı. Çocuklar babalarıyla gurur duydu, futboldan sıkılan küçükler ise, stadın içindeki kreşte zaman geçirdi...

Futbolculara...
Biliyorsunuz, Premier Lig’de toplam 42 maç yapılıyor. Milli maçlar, Avrupa kupaları, Lig Kupası ve Federasyon Kupası derken, ortalama bir oyuncu sezon boyunca yaklaşık 60-70 karşılaşmada görev yapıyor. Ama o gün yine dikkatimi çeken, oyuncuların özverisi. Blackburn’ün kaybedeceği bir şey yoktu. Derby’nin küme düşmesi haftalar öncesi kesinleşmişti. Bütün futbolcular iyi niyetli ancak, konsantre, kıyasıya bir mücadele ve 90 dakika hiç değişmeyen bir tempo. Maçın önemini herkes biliyor, ama sezon sonu gelmiş, tatile çıkılacak anlayışı kesinlikle yok. Profesyonellik bu olsa gerek!

Hakemlere...
Maçı Uriah Rennie yönetti. Premier Lig’de maç yöneten ilk siyahi hakem. Ada’nın en tecrübeli hakemlerinden. Nasıl maç yönetirse yönetsin, kimsenin gıkı çıkmıyor. İngiltere’nin Collina’sı yani...Sahada iyi niyetli oyunculardan kurulu iki takım. Fakat aynı zamanda Fair-Play çerçevesinde dişe dişe mücadele eden, tabiri caizse “tekmeye kafa sokan” futbolcular vardı... Bir ara Derbyli Savage, Blackburnlü Vogel’e öyle sert girdi ki, eminim Türkiye Süper Ligi’nde sarıyı, belki de kırmızı kartı görür oyundan atılırdı... Rennie, faulü verdi, ikili ile kısa süren bir görüşme yaptı ve daha sonra maçın “temiz” geçmesini sağladı, 90 dakika boyunca hiç kart göstermedi! Bana göre hakemlerimizin haftada en az 3-5 Premier Ligi maçı izlemeleri gerek!

Seyircilere...Şimdi sıkı durun...Dedim ya, Derby’nin küme düşmesi haftalar öncesi belliydi! Ama adamlar futbolu seviyor ya! Lig bitiyormuş, küme düşeceklermiş, rakip kazanmış, gol yemişler kimsenin umrunda değildi. Ewood Park Stadı’na yaklaşık 6-7 bin Derbyli seyirci gelmişti. Kale arkasının tamamı konuk taraftarlara ayrılmış... Derby 1-0 öne geçti: Böyle coşkuyu hayatımda görmemiştim. Sanki takım Avrupa Şampiyonu olmuştu. Nedir o sevinç öyle, tribünler bayram yerine dönmüştü. Hiç durmadılar... Durum 1-1 oldu, bir şey değişmedi. Eğleniyorlar! Ama buna çok şaşıracaksınız! Blackburn’ün 2. ve 3’üncü golünde bile adamlar çılgınca sevindi. Bir ara kendimden şüphelendim. Yoksa golleri konuk takım mı atmıştı, ben rüya mı görüyordum? Hayır! Adamlar gole seviniyor. Kimin attığı önemli değil onlar için. Çünkü futbolu seviyorlar. Futbolu eğlence olarak görüyorlar. Keşke Türkiye’de futbol böyle sevilse, böyle yaşansa...

09 Mayıs 2008, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bu işte bir iş var!‘’

D ün sabah şu haber düştü ajanslara: Şampiyonluk yarışındaki ezeli rakibi Fenerbahçe’nin yabancı oyuncularının hemen hemen tümünden yararlandığı ortamda, çok sayıda kritik tamamı Türk oyunculardan ilk 11’lerle çıkan Galatasaray, bu sezon yabancı oyuncularından çeşitli nedenlerle yeterince faydalanamıyor.
Bazı yabancı oyuncular sakatlıklar nedeniyle uzun süreli takımdan ayrı kalırken, bazıları da formsuzlukları nedeniyle kadroya dahi giremediler...
Şimdi ben bu “çeşitli nedenlerle” ve “formsuzlukları nedeniyle kadroya dahi giremediler” bölümüne iyice takmış durumdayım. Çünkü böylesine bir istatistik asla bir fiyasko olamaz, olsa olsa kara bir lekedir, yabancı futbolculara harcanan milyonlarca EURO’lara rağmen...
Bakınız: “Yeni Stumpf” İsmael Bouzid sezon başında Alman İkinci Ligi’nden geldi. 5 maçta 11’de oynadı. Sadece 437 dakika forma giydi. “Büyük yetenek” Carrusca ilk yılında 4, ikinci yılında ise 2 kez 11’de sahaya çıkmış. “Bomba” Ahmed Barusso da 2 maçta 99 dakikacık Sarı-Kırmızılı formayı terletmiş. Şimdi merak ettiğim olay, bu transferlerden sorumlu olanlar, nasıl olur da “Avrupa Fatihi” Galatasaray’ı bu duruma düşürür!
Sayın Adnan Sezgin’i iyi tanırım. Bu işleri çok iyi bilir, bilmeli çünkü bu konularda çok tecrübeli. Kimleri danışman olarak kullandığı da aslında çok önemli değil... Ancak bilirkişi böylesine fiyaskoların yaşanmasına engel olamıyorsa, vah Galatasaray’ın haline. Sanki bu işte bir iş var... Sayın Adnan Sezgin bu kadar hatayı üst üste yapıyor, buna inanmak istemiyorum. Hem de İstanbulspor ile Şekerspor’da falan değil, müzesinde UEFA Kupası ve Süper Kupa’yı bulunduran Galatasaray’da! O zaman birileri bu kötü yatırımların, transferde “sıfır” isabetin tekrar yaşanmaması için bana göre şimdiden önlem almalı. Geç olmadan!
Hani geçenlerde Kalli’yi “Casus” diye suçlamıştık! Casus sağ salim ülkesine döndü, sorunlar bitti-mi? Bitsin lütfen!

11 Nisan 2008, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Volkan palyaço olmasın!‘’

Herkes iyi hatırlar 2006 Dünya Kupası öncesi yaptığımız Play - Off maçlarını. Bern’deki 2-0’lık yenilgi, Fatih Terim’in “Kapıyı kilitlediler, beni içeri almadılar” feryadı ve onun ardından İstanbul’da yaşanan ve Türk Futbol Tarihi’ne bir “Kara Leke” olarak geçen “Kadıköy Tünel Çatışması”...
Aslında bu gerginliği organize bir şekilde İsviçre basını başlatmıştı. Bulvar Gazetesi Blick “Palyaço Volkan” başlığı atıp, maalesef bizleri de galyana getirmişti. Birçoğumuz tuzağa düşmüştü. Maç öncesi taraflı tarafsız herkes Volkan’ı konuşuyordu. 2-0 kaybetmiştik ancak inanın Volkan’ın 2 golde de hatası yoktu. Zaten amaç da bu değildi ki, asıl amaca ulaşılmıştı...
Korkarım, bu tip senaryolar, tuzaklar, provakasyonlar Fenerbahçe’nin Londra’daki rövanş maçı öncesi tekrarlanacak. İngiliz tabloid basını, yani “Kırmızı Logolu” gazeteler, bu işin 1 numaralı uzmanıdır. Bunların en önemli 3 gazetesi The Sun, Daily Mirror ve Daily Star’dır. Amaçları daha çok magazin, politik ve tabii ki spor skandalları yaratmak, hedef kitlesi ise 3-4 milyonluk Adalı ve zaman zaman gaza gelen bir kesim Türk basını! Türk futbolseverler, Leeds maçlarında bu senaryolara şahit olmuştu.
Bu yüzden dikkatli olmamız gerektiğine inanıyorum. Herkes, şu önümüzdeki 5-6 gün içinde kimsenin tahriklerine cevap vermemeli. Fenerbahçe camiası bu provakatörleri sindirmeli. Özellikle Chelsea karşısına çıkacak futbolcular bu tip haberlerden uzak durmalı, kimsenin söylemlerini dinlememeli. Göreceksiniz, 2-3 gün içinde üstte saydığım ve bir çok farklı gazete çılgın ve çirkef haberlerle “oyuna” start verecektir. Bu grup basın tehlikelidir. Ben bunu bizzat bir İngiliz’den öğrendim. İngiltere Futbol Federasyonu Başkanı Jeff Thompson’un açıklamalarını duyunca şoke olmuştum, gerçekleri öğrenince gardımı almıştım. Şimdi eminim, alttaki cümleleri okuyunca siz de çok şaşıracaksınız:
“İngiltere demokratik bir ülkedir. Bizim insanlarımız skandalı sever, merak eder. Bu kırmızı logolu gazetelerin 3-4 milyon satması da bu sebeptendir. Bu gazeteler hep skandalları gündeme getirir, ve yazılan haberlerin çoğu zaten provakasyondur. Ama bu basın organlarının arka kapaklarında ve spor sayfalarında büyük yıldızların her gün olay yaratacak önemli demeçleri vardır. Futbolcular bu demeçleri vermeye mecburdur, çünkü bu gazeteler o kadar güçlüdür ki, milli oyuncuları dahi tehdit etmekten kaçınmazlar, gerçek budur...
Ürkütücü değil mi? Kırmızı Logolular, bu yayın politikasıyla dünyanın her kesiminden insanları alt edebiliyor... Tekrarlıyorum; Sakın gaza gelmeyin!

04 Nisan 2008, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yoksa Kalli casus mu?‘’

2-3 hafta önce fazlaca ‘Ağır’ bir yazı kaleme almıştım, Galatasaray liderliğini korurken. Kalli’den Aslan’a hayır olmaz, ülkesinde bu gibi dengesizlikleri, densizlikleri ve ‘Ben herşeyi bilirim, kimse de zaten bana karışmıyor’ edasıyla dolaşmış olsaydı, gözünün yaşına, hatta gerçek yaşına bakmaksızın kıçına tekmeyi vururlardı diye uyarıda bulunmuştum...
Açıkçası Alman teknik adam, beni şaşırtmaya devam ediyor, ateşle oynuyor. O kadar çok hata yapıyor ki, artık iyice şüphelenmeye başladım. Geçenlerde gazetemizde ‘Casus’ haberi vardı. Galatasaray’da bir dönem forma giyen Torsten Gütschow’un Doğu Almanya STASİ icin casusluk yaptığı bombası...
Şimdi soruyorum: Feldkamp da mı bir casus? Hal böyle ise, kimler için casusluk yapıyor, Sarı-Kırmızılı taraftarlar kendisini Türkiye Futbol Federasyonu’na şikayet edebilir mi? Casus değil ise bana göre tekrar Almanya’ya gidip Check - Up’tan geçmesi gerekir. Galatasarayla bu kadar ‘oynamaya’ hakkı yoktur çünkü!
Disiplinli denilen, ancak kendi disiplinine bile hakim olamayan Kurt hocayla ilgili bir kaç cümle daha yazmak için geniş bir Alman atasözleri araştırması yaptım. Belki de Galatasaray’ın durumuna şu an en iyi uyan cümle “Aslan bile kendini sineklerden korumak zorundadır”...
Şimdi diyeceksiniz ki, “Bu ata- sözünü açar mısınız?” Açamam! Alman meslektaşlarımı arayıp sordum, onlar da işin içinden çıkamadılar. O zaman diyelim ki, anlayan anlar, mesaj yerini bulur. Bulmazsa haftaya Hakan Şükür ön libero oynar!
Bir de “Tanrı karıncayı yok etmek isteyince, ona kanat takar”. Direkt olarak söylemeliyim ki, işi Tanrıya bırakmamalıyız; Adamı sağ salim göndermeliyiz ülkesine...
Son olarak ise “Sürekli damla, taş deler”: Vallahi Galatasaray’ı kurtarsın biri, yoksa yakında parçalanabilir. Kimse de parçaları toplayamaz, yazık olur...
Uzun lafın kısası Galatasaray’ı yönetenlere yine bir atasözü ile sesleniyorum: Parlayan her şey altın değildir! Daha fazla ısrarcı olmayın lütfen. Kimseyi de kandırmaya çalışmayın, yanlışlardan dönün, geç olmadan...

01 Nisan 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Akıllar ligde...‘’

Önceki gece kar ve tipi vardı, fakat zemin o kadar temizdi ki, gözlerimize inanamadık; meğer Dinamo Minsk Stadı’nda alttan ısıtma varmış. Bizim stadlarda da olsa keşke. Konya’da, Sivas’ta hatta İstanbul’da kar temizleyicilerin halini görünce, üzülüyor, kıskanıyor insan...
Teknik heyetin ‘Sürpriz bir kadro düşünüyoruz, hem Milli Takım’da fazla şans bulamayan hem de kendi kulüplerinde şans verilmeyen oyuncularla mücadele edeceğiz Belarus karşısında’ açıklaması sanki tamamen gerçekleşmedi: EURO 2008’de takımın iskeletini oluşturabilecek Servet, Aurelio, Nihat, Hamit ve Tuncay gibi “As” oyuncular vardı ilk 11’de. Ha... Bir de stoper Ceyhun Gülselam vardı Unterhaching’den. Yeni gurbetçi, gayet başarılıydı. Sochaux’tan golcü Mevlüt girdi. Fena değildi. Belki de Terim’in kafasını karıştırdı bu ikili... Belirtmeliyim. UEFA’ya verilecek 23 kişilik liste için son tarih 28 Mayıs!
Maça dönelim: Evsahibinin karşılaşma boyunca gerçekleştirdiği ani çıkışlar, tek paslar, organize hızlı ataklar bizde panik yaratsa da fazla pozisyon vermedik Belarus’a. Buna rağmen maçın kontrolünü bir türlü ele geçiremedi Ay-Yıldızlı futbolcular. Bu hazırlık sınavı Terim’e ilerisi için nasıl yardımcı oldu bilinmez, ancak açıkça belirtmeliyim ki, millilerimizin aklı lig yarışında. Bunu da gayet normal karşılamak gerek. Fakat Portekiz, İsviçre ve Çek Cumhuriyeti’nin yer aldığı gruptan çıkmamız için bu oyun kalitesinin çok ama çok üzerine çıkmamız gerek!

27 Mart 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI