Arama

Popüler aramalar

‘’Es-Es bileğinin hakkıyla‘’

Hakem bitiş düdüğünü çalana kadar her türlü sürprize açık olmasıdır. Ve elbette önceden kestirilemez olması, tahminleri her an alt üst edebilmesidir. Tıpkı dün geceki Eskişehirspor-Antalyaspor maçında olduğu gibi. Karşılaşmanın ilk bir saatlik bölümünde Eskişehirspor rakibine bariz bir üstünlük sağladı. Şık bir golle de öne geçti. Her an ikinciyi bulabilecek atakları da geliştirdi. Futbola ait bütün istatistiklerde öndeydi. Gelgelelim, Diarra'nın golü attığı 59. dakikaya kadar rakip kaleye sadece auta giden bir şut atabilen Antalyaspor, kaleyi bulan ilk şutta beraberliği yakaladı.

Ligin flaş oyuncularından Erkan Zengin'in yokluğunda yeni transfer Jorquera ilk 11'de forma şansı buldu. Bulduğu şansı da iyi usta bir ayak olduğunu gösterdi. Yüksek top tekniğiyle dikkat çeken Şilili oyuncu gerek pozisyon hazırlamakta, gerekse bitirici vuruşlarda etkiliydi. Bu performansını sürdürürse Ertuğrul Sağlam'ın yeni Battalla'sı olabilir! Pozisyon zenginliğinin pek yaşanmadığı, ancak yüksek mücadele düzeyiyle ön plana çıkan karşılaşmanın en başarılı ismi sol kanadı otobana çeviren Tarık Çamdal'dı. Genç futbolcu, sürati ve etkili bindirmeleriyle Antalyaspor'un sağ kanadını adeta felç etti. Eskişehir'in bir diğer iyi oyuncusu ise orta alanda bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle oynayan ve takımın pres gücüne önemli bir katkı sağlayan N'Diaye'ydi.

Antalyaspor için ise söylenecek pek fazla bir söz yok. Geçtiğimiz sezonun ilk yarısını hemen hemen aynı kadroyla, liderle aynı puanda ikinci sırada tamamlayan Güney temsilcisi ilk 5 hafta sonunda puan cetvelinin dibine demir attı. Dün özellikle hücumda hiç bir varlık gösteremeyen Antalyaspor'un ilk ve tek kornerini 90+5'de attığını söylersek performansı hakkında daha iyi fikir vermiş oluruz.

Orta alandaki kıran kırana mücadeleye rağmen kale önü zenginliğinin yaşanmadığı karşılaşmada atılan üç golün de birbirinden güzel olması tribünleri dolduranları mutlu etmeye yetmiştir sanırım. Diarra'nın yaklaşık 60 metre top sürerek uzak köşeye plaselediği gol tam bir usta işiydi. Aytaç'ın oyuna girdikten bir kaç saniye sonra ayağına değen ilk topu ağlarla buluşturması da futbolun garip cilvelerinden biriydi.

21 Eylül 2013, Cumartesi 22:40
YAZININ DEVAMI

‘’Kafkas kanunları!‘’

Kafkas, Trabzonspor maçında oyundan alınmasına tepki göstererek formasını yere atan Lua Lua'ya 50 bin TL. ceza keserken şu açıklamayı yaptı: "Ben hayatımda hep şunu yapmaya çalıştım; bir takım değerlerim olsun. Kulübün ilkeleri ve prensipleri olsun diye mücadele ettim. Her şehir çok özeldir ama Karabük'ün başka bir özelliği var. Bu şehir işçinin ve emekçinin şehridir. Lua Lua bu formayı yere atabilecek cesareti gösterebilir. Ama kimse kimsenin alın terini, emeğini çalabilecek veya onlara saygısızlık yapabilecek bir eylemin içinde bulunamaz."

Tolunay Hoca, para cezasıyla da yetinmedi, ligin en spektaküler oyuncularından biri olan Lua Lua'yı Kayseri Erciyes maçında yedek soyundurdu ve bir saat yanında oturttu. Maçı kaybetme pahasına... Verdiği mesaj netti: Kimse kulübünden büyük değildir.

Kafkas, sadece Lua Lua'yı değil, sezon başından beri ilk 11'de yer alan Gökhan Ünal ile Samba Sow'u da kızağa çekmişti. Kadro istikrarıyla ve etkili hücum hattıyla dikkat çeken Karabükspor ilk kez değişik bir kadro yapısı ve oyun anlayışıyla sahada yer aldı. Defansın önünde çift ön libero, ileride ise birbirine benzer özelliklere sahip Furkan ve İlhan Parlak... Doğrusunu söylemek gerekirse bu değişikliklerin Karabükspor'a pek faydası olmadı. Ev sahibi ekip, hücum organizasyonlarında büyük sıkıntı çekti. Özellikle de ilk yarıda... İkinci yarıda, bilhassa Lua Lua'nın oyuna girmesinden sonra daha hareketli olan, daha fazla hücum yapan, pozisyon bulan bir Karabükspor vardı sahada ama bu kez de kalesinde devleşen bir Jorgacevic buldu karşısında... Sırp kaleci bir çok pozisyonda Karabükspor'a geçit vermedi ve maça damgasını vuran isim oldu.

Erciyesspor'da ise, geçen hafta Akhisar'ı mağlup eden kadroda tek değişiklik vardı. Galibiyet golünü atan Üstün'ün yerine cezası biten Vleminx ilk 11'deydi. Ancak konuk takımda da belirgin bir organizasyon sıkıntısı göze çarptı. Bunda yeni kurulan bir takım olmasının yanısıra İbriçiç, Traore ve Azofeifa'nın güçsüzlüğü ve uyumsuzluğunun da rolü vardı. Kayseri temsilcisinde göze çarpan tek oyuncu Yasin de yalnız kalınca Erciyes'in gol umudu Vleminx'in bireysel becerisine kaldı. Fakat Belçikalı golcü de bir pozisyonun dışında Karabükspor'u tehdit edemedi. Karabükspor'da İlhan Parlak takımının en başarılı oyuncusu olurken, son 10 dakikada forma şansı bulan İshak Doğan da dikkat çeken bir diğer isimdi.

20 Eylül 2013, Cuma 22:00
YAZININ DEVAMI

‘’Ismarlama başkan!‘’

Olimpiyatları neden kazanamadığımız üzerine bin türlü çeşitleme yapıldı. Ben de bu konuda bu sayfalarda birkaç gün ahkâm kestim! Beğenen oldu, beğenmeyen oldu. İşi terbiyesizlik boyutuna taşıyıp halimi hatrımı soranlara ise sadece acıdım. Benim olimpiyat üzerinden siyaset yaptığımı ileri sürdüler. Güldüm, geçtim. Çünkü bu ülkede spor hiçbir zaman siyasetten arınmadı. Şimdi ise etle tırnak gibi oldu. Aşağıda anlatacağım somut örnek işin hangi boyutta olduğunu gösteriyor.
Malum, federasyonlar birkaç yıl önce özerk oldu. Ama aradan geçen zaman gösterdi ki, özerklik sözde! Her şeyden önce federasyonlar bütçe için devlete göbekten bağlı. Hal böyle olunca devlet de federasyonlardan elini ayağını çekmiyor.
Hoş, bazı konularda haksız değil! Özerkliği yüzüne gözüne bulaştıran federasyonlar var! Federasyonları arpalığa çeviren başkan ve yönetim kurulları var! Babasının çiftliği gibi kullananlar var. Akrabai taallükatını kongre üyesi yapıp ömür boyu başkanlığı garantileyenler var! Naylon kulüpler kuran, naylon delegeler yapanlar var! Varoğlu var! Bütün bunların denetlenmesi gayet doğal. Yaptırım olacaksa bunlara yapılmalı. Buna kimsenin itirazı olamaz. Gelgelelim, özellikle Suat Kılıç bakan olduktan sonra devletin yaptığı, kelimenin tam anlamıyla federasyonlara el koymak.

Sporda ‘Bakanlık sistemi!’

Önce voleybolda yaptılar. Tarihin en başarılı başkanını derdest ettiler. Ardından haltere Spor Genel Müdür Yardımcısı’nı seçtirdiler. Teniste de uluslararası alanda tanınan son derece başarılı olan kadın başkanı alaşağı edip, yerine PTT Genel Müdürü’nü başkan yaptılar! Şimdi sırada atletizm var. Mehmet Terzi’nin, Bakan Kılıç’ın zorlamasıyla istifasının ardından 28 Eylül’de seçime gidilecek. Bir ara Terzi’nin yeniden adaylığı konuşuluyordu, ama dur bakalım dendi! Yerine Erzurum İl Müdürü Fatih Çintımar aday olarak çıktı. Çintımar eski bir atlet. Yani camiadan. Ama adaylık biçimi şık değil. Nasıl mı? Spor Genel Müdürü Mehmet Baykan geçtiğimiz günlerde önde gelen atletizm kulüpleriyle bir toplantı yaptı, nabız yokladı. Sonra da ağzından baklayı çıkardı. Devletin Çintımar’ı destekleyeceğini söyleyerek hangi adaya oy vermeleri gerektiğini işaret etti!
Bunun üzerine hiçbir kulüp aday çıkarmadı. Muhtemelen Çintımar tek aday olarak seçime girecek ve Türk atletizminin yeni patronu olacak. Böylece bir federasyonda daha işlem tamamlanmış olacak! Türkiye’de başkanlık sistemi hâlâ tartışılıyor ama sporda kuruldu bile!
Alın size ‘Bakanlık sistemi!’

18 Eylül 2013, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Bizans kazandı!‘’

Hatta bu konuda daha da geriye gitmelisiniz bence! 2000'li yılların başına... Türk futbol tarihinin en parlak başarısına imza atıldıktan sonra Galatasaray'da yaşananları hatırlamakta ve hatırlamakta fayda var.
O muhteşem dört yılın baş mimarı iki isim; Faruk Süren ve Fatih Terim'in nasıl ve ne şekilde bu takımın başından uzaklaştırıldığını gözlerinizin önüne getirin.

Hafta içinde İngiliz dergisi The Blizzard'a röportaj veren Fatih Terim, o yıllarda Popescu'nun kendisine "Eğer Fiorentina'ya gitmezsen, bu takım seninle Şampiyonlar Ligi kupasını da kazanır" dediğini söylemiş. Doğru söylemiş! Popescu gibi düşünen milyonlarca Galatasaraylı var bu ülkede! O dönemde kulüp içinde yaşanan çatlamanın Galatasaray'ı nasıl yıllarca geriye ittiğini bilmeyen yok!

Neyse, lafı fazla uzatmanın alemi yok. Bugüne ve sadede gelelim: Son iki sezonda kazanılan başarıları burada tekrarlamayacağım. Lakin, bu sezon başında Galatasaray Yönetimi ve Fatih Terim arasında yaşanan gerilim Galatasaray'ın sezona kaybeden bir takım olarak başlamasına yol açmıştır. Ligdeki performans ortada. Dün geceki sonuca ise hiç değinmemek ve bir an önce unutmak istiyorum!

Fatih Terim'in A Milli Futbol Takımı'nın başına geçmesiyle başlayan sürecin nasıl Galatasaray'ın aleyhine işlediğini tüm ülke biliyor. Bu konuda yaşanan tartışmaları da... Kimin ne söylediğinin o kadar önemi yok. Burada önemli olan, o kimlerin ne söylediğine malzeme verenlerdir! Fatih Terim'i gerek yönetim içinde, gerekse yönetim dışında hazzetmeyen liseli tayfasının varlığı sır değil. Bunların Başkan Ünal Aysal'a nasıl kılavuzluk yaptıkları da... Başkan Aysal'ın bunların kılavuzluğunda Fatih Terim'e nasıl bir tavır takındığını da hepimiz biliyoruz. İstediği yerli transferlerin nasıl yapılmadığını da...

Herşey medyanın ve kamuoyunun önünde ayan beyan cereyan ediyor!

Şimdi bu şartlarda Fatih Terim ve öğrencileri neler yapabilir? Terim en önemli silahı olan motivasyon gücünü nasıl kullanabilir? Futbolcularını maçlara zihinsel ve fiziksel olarak nasıl hazırlayabilir? Gidecek mi, kalacak mı tartışması yapılan bir teknik adam futbolcuları üzerinde nasıl otorite sağlayabilir? Bütün bunlar gibi yüzlerce soru sorulabilir. Cevabı olmayan sorular!

Sözün özü şu: Galatasaray bu sezon girdiği bütün yarışları kaybetmek üzere. İki ay önce bütün futbol otoritelerinin açık ara şampiyon olacağını düşündüğü, Şampiyonlar Ligi'nde de en azından yarı final yapacağını hesapladığı Galatasaray, şu anda gerek futbol olarak, gerekse kurumsal açıdan iflasın eşiğinde... Bunun da sebebi, durup dururken yönetim ile Fatih Terim arasında yaşanan çatışmadır. Ve bu çatışmayı yaratan entrikacı unsurlar!..

Real Madrid maçını size teknik ve taktik olarak yorumlayacak yüzlerce spor yazarı bulacaksınız. Ben onlardan değilim. Ben işin perde arkasını aralamaya çalışanlardan biriyim. Onun için dün geceki ağır mağlubiyete bu açıdan bakmanızı istedim.

Galatasaray ne zaman dünya promiyerine çıkmaya çabalasa, onu cehennem çukurundaki günahkarlar misali, aşağı çeken bir takım hilkat garibeleri hep oluyor! Şu an yaşanan da budur.

Hafta sonu Beşiktaş maçı var. Ligin şu an en formda takımı Beşiktaş'ı dün geceki Galatasaray'ın yenmesi mümkün değil. Real hezimeti, arkasından Beşiktaş maçı; onun öncesinde kaybedilen 6 puan daha... Kısacası ortada bir havlu olayı var. İki yıllık müthiş Fatih Terim döneminin ardından herkesin beklentisi, Galatasaray'ın 2000'li yılların devamını 2010'lu yıllarda getireceği idi. Mamafih böyle bir şeyin Galatasaray'da mükmün olmadığı bir kez daha ortaya çıktı. Lastik patladı, araba düz yolda bir kez daha devrildi! Kutlu olsun lisecilere!.. Alsınlar tepe tepe kullansınlar kulüplerini diyeceğim ve efsane Başkan Faruk Süren'in şu sözünü bir kez daha hatırlatacağım: "Hamit Bey, burası Bizans, Bizans!.. Biliyorsunuz Galatasarday da Beyoğlu'nda!.."

18 Eylül 2013, Çarşamba 01:00
YAZININ DEVAMI

‘’LuaLua haklı!‘’

Onları gördüğüm zaman ben bu takımlarda niye oynamıyorum diye kendime soruyorum!" şeklinde cevap vermiş. Ve ironi yapmaya devam etmiş: "Fatih Terim'e buradan sesleniyorum. Ben de iyi oyuncu değilim! Beni de gör hocam! İstediğiniz zaman beni arayabilirsiniz!"

Selçuk, Schnider ve Hamit'in yokluğunda Fatih Terim'in dün gece ilk 11'de orta alanı teslim ettiği oyuncuları görünce Lualua'nın bu ülkede ne büyük bir haksızlığa uğradığını çok daha iyi anlayabiliyoruz.

Şu bir gerçek: Fatih Terim bu ülkenin gelmiş geçmiş en başarılı, en iyi hocasıdır. Ülke futbolunun tarihini değiştiren bir isimdir. Yalnız Galatasaray için değil, Türk futbolu için de bir milattır. Bundan sonra da bu ülkeye çok büyük hizmetler vereceğine dair hiç bir şüphemiz yok. Gelgelelim, Terim bazı takıntılardan kendini kurtaramıyor. İnandığı ve güvendiği oyuncularda sonuna kadar ısrar ediyor. Bu, bir ekip ruhu oluşturabilme açısından doğru bir yaklaşım olabilir. Lakin, inandığın ve güvendiğin futbolcular ısrarla ve inatla seni taca çıkarıyorsa o zaman yanlışta ısrar etmenin manası yoktur. Yanıldığını kabul edeceksin ve diğer alternatiflere yöneleceksin. Yanıldığını kabul edemiyorsan şişmiş bir egonun esiri olmuşsun demektir. Eğer kabul ediyor da diğer alternatifleri değerlendirmiyorsan bu kez de adil davranmadığın ortaya çıkar. Hem sen kaybedersin hem de takımın... Tıpkı dün gece olduğu gibi.

Antalyaspor maçının gözümüze soktuğu bir gerçek var: Ambrabat, Emre Çolak ve Engin Baytar Şampiyonlar Ligi'nde final hedefleyen bir Galatasaray'ın oyuncusu asla olamaz. Terim'in her bulduğu fırsatta bu isimlerde inat etmesi, Galatasaray'ın bundan sonraki haftalarda da puan kayıpları yaşaması, şampiyonluk yarışına havlu atması, Şampiyonlar Ligi'nde hedeflenen başarıyı yakalayamaması, dahası geleceği de riske atması demektir. Dün gece heba olan bir saatin özeti budur. Ondan sonra gösterilen çabaya panik de eklenince son yarım saat de üç puanı kurtarmaya yetmedi. Bu konuyla ilgili altını çizeceğim bir husus ise futbolu matematiğe sığdırmaya çalışanlarla ilgilidir. Galatasaray'ı gerek futbol, gerekse skor olarak çökerten üç isim, ilk yarının koşu istatistiklerinde takımın en fazla koşan üç oyuncusuydu! Demek ki deli danalar gibi her tarafa seğirtmek futbolda çok fazla bir şey ifade etmiyor! Elbette koşacaksın... Ama doğru zamanda, doğru yerlere koşacaksın. Zeki olacaksın, efektif oynayacaksın. Bir örnekle bu bahsi kapatayım: Fatih Terim'in fizik olarak henüz hazır olmadığını söylediği 18 yaşındaki Bruma, oynadığı kısacık zaman diliminde Ambrabat-Emre-Engin üçlüsünden çok daha fazla katkı yaptı takımına... Elbette bunu Galatasaray'ın bundan sonraki yılları için büyük bir kazanç olarak telakki edeceğiz ve geçeceğiz diğer soruna...

Bir takım için, özellikle de büyük takımlar için en büyük silahlardan biri de duran toplardır. Galatasaray'ın dün kazandığı duran topları nasıl heba ettiğini hep beraber gördük. Bunun sebebi de ne yazık ki taraftarın sevgilisi Drogba'dır. Selçuk İnan'ın bu konuda nasıl ikinci plana itildiğini biliyoruz. Drogba, dün gece kendisinin kullanmaması gereken mesafede topu Burak'a bırakmadı; kendisinin etkili olduğu uzaklıkta da atışı kullanmadı ve topu Burak'a keslim etti. Tabii bütün duran toplar harcandı. Keza kornerler... Son dakikalarda kazanılan köşe vuruşları Sabri tarafından o kadar kötü kullanıldı ki, her biri Galatasaray kalesinde tehlike oldu! Bu görüntüler, büyük bir takıma yakışmayan görüntüler. Fatih Terim'in ivedilikle çözmesi gereken sorunlardan biri de duran toplardır.

Bu tatsız gecede aklımızda kalan en güzel görüntüler Drogba'nın golden sonraki Metin Oktay selamıyla, Bruma'nın yeni Ribery olacağı yönünde verdiği sinyallerdi. Metin Oktay demişken; Burak ve Umut'un onun futbolculuğunu, golcülüğünü ve maç istikrarını örnek almaları kendileri için en büyük kazanç olacaktır. Melo'nun da Taçsız Kral'ın centilmenliğini ve beyefendiliğini örnek almasını dileyeceğim ama böyle bir şeyin mümkün olmadığını biliyorum ve bir dilek tutmaktan vaz geçiyorum!

13 Eylül 2013, Cuma 23:00
YAZININ DEVAMI

‘’Neden kaybettik?‘’

İki gündür gazetem FANATİK’te İstanbul’un hangi sebeplerden dolayı kaybettiğine dair sayfalar dolusu yazı yazdım. Oylamadan önce 2020’yi Tokyo’nun alma ihtimalinin yüksek olduğunu, İstanbul’un ise son aylarda patlak veren siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerden dolayı pek şansının kalmadığını hatta kaybedeceğini dile getirme cüretini de (!) gösterdim. Vatan haini damgasını yeme pahasına! Ne yazık ki haklı çıktım. Haklı çıkmaktan da ayrıca hicap duyuyuyorum. Keşke bu sürecin başında olduğumuz günlerdeki gibi her şey güllük gülistanlık olmaya devam etseydi. Keşke Gezi protestolarında kendi insanımıza hoşgörülü davranabilseydik; keşke Suriye politikasında savaştan değil barıştan yana tavır alabilseydik; keşke dopinge karşı son iki yıldır değil, yıllar öncesinden sıfır tölerans politikasını benimseseydik; keşke şikeye karşı da sıfır tölerans gösterebilseydik; projemizde ve tanıtımmızda şehircilik ve tesisler konsepti yerine spor konseptini ön plana çıkarsaydık; keşke asıl ev sahibi olan Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı daha fazla ön plana çıkarsaydık, son sunumda konuştursaydık... İnanın kazanma ihtimalimiz çok yüksekti. Ben bugün burada yine aynı şeyleri tekrarlamak yerine daha farklı ve önemli detaylara değineceğim. İşte o detaylar:

Kocaömer’e yapılan muamele

Biliyorsunuz, artık olimpiyat oyunlarının olmazsa olmazlarından biri de paralimpik oyunlarıdır. Aday kentler, olimpiyat oyunlarının hemen akabinde paralimpik oyunlarını da düzenlemek zorundadır. Projelerinde paralimpikle ilgili de bir konsept sunarlar. Her aday kentin tanıtım komitesi, o ülkenin olimpiyat komitesi ile paralimpik komitesinden temsilcilerden oluşur. Ve her iki komitenin temsilcileri birlikte, eşgüdüm içinde çalışırlar. Bizde ise ne yazık ki böyle olmadı. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK), Türkiye Milli Paralimpik Komitesi’ni (TMPK) tabiri caizse dışladı. TMPK’ye eşit temsil hakkı tanımadı. Neredeyse bu işi tek başına yapıyormuşçasına bir görüntü verdi. Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’nin adaylığını açıklayacağı gün masada TMKP Başkanı Yavuz Kocaömer’e yer ayrılmadı. Türkiye’de engelli sporunu sıfırdan alıp paralimpik şampiyonları çıkarabilecek düzeye getiren Kocaömer, sonraki süreçte de yok sayıldı. Oysa uluslararası etkinliği ve prezentasyonu üst düzeyde bir spor adamı olan Yavuz Kocaömer, lobi çalışmaları sırasında çok büyük katkı yapabilirdi. Ama onun tarzından, etkinliğinden, karizmasından ürktü bazı spor adamları! Onunla çalışmak yerine onunla çatışmayı tercih ettiler. 2020 yolculuğumuzda Kocaömer’i tren kokpitinden uzaklaştırmakla kalmadılar, kompartımandan da attılar! Sonuçta paralimpik komitesinin yer almadığı bir heyetimiz oldu. Orada yer alan paralimpik şampiyonumuz Gizem Girişmen bütün samimiyetiyle eksiği gidermeye çalıştı ama üst düzey temsilci eksiği süreç boyunca sırıttı durdu.

İnsana yatırım yapabildik mi?

Gerek projemizde, gerekse tanıtım filmimizde eksik olan bir şey vardı: İnsan. Oysa olimpiyatların temel amacı insana yapılan yatırımdır. Biz akıllı binalarımızla, çağdaş tesislerimizle, doğu-batı senteziyle, medeniyetler ittifakıyla ve şehircilik konseptiyle IOC’nin karşısına çıktık. O binaları, o tesisleri kullanacak insanımız konusunda en ufak bir ipucu veremedik. Çünkü öyle bir yatırımımız, planımız, programımız yok. Binaları ve tesisleri yapmakla işimizin bittiğini düşünüyoruz. İnsana nasıl yatırım yapacağımız, 2020’nin sporcularını ne şekilde yetiştireceğimiz konusunda ikna edici projeler sunamadık maalesef. Burada önemli olan tesislerin oyunlar sonrası atıl hale gelmemesidir. Sürdürülebilir olmasıdır. Bunu sağlayacak olan da spor bilinciyle donatılmış, spor kültürü edinmiş insandır. Evet, insanımızın yüzde 83’ü İstanbul’a destek verdi ama o oranda bir aktif katılımda bulundu mu? İnsanı merkez alan spor organizasyonları, festivaller düzenledik mi? Hayır. Bu iş öyle son gün meydanlarde ekran başına kalabalık toplamakla olmuyor.

Olimpiyat şampiyonları nerede?

Her aday kentin, her ülkenin sportif bir vitrini vardır. Bizim de sayıları az olmakla beraber bazı özel sporcularımız mevcut. Başta Naim Süleymanoğlu... Naim, bugün dünyada en çok tanınan olimpik Türk sporcusudur. Ne adaylık sürecinde ne de tanıtım filmimizde Naim’e rastlayan oldu mu? Keza, en az Naim kadar yurtdışında şöhreti ve tanınırlığı olan ‘Asrın Şampiyonu’ unvanlı Hamza Yerlikaya. Bugün Güreş Federasyonu Başkanı olarak Türk sporuna hizmet veren Yerlikaya’nın bir kündesi, bir ters taklası, bayrakla minder etrafında attığı tur tanıtım filmlerimizde yer alamaz mıydı? Naim’in 1988 Seul’da ağırlığının üç mislini kaldırdığı müsabaka tekrar tekrar gösterilemez miydi? Her iki sporcumuzdan bütün süreç boyunca faydalanılamaz mıydı? Kuşkusuz, bunların hepsi yapılabilirdi, fakat yapılmadı. Bir bildikleri vardır diye düşünüyordum ama yokmuş!

Avrupa’dan oy beklemek!

İkinci tura kaldığımızda bütün Türkiye kazanacağımıza inandı. Benim gibi gamlı baykuşlar ise kaybedeceğimizi düşünüyordu. Neden mi? Önce siyasi sebepler. Evet, olimpiyatlar bir spor organizasyonudur. Ama arkasında siyasi ve ekonomik güçler vardır. Nihayetinde karar organı IOC de bu güçlerin kontrolündedir. Avrupa da bunun bir parçasıdır. Mısır darbesi ve Suriye kriziyle ilgili Başbakan Erdoğan’ın tutumunu hatırlayın. “Ey Batı!” diye atılan nutuklar hala belleğimizde. Hem bütün kötülüklerin müsebbibi olarak Batı’yı göreceksin, Batı’ya efeleneceksin, hem de Batı’nın oylarıyla olimpiyat alacaksın! Bir de işin teknik kısmı var. Roma, Berlin, Paris, St.Petersburg hatta kaybeden Madrid gibi kentler 2024’e aday olmaya hazrlanıyor. Aynı kıtaya iki kez üst üste olimpiyat verilmeyeceği gerçeğinden hareketle Avrupalı delegelerin bize oy vermesi mümkün değildi. Zaten vermediler de...

Jimnastik salonunun akıbeti!

Şimdi ne alakası var diyeceksiniz ama çok alakası olduğunu düşündüğüm bir konuya değineceğim. 15 milyonluk İstanbul’un nizami ölçülerde bir tane jimnastik salonu var. İstanbul’daki bütün jimnastik kulüpleri 40 yıldır çalışmalarını, yarışmalarını bu solunda yaparlar. Jimnastiğin mabedi gibidir o salon. Salon Vakıflar’a ait. Her yıl yenilenen sözleşmeyle kullanımı İstanbul İl Spor Müdürlüğü’ne veriliyordu. Sözleşme bu yıl yenilenmedi. Neden yenilenmediği bilinmiyor. Yetkililer de bu konuda açıklama yapmıyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü de salonu yıkıp yerine bir şeyler yapacak, ama spor salonu değil elbette! Ne yapılacağını bilen yok! Toplanan 12 bin imza, açılan kampanyalar da kar etmiyor. İnsanların seslerine kulak tıkanıyor.. İstanbul’un nizami tek jimnastik salonu da böylece tarihe karışmak üzere gün sayıyor. İşte daha önce de değindiğim insana yatırım, insana değer verme olayı budur. İnsan odaklı düşünseydik, eskimiş olan mevcut salonu yeniler, çağdaş hale getirir ve yolumuza devam ederdik. Bununla da yetinmez iki üç tane daha jimnastik salonu yapardık. Çünkü jimnastik olimpiyatın üç ana sporundan biridir. Ve bizim kendi jimnastikçilerimize reva gördüğümüz muamele, 40 yıldır kullandıkları salondan kapı dışarı etmek! Üstelik adaylığımızın oylanacağı günlerde. Ne de olsa Bağlarbaşı kentin göbeği ve rantiyenin iştahını kabartıyor! Ne gereği var jimnastik salonunun!

Neden kazandılar?

Fazla söze gerek yok!

Tokyo’nun olimpiyatı kazanmasında birden fazla etken var. Tesislerinin ve altyapısının hazır olması, güçlü ekonomisi, ABD ile olan siyasi ve ekonomik bağları bunlardan bazıları. Ancak sosyal medyada dolaşan Tokyo Metrosu ile İstanbul Metrosu’nun haritası, iki kentin ulaşım sistemi fazla söze gerek bırakmıyor.

İSTANBUL METROSU



TOKYO METROSU


09 Eylül 2013, Pazartesi 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Altın tepsideydi!‘’

Birkaç ay önce TMOK Başkanı Uğur Erdener 2020 şansımızı şöyle değerlendirmişti: Hamit bey, Olimpiyatı bize altın tepsiyle sunuyorlar ama biz elimizin tersiyle itiyoruz! Adaylık sürecinde yaşananları en iyi özetleyen cümle buydu. Erdener haklı çıktı, altın tepsiyi geri çevirdik! Nasıl mı? Gezi sürecini yüzümüze gözümüze bulaştırdık; Suriye kirizinde en şahin biz olduk; Akdeniz Oyunları’nda 500 altın vererek dopingi patlattık; aynı oyunlarda ırkçı güreşçiye bayrak taşıttık; kadına ayrı, erkeğe ayrı olimpik havuz sözü verdik; şikeden ceza alan takımlara göz yumduk vs.

2020 Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları’na adaylık süreci başladığında iki kent ön plana çıkıyordu. İstanbul ve Tokyo. Mart ayında IOC heyetinin kentleri ziyaretiyle startı verilen süreçte en büyük favori olarak İstanbul gösteriliyordu. Bunun da önemli gerekçeleri vardı. Büyüyen ekonomi, siyasi istikrar, yüzde elliye varan genç ve dinamik nüfus, devletin topyekün İstanbul’un adaylığını sahiplenmesi, hükümetin yasalarla teminat vermesi, 19.4 milyar Dolar’lık devasa bütçe, iki kıtada toprağı olan tek kent olması, tarihi ve kültürel önemi, adaylık konusundaki istek, arzu, heves ve coşkusu, kusursuz projesi, halkın yüzde 83’e varan desteği, daha önce 4 kez kaybetmemize rağmen olimpiyat ısrarından vazgeçmememiz, organizasyon düzenleme konusundaki sıradışı yeteneğimiz, adaylık çalışmalarını yürüten profesyonel ekibin bilgisi, birikimi, çalışkanlığı IOC delegelerinin İstanbul’a sempati duymasına neden olan başlıca gerekçelerdi. Başlangıçta her şey iyi gidiyordu. Hiç olmadığımız kadar olimpiyat düzenlemeye yakındık. Madrid’e zaten şans verilmiyordu, Tokyo ise kara kara düşünüyordu. Gerçekten de 2020’yi alacağımıza bu satırların yazarı da dahil olmak üzere toplumun ve yönetenlerin büyük bir kısmı inanıyordu.

İmajımızı yerle bir ettik

Gelgelelim, Mayıs ayı sonunda ve Haziran ayı boyunca başlayan Gezi Parkı protestoları sürecinde yaşananlar bir anda her şeyi ters düz etti. Başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere hükümetin protestoculara karşı hoşgörüsüz tutumu, polisin şiddet uygulaması, bu şiddet sonucu 5 insanın hayatını kaybetmesi, binlercesinin de yaralanması, göz altılar, tutuklamalar Türkiye’nin imajını yerle bir etti. Gezi’yle ilgili sorulara kaçamak cevaplar verildi. Ama mızrak çuvala sığmıyordu. Bu süreçten gerekli ders alınmamış ki, 2020 oylamasının yapıldığı saatlerde ODTÜ’de ve Taksim’de yine polis şiddeti vardı. Ardından patlayan Suriye krizi de aleyhimize işleyen faktör oldu. Türkiye’nin bu konuda topyekün savaştan yana tavır alması, İstanbul ile ilgili endişeleri iki misline çıkardı. Suriye’de patlak verecek bir savaşın bölgeye istikrarsızlık ve ekonomik yıkım getireceği gerçeği hesaplanamadı. İstikrarsızlığın ve ekonomik yıkımın olduğu bir coğrafyaya da olimpiyat vermezler zaten, vermediler de... Elimizi zayıflatan bir diğer konu ise doping patlaması oldu. Akdeniz Oyunları’nda altın madalyaya 500 altın ödül vaat edilince bir doping furyası yaşandı. Son sunum sonrası bu konuyla ilgili sorulan sorular da sabıkamızın göstergesiydi.

Bu kadar defoyla olmazdı

Yine Akdeniz Oyunları’nda yaşanan bir diğer skandal ise ırkçı ifadeler kullanan, Ermeni’ye, Rum’a hakaretler yağdıran güreşçiye ceza vermek yerine bayrak taşıtmamızdı. Bu olayı IOC üyelerinin bir kenara not ettiğini düşünemedik maalesef. Bütün bunlar yaşanırken, giderek dinsel bir argüman kullanan, vatandaşların hayat tarzlarına müdahale eden Başbakan Erdoğan’ın memleketi Rize’de yaptığı son konuşmada kadına ayrı, erkeğe ayrı olimpik havuz sözü vermesi ise bardağı taşıran son hadise oldu. Böyle bir şeyin olimpik felsefede yeri olmadığını bilmemiz gerekirdi. Başbakan daha sonra bunu düzeltme yoluna da gidebilirdi, ama bunu da yapmadı. Kadına ayrı, erkeğe ayrı olimpik havuz yapılmak istenen bir ülkeye olimpiyat verilir mi, varın siz düşünün. Elbette işin bir de şike boyutu var. İki kulübümüz UEFA’den şike cezası aldı, CAS da onayladı. Ama bizim federasyonumuz olanı biteni halının altına süpürüverdi. Hala da görmezlikten, duymazlıktan geliyor. Dopingin üstüne bir de uluslararası arenada ülkece şikeci damgası yiyiverdik. Kısa zamanda bu kadar skandala imza atan, bu kadar defosu olan bir ülkeye olimpiyat verilmesi zaten sürpriz olurdu. Ama o sürpriz olmadı! Yazık oldu, hem de çok yazık. Bir daha böyle bir fırsat ne zaman elimize geçer bilinmez. Tabiri caizse kendi ayağımıza kurşun sıktık. Meslek hayatımın en büyük üzüntüsünü dün gece yaşadım. Maalesef bunu hak etmemiştik.

08 Eylül 2013, Pazar 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Favoriydik ama...‘’

Bugün yapılacak seçimde Tokyo, İstanbul ve Madrid’in bir adım önünde gözüküyor. Bunda 2024 ve 2028 planları da önem arz ediyor. 2020 sonrası aday çıkarmayı düşünen Avrupa ülkeleri tercihlerini Japon Başkenti’nden yana kullanabilir. Aynı senaryo Arap ülkeleri için de geçerli. 2020’den elenen Doha, olimpiyatı alan ilk İslam ülkesi olma onurunu İstanbul’a bırakmak istemiyor. Siyasetteki dalgalanmayla ekonomik göstergelerdeki sapmalar da aleyhimize işleyen diğer faktörler

Yıllardır yattığımız olimpiyat rüyası bugün gerçekleşecek mi, yoksa bundan sonra da rüya görmeye devam mı edeceğiz? Arjantin’in Başkenti Buenos Aires’te yapılacak IOC Kongresi’nde TSİ 23:00’de bu soruların cevabını bulacağız. Aday kentler oylama öncesi son sunumlarını yaparak kararsız delegeleri etkilemeye çalışacak. İstanbul bu kez yarışın favorilerinden biri olarak gösteriliyordu. Ta ki, Gezi olayları başlayana kadar. Gezi sürecinde hükümetin sert tutumu ve yapılan gösterilerde polisin göstericilere uyguladığı orantısız güç bir anda havayı değiştirdi. Ardından yanı başımızda patlak veren Suriye ve Mısır kriziyle Türkiye’nin bu konudaki şahin politikası da, tüm dünyayı Türkiye’nin dış politikasında bir eksen kayması olduğu görüşüne itti.

Gezi’yle başlayan süreç


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın iç politikada giderek otoriterleşen bir dil kullanması, dış politikada ise sürekli İsrail’i ve Batı’yı hedef alan sert demeçleri rüzgarı bir anda tersine çevirdi. Güneydoğu’da uygulamaya konan ‘Barış süreci’nin bir türlü istenilen ivmeyi yakalayamaması da endişeleri artıran etkenlerden biri oldu. Son zamanlarda ekonomik göstergelerde artan negatif değerler ve uluslararası finans kuruluşlarının yaptığı uyarılar da cabası. Oysa 2020 adaylığımızda en büyük kozumuz giderek büyüyen ekonomimiz ve devletin koyduğu iradeydi. Devletin iradesinde bir değişiklik yok. Ancak siyasette ve ekonomide yaşanan olumsuzlukların elimizi zayıflattığını söyleyebiliriz. Başbakan Erdoğan’ın Rize’de yaptığı bir konuşmada “Kadınlara ayrı, erkeklere ayrı olimpik yüzme havuzu yapılacağı” şeklindeki sözleri de İstanbul için oluşan puslu havayı biraz daha koyulaştırdı. Bunun olimpik ruh açısından kabul edilemez olduğunu, dış basında da manşetlere çıktığını unutmayalım! Lozan’da yapılan son sunumda Tokyo’nun sportif değerleriyle ön plana çıkması, İstanbul ve Madrid’in ise altyapı ve şehircilik konseptine daha çok atıfta bulunması da aleyhimizde etki yapan unsurlardan. Tabi bir de işin doping boyutu var. Doping skandallarının aleyhimize mi lehimize mi işleyeceği tartışma konusu. Türk delegasyonu, yakalanan 31 sporcunun, Türkiye’de ‘dopinge sıfır tölerans’ın bir göstergesi sayılacağı ve lehimize bir hava yaratacağı görüşünde. Umarım haklı çıkarlar.

IOC’deki grift ilişkiler!


Bir de meselenin geleceğe dönük senaryolarla ilgili perde arkasında yaşanan bölümü var. Buenos Aires’te IOC’nin yeni başkanı da seçilecek. 6 aday başkanlık için yarışacak. Seçimin favorisi olarak Alman Thomas Bach gösteriliyor. Hatta, eski IOC Başkanı İspanyol Samaranch’ın da desteklediği Bach’ın seçilmesine kesin gözüyle bakılıyor. Samaranch-Bach işbirliğinin, Madrid’in oylarında neden olacağı artışı kestirmek için kahin olmaya gerek yok. Bir başka yakın temas ise Bach ile Milli Olimpiyat Komiteleri Birliği (ANOC) Başkanı Kuveytli Şeyh Ahmed Al-Sabah arasında gerçekleşiyor. Kuveytli yatırımcılar, Bach’ın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu şirketin ana hissedarları. Yani Bach ve Al-Sabah etle tırnak gibiler! Doha’nın 2020’de finale kalamadığını, 2024 ve/veya 2028’e daha güçlü hazırlanacağını, olimpiyat ve paralimpik oyunlarını düzenleyen ilk İslam ülkesi olma onurunu İstanbul’a kaptırmak istemeyeceğini düşünecek olursak Buenos Aires’teki hassas dengeleri biraz daha iyi kavramış oluruz. Yani sözün özü şu: Avrupa’nın bir bölümü ile Güney Amerika’nın hemen hemen tamamının Bach-Samaranch yakınlığı nedeniyle Madrid’den yana irade göstereceği, Arap ülkelerinin de Al Sabah’ın yönlendirmesinde Madrid ve Tokyo tercihlerinde bulunacağı beklentileri oldukça yaygın. Tokyo’nun şansını artıran bir diğer etken ise, 2024’e aday olmayı düşünen Avrupa ülkelerinin, aynı kıtaya arka arkaya ikinci kez oyunların verilmeyeceği gerçeğinden hareketle İstanbul ve Madrid’e sıcak bakmamaları.

Girişmen’e sunum yaptırılmalı

Bütün bu karamsar tablodan sonra şu soru akla gelebilir: Peki, bizim hiç mi şansımız yok? Elbette var. Ama çok fazla olan şansımızı biz kendi ellerimizle zayıflattık, zayıflatmaya da devam ediyoruz. Bundan bir kaç ay önce favoriydik. Tokyo ile atbaşı gidiyorduk. Çok başarılı bir ekip çalışmasına, hazırlanan kusursuz adaylık dosyasına, oy kullanacak ülkelerin büyük bölümünün sempatisine rağmen, değişen dengeler nedeniyle favoriyken plase olduk. Şimdi ince hesaplar yapmak zorundayız. Madrid ilk turda elenirse, İspanya ve Güney Amerika’nın oylarını alabileceğimiz hesaplanıyor. Mümkündür. Türk heyetinin Buenos Aires’e gitmeden önce lobi faaliyeti için son seferini Güney Amerika’ya yaptığını düşünürsek kazanmamız açısından İspanyollar ve onların kontrolündeki Latin ülkeleri kilit rolü üstlenecekler gibi gözüküyor. Belki de söylenmemiş son söz vardır ve o da çok etkili olacaktır. Örneğin; sunumdaki sürprizlerden biri Lozan’da ayakta alkışlanan Paralimpik Şampiyonu Gizem Girişmen olabilir. Girişmen’in tekerlekli sandalyesi ile kürsüye çıkıp yapacağı duygusal bir konuşma kararsız delegelerin ruhuna hitap edebilir ve son anda fikir değiştirebilirler. Son olarak şunu söylemeliyim: IOC’nin, çok uluslu dev şirketlerin ve uluslararası finans-kapital kuruluşların kontrolünde içe kapanık, masonik bir organizasyon olduğu gerçeğini aklımızdan çıkarmayalım. Yukarıda sıraladığım ve aleyhimize işleyen politik ve ekonomik parametreleri de bu realite ışığında değerlendirelim!

Hamit Turhan

07 Eylül 2013, Cumartesi 12:00
YAZININ DEVAMI