‘’Binnaz'a kim(ler) kıydı?‘’
Arkamda bekleyenlerden iki kişi kendi arasında sohbet ediyordu. Başlangıçta iki erkeğin konuşması gibi gelmişti bana. Sonra birinin sesinde bir tuhaflık olduğunu farkettim. Geriye döndüm, baktım. Konuşanlardan biri genç bir kadındı! Ama sesi öylesine kalınlaşmış, öylesine detone olmuştu ki, duyduğunuzda konuşanın erkek olduğunu sanıyordunuz. İşte o genç kadın bugün İngiltere’nin bir kasabasında yoğun bakımda yaşamla ölüm arasında gidip gelen milli atlet Binnaz Uslu’dan başkası değildi. Sohbet ettiği kişi de antrenörü Yahya Sevütekin’di. Bozulma Binnaz’ın sadece sesinde değildi. Yüzü de perişan vaziyetteydi. Suratı kıpkırmızıydı ve akne doluydu, o zaman henüz 20 yaşında olan gencecik Binnaz’ın. Onu o şekilde görünce içim acımıştı. Metabolizmasındaki bozulmanın, aldığı ilaçlardan kaynaklandığı besbelliydi. Onun o görüntüsü ve adeta bir kobay gibi kullanıldığı düşüncesi hiç bir zaman aklımdan çıkmadı.
Antrenörü rüşvetten ceza almıştı
Zaten iki yıl sonra da Binnaz Uslu dopingten iki yıl ceza aldı. Antrenörü Yahya Sevütekin’e de, WADA denetçilerine rüşvet teklif ettiği gerekçesiyle iki yıl ceza verilmişti. Hatta bu konuda Türkiye Atletizm Federasyonu’nun isteksiz davrandığı, ancak IAAF’ın baskı yapması sonucu bu cezayı kestiği de ileri sürülmüştü. İşte sporcusuyla birlikte ikişer yıl ceza alan bu Sevütekin’in gelinen son noktada da büyük ihmali olduğu apaçık ortada. Zira, Binnaz Uslu’nun Mayıs’ın sonlarında Portekiz’de yapılan Kulüpler Avrupa Şampiyonası’nda da midesinden hastalandığı, istifra ettiği bana gelen bilgiler arasında. Yani iddialara göre Binnaz’ın hastalığı yeni değildi ve hasta hasta koşturuluyordu. Yine bu şekilde İzmir’deki Türkiye Şampiyonası’nda da koşmuş ve birinci gelmişti. Hatta İngiltere’de komaya girmese dönüşte 500 altın ödüllü (!) Akdeniz Oyunları’nda da koşturulacaktı.
Bu durumda aklıma bir kaç soru takıldı. Onları da sıralayayım...
1.) Binnaz Uslu, son bir aydır hasta hasta yarıştan yarışa sürükleniyor mu?
2.) İngiltere’de yarıştan bir gün önce, yani cuma akşamı kafile doktorunun bilgisi dışında iğneyle ya da serum yoluyla kendisine enerji ihtiva eden ilaç verildi mi? Bu ilacı aldıktan sonra mı midesi delindi ve fenalaşarak hastaneye kaldırıldı?
3.) Binnaz Uslu cuma gecesi hastaneye kaldırılarak yoğun bakıma alınmasına rağmen, hastalığı neden pazar günü açıklandı? Durumu kamuoyundan neden iki gün saklandı?
4.) Binnaz Uslu gibi üst düzey bir sporcu, midesindeki kronik ülseri bilinmesine rağmen yarışlardan önce sağlık kontrollerinden geçiriliyor mu? Geçiriliyorsa, sonuçları nedir? Geçirilmiyorsa, bugünkü gelinen noktanın cinayete teşebbüsten bir farkı var mı?
5.) Binnaz Uslu’nun mide ülserinin sebebi aldığı ilaçlar olabilir mi?
6.) Kafilede bir doktor olmasına rağmen, Binnaz Uslu’nun sağlığıyla ilgili açıklamaları neden Federasyon Başkanı Mehmet Terzi ile Teknik Kurul Başkanı Muharrem Or yapıyor?
7.) Ölümle pençeleşen bir sporcuyu binlerce kilometre ötede bir federasyon yöneticisi ve antrenörü ile baş başa bırakıp koştur koştur Akdeniz Oyunları’na gelmenin bir mantığı var mı?
Umarım bu sorulara tatmin edici yanıtlar verilir ve umarım Binnaz Uslu, Azrail’le girdiği yarışı da kazanır. Ve yine umarım bu konuyla ilgili bir soruşturma açılır da, Türkiye’deki çarpık sistemin bir defosu daha ortaya çıkar.
‘’Yine doping yine doping!‘’
Başta 2020 Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları olmak üzere bir çok büyük organizasyona talip olan Türkiye, ne yazık ki doping illetinden yakasını bir türlü kurtaramıyor. Özellikle atletizm ve halterde skandallar ard arda patlamaya devam ediyor. Bir çok sporcunun doping nedeniyle ceza aldığı bu iki branşımız bir kez daha aynı sorunla karşı karşıya kaldı.
İngiltere’de bugün başlayacak olan Avrupa Takımlar Şampiyonası’nda mücadele edecek Atletizm Milli Takımı’ndan 6 sporcuya doping şüphesi tedbir konduğu öğrenildi. Bu durumun, Türkiye’yi geçen yıl yükseldiği ve kalıcı olmayı hedeflediği Avrupa Süper Ligi’nde büyük bir sıkıntıya soktuğu belirtildi. Toplam 48 sporcuyla gittiğimiz şampiyonada 42 sporcumuz mücadele verecek. Halterde ise akdeniz Oyunları’na doping gölgesi düştü. Oyunlarda ülkemizi temsil edecek Milli Takım’dan 8 erkek sporcunun doping şüphesi nedeniyle kadrodan çıkarıldığı bildirildi. Türkiye Oyunlarda 7 bayan sporcu ile mücadele ederken, erkeklerde sadece 4 sporcumuz podyuma çıkacak.
‘’Kazanmayı unuttuk‘’
Özellikle ilk 45 dakikasında çok iyi oynadığımız, iki kez de iki farklı öne geçtiğimiz Letonya maçını basit hatalar sonucu yediğimiz gollerle berabere bitirmemiz buna çok iyi örnektir. Bunda en önemli etken Milli Takımımız’ın bir kulüp takımı hüviyetine sahip olamamasıdır. Abdullah Avcı’nın her şeyden önce bu bütünlüğü sağalaması gerekiyordu ama aradan geçen zaman içinde ne yazık ki bunu başardığı söylenemez. Bilakis, yapılan eleştiriler, yaşanılan tartışmalar Milli Takımımız’ın daha da dağılmasına sebep oldu. Kendi takımlarında üst düzey performans gösteren oyuncular Ay-Yıldızlı formayı giyince futbolun en basit hareketlerini bile yapmakta zorlanıyorlar. Bir bütün olarak hareket edemiyorlar; dolayısıyla da oyunda devamlılık sağlayamıyorlar. Zaman zaman tempo yükseltiyor, oyuna hakim oluyorlar, hepsi o kadar. Ne orta alanda organize olabiliyorlar, ne hücumda bilinçli paslaşmalarla pozisyon üretebiliyorlar. Üstümüze gelen rakiplere de çok basit savunma hatalarıyla pozisyon ve gol imkanı veriyorlar. Dün geceki Slovenya maçı da bu dağınık görüntümüze önemli bir örnek teşkil etti. Letonya’dan daha güçlü ve kısacık mazisine rağmen İki Dünya Kupası, bir Avrupa Şampiyonası tecrübesine sahip olan Slovenler karşısında bölük pörçük bir futbol oynadık. Buna rağmen önemli pozisyonlar da bulduk. Ama takım halinde organize olarak yakaladığımız değil, gelişigüzel yarattığımız anlık pozisyonlardı bunlar. Slovenya ise bize nazaran daha organize, daha diri ve daha sert bir futbol sergiledi. Başta Alper olmak üzere teknik ayaklarımızı tatlı sert futbollarıyla sindirdirdiler. Rakibimizin ilk 11’inde yer alan tüm futbolcularının başta İtalya olmak üzere Avrupa’nın değişik liglerinde oynadığını göz önüne aldığımızda bizi bozmalarının gayet normal olduğunu söyleyebiliriz. Zira bu tür tecrübeli ve organize takımlara karşı hep bocaladığımız sır değil.
Milli Takımımız’da sakatlanıp çıkana kadar Alper Potuk iyi bir görüntü sergilerken, Slovenya’nın en göze çarpan oyuncusu Salzburg’da oynayan Kampl’dı. Süratli, çabuk ve atletik özelliklere sahip olan genç oyuncuyu defansımız durdurmakta oldukça zorlandı.
Bütün futbolcuların tatile çıktığı bir dönemde bu turnuvayı ayarlayıp Milli Takım’a seçilenlerin kimyasını da bozan Almanya kampını alibiyet alamadan kapattık. Elbette hazırlık maçlarında alınan sonuçlara değil, sahada oynanan futbola bakılmalıdır... Gelgelelim dünkü görüntümüzden sonra umutlanmamız için hiçbir neden yok. Dünya Kupası şansı mucizelere bağlı olan A Milli Futbol Takımımız’ın böyle bir mucizeyi gerçekleştirecek, ne gücü, ne de dermanı var. Hiç vakit kaybetmeden bir kan değişikliğine gidilerek 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın planlaması yapılmalıdır. Aksi takdirde orayı da ıskalamamız işten bile değil.
‘’Muz Cumhuriyeti!‘’
Oysa realite başka. Kendimizi o kadar afyonlamışız ki, gerçeğin farkına varamıyoruz. Görmüyoruz, duymuyoruz, algılamıyoruz. Alıcılarımız kapalı. Hasan Sabbah'ın Haşşaşileri gibiyiz. Hepimiz birer fedaiyiz. Hepimizin bir Hasan Sabbah'ı var. Fanatizm gözümüzü öylesine kör etmiş ki, en aklı başında olan bile zıvanadan çıkabiliyor. Tuttuğumuz takımlara adeta tapıyoruz. Din gibi, tarikat olmuş takım taraftarlığı.
Orta Doğu'da demokrasiyle yönetilen tek ülke olmakla övünüyoruz ama gerçekten öyle mi? Gerçekten demokrasi var mı bu ülkede? Kendimizi ırkçılıktan soyutluyoruz. Sahiden de ırkçı değil miyiz? Buna gerçekten inanıyor muyuz? 6-7 Eylül olayları başka ülkede mi oldu? Başta Ermeniler olmak üzere azınlıklara negatif ayrımcılık yapan başka bir millet mi? Türk-Kürt kavgası neden hiç bitmiyor? Yunanlılar, Ruslar, Araplar hakkında yıllardır düşmanlık menkıbeleri dinlemedik mi? Bu uluslara kinlenmedik mi doğumumuzdan, ölümümüze kadar... Hristiyan misyonerleri nerede katledildi? Yahudilere hangi gözle bakılıyor bu ülkede? Ya Aleviler'e yapılanlar? Başta Anadolu kentleri, kasabaları olmak üzere tüm Türkiye'ye yayılan mahalle baskısının anlamı nedir? Faşizm değil midir, mahalle baskısı denen olgu? İsteyen istediği gibi yaşayabiliyor mu, istediği gibi düşünüp, düşüncelerini istediği gibi açıkça ifade edebiliyor mu?
Bunlar can sıkıcı sorulardır, ama her biri bir Türkiye gerçeğidir. Biz buyuz.
Biz bu olduğumuz için futboldaki hali pür melalimiz de genel iklimimizden farklı değil. Her konuda nasıl uçlara savruluyorsak, futbolda da öyle oluyoruz. Forma yüzünden ölüyoruz, katil oluyoruz. Siyahi oyuncularımızın attığı gollerle kendimizden geçiyoruz ama rakibin siyahi oyuncusuna muz gösteriyoruz. Rakipten o kadar nefret ediyoruz ki, serenomideki bir çocuğun üstündeki formaya bile tahammül edemiyoruz. Pankartlar, sloganlar baştan sona ırkçılık ve nefret içeriyor. Küfrün bini bir para.
Sizce şu genel manzaramızla bir demokrasi ülkesini mi andırıyoruz, yoksa Güney Amerika'nın muz cumhuriyetlerini mi? Cevap ortada! Benim naçizane bir tavsiyem olacak. Hükümet nefret suçlarıyla ilgili yasa çıkarmaya hazırlanıyor. Buna futboldaki fanatizmi, nefreti, kini ve düşmanlığı da eklemeliler. Yoksa bu gidişle Mısır'dan beter olacağız.
‘’Sarı-Kırmızı yıllar!‘’
Bazıları içinse bunun düşüncesi bile ürkütücüydü. O nedenle Galatasaray'ın durdurulması gerektiği fikri benimsendi o çevrelerce. Saha içinde ve saha dışında ellerinden gelen bütün kumpasları denediler. Kısmen de başarılı oldular. Kısmen diyorum çünkü bizzat Galatasaray'ın kendisi malum zihniyetin ekmeğine yağ sürdü.
O görkemli başarı sonrası birbirine düştü Sarı Kırmızılılar. Hocası bıraktı ya da bıraktırıldı. En önemli oynucuları Avupa'nın yolunu tuttu. Hagi, Taffarel, Popescu gibi dünya yıldızları futbola veda etti. O görkemli kadro darmadağın oldu. Gidenlerin yerine yenileri konamadı. O dönemde kulübe çağ atlatacak stat projesi yüzlere gözlere bulaştırıldı. Vizyon sahibi başkanı alaşağı edildi. Takım küçüldü. Gelirler, giderleri karşılamadı. Borç bini aştı. Kulüp tarihinin en karanlık dönemine girdi.
Aynı süreçte ezeli rakibi Fenerbahçe ise atılıma geçti ve her bakımdan Türkiye'nin 1 numaralı kulübü oldu. 2000'li yıllarda Galatasaray için konuşulan senaryo bu kez Fenerbahçe için dile getirilmeye başlandı. Galatasaray iç sorunlarla, maddi krizlerle boğuşurken Sarı-Lacivertliler makası giderek açtı. 10 yılda mucize kabilinden yaşanan üç şampiyonluk sadece teselli oldu. Galatasaray'ın içine düştüğü duruma Fenerbahçeliler kıs kıs gülmeye başladı. Gücün cazibesiyle başları döndü ve ölümcül bir kibre kapıldılar. Her platformda Galatasaray'ı aşağılamaya, Sarı-Kırmızılı camiayla alay etmeye başladılar. Ta ki, Seyrantepe açılana ve ardından Ünal Aysal-Fatih Terim ikilisi iş başına gelene kadar. İki yılda çok şey değişti. Galatasaray yeniden ayağa kalktı. Maddi ve manevi bakımdan rakiplerinin bir kez daha önüne geçti. İki yılda gelen iki şampiyonluk ve Şampiyonlar Ligi çeyrek finali moral değerleri tavan yaptırırken, kulübe yeniden Avrupa ve Dünya'da prestij kazandırdı. Bir başka deyişle varolan prestij yeniden canlandırıldı.
Artık nekahet dönemiden çıkıldı. Bundan sonra gelecek on yılların planlarını yapmanın zamanı. Aysal ve ekibi zaten bunun bilincinde ve Galatasaray'ın 10 yıl gecikmeyle de olsa Milenyum'a damga vurması için harıl harıl çalışıyorlar. Eğer çok fahiş bir hata yapmazlarsa Sarı-Kırmızı yılların tekrar başladığını söyleyebiliriz. Bundan böyle ezeli rekabet adı altında iki farklı zihniyetin çarpışmasına tanık olacağız. Birisi yerel, diğeri evrensel. Yerel olan evrensele çelme takmaya çalışacak, evrensel olansa ardına bakmadan yoluna devam edecek. Bunu yaparken de rakiplerinin bir kaç yıl önce düştüğü yanlışa düşmemeleri gerekecek. İktidar sarhoşluğuna yakalanarak vahşi bir kibre kapılmamalılar. Hiç bir takımı, kulübü, camiayı aşağılamaya kalkmamalılar, alay etmemeliler. Futbol Avrupa'nın modern statlarında nasıl oynanıyorsa, modern toplumlarında nasıl algılanıyorsa öyle yapmalılar. Bu ülkeyi aşan bir futbol kültürünün temelini atmalılar. Amaç sadece geleceği inşa etmek olmalıdır. Yüzyıllarca ayakta kalabilecek bir kulüp yapılanmasını gerçekleştirmek olmalıdır tek hedef. Her dönemde dünyanın ilk 5 kulübü arasında yer alacak bir Galatasaray'ı yaratmak olmalıdır, her Galatasaraylının görevi. Bu potansiyel Galatasaray'da vardır. Bundan önce de vardı. Sadece uyuyordu. Şimdi uyandı ve harekete geçti. Yapılması gereken tek bir hamle kaldı: Treni raya iyice oturtarak Avrupa ve Dünya prömiyerine doğru yol almak. Toplumu içten içe çürüten sığlıkları, vasatlıkları, çapaçullukları geride bırakarak...
Seyrantape'de dün gece yaratılan sahneler bunun habercisidir zaten. Kimseyi üzmeden, kırmadan, incitmeden yapılan kutlamalar tam da Galatasaray kültürüne yakışacak cinstendi. Aydınlık geleceğin ışıltısı vardı dün gece Türk Telekom Arena'da. İstikbal Galatasaray'ındır.
‘’Burak'ın katilleri!‘’
O acıyı tadanlar birer enkaza döner. Tek amaçları vardır artık: Gidenin ardına takılıp bir an önce ona kavuşmak. Ne kadar çabuk olursa o kadar huzur bulurlar.
İşte derbi denen kahrolası maç bir aileye bunu yaşattı. Gencecik bir insanı bu hayattan koparmakla kalmadı, sevenlerini sonsuza kadar dinmeyecek onulmaz acılara gark etti. Ortada bir fail var ve ele geçirildi. Ne yapmalıyız şimdi? Yakalandı diye sevinmeli miyiz? Onun yakalanması, hüküm giymesi vicdanlarımızı rahatlatmalı mı? Gideni geri getirir mi, o katili ipe çeksek? Ailesinin acıları diner mi?
Bataklıkta uçuşan bir sineği iki elimizi şaplak yaparak ezdik diye kendimizle gurur mu duymalıyız? İşlerin bu raddeye gelmesine seyirci kaldığımız için bizim hiç mi suçumuz yok? Bu kaçıncı bıçaklama, bu kaçıncı adam yaralama, bu kaçıncı adam öldürme? Statları ite kopuğa teslim eden kulüplerin, devletin günahının kefaretini kim ödeyecek? Asıl failleri yeni bir cinayet olana kadar yine görmezden mi geleceğiz? Bütün kulüpleri teslim almış çetelere ne zaman dur denecek? Taraftarlık holiganlıktır, adam bıçaklamaktır diye tezahürat yapanların sırtını tapışlayanları baş tacı ettiğimiz müddetçe daha çok Burak'lar ölecek, daha çok ailelerin ocağına ateş düşecek.
Fail bir değildir, birden fazladır. Bu kirli düzenden beslenen rant çeteleridir gerçek failler. Onlara kol kanat gerenler, onları semirtenlerdir. Onlara göz yumma aymazlığına düşenlerdir. Bu işin üstüne gitme iradesini göstermeyenlerdir hakiki suçlular. Çıkardıkları yasayı budayanlar, budananı da uygulamayanlardır yakasına yapışılması gerekenler. Öğretmene, öğrenciye, bilim adamına, işçiye, memura, emekliye biber gazı sıkıldığında üç maymunu oynayıp, tribün teröristine sıkıldığında avaz avaz bağıranlardır bu olanların müsebbibi.
Hiç kimse kusura bakmasın. Burak Yıldırım'ın katili yoktur, katilleri vardır. Ve ellerini kollarını sallayarak dolaşmaya devam edeceklerdir, hiç kuşkunuz olmasın. Çünkü bu toplum içten çürümüş. Öyle olmasa, bir futbol oyununu böylesine kine, nefrete, düşmanlığa dönüştürecek kadar büyük bir kötülüğü kendisine nasıl yapar bir toplum? Söyler misiniz nasıl yapar? Daha ne desem bilmem ki? Lanet olsun her şeye...
‘’Saracoğlu klasiği!‘’
Kırgınlıklarımızı, kızgınlıklarımızı, öfkelerimizi, kinimizi törpülesin. Acının etrafında birleşelim. Tek yumruk, yek vücut olalım. Aynı toprağın insanları olduğumuzu, aynı havayı soluduğumuzu, aynı çeşmenin suyunu içtiğimizi, aynı göğün altında yaşadığımızı; kaderimizin de, kederimizin de, sevincimizin de, tasamızın da, değerlerimizin de ortak olduğunu bir kez daha hatırlayalım. Hoşgörümüzü artıralım. Birbirimize saygı duyalım. Kucaklaşmasak bile birbirimizi anlayalım. Son yıllarda yaşadığımız en vahim olayla silkinip kendimize gelelim.
Ama olmadı. Maalesef yine sınıfta kaldık. Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinin, nasıl bir tarihsel düşmanlığa dönüştüğüne bir kez daha tanık olduk. Aziz Yıldırım'ın kongre üyelerine hesap vermesi gereken bir ortamda Galatasaray'ı hedef alarak düşmanlıkları körüklemesi, holiganizme davetiye çıkarması dün gecenin fitilini ateşleyen en önemli faktördü. Alkış polemiğiyle başlayan süreçte Aykut Kocaman'ın da provokatif konuşmalarla sahibinin sesi gibi davranması Saracoğlu'nun gerilmesi için yetti de arttı bile.
Sonuçta futbolun olmadığı, gerek tribünlerde, gerekse sahada sinirlerin gerildiği bir maç yaşadık. Tribünlerden sahaya atılan yabancı maddeler -ki içlerinde konyak şişesi bile vardı- siyahi oyunculara karşı yapılan ırkçı hareketler, birbirlerine ve hakeme karşı iyi niyetten yoksun davranan futbolcular geceye damgasını vurdu.
Galatasaray'da şampiyonluğu garantilemenin rehaveti, Fenerbahçe'de ise hafta içi oynanan 120 dakikalık kupa maçının yorgunluğu açıkça görülüyordu. İki yorgun takımın mücadelesinde iyi olan taraf Fenerbahçe'ydi ve hak ederek kazandı. Daha çok istedi, daha fazla mücadele etti, daha fazla atak yaptı, daha fazla pozisyon buldu, daha fazla orta yaptı, daha fazla şut çekti Sarı-Lacivertli takım. Galatasaray ise maçtaki ilk kornerini 80. dakikada attı. Kaleyi bulan iki şutundan biri gol oldu. Maçın ilk yarısında pozisyon bulamadan gol buldu. Defans ve orta alan ile forvet hattı arasında bir türlü bağlantı kuramadılar. Bunda Fenerbahçe orta alanının agresif oyununun ve etkili presinin de etkisi vardı. Burak attığı golün dışında sahada yoktu. Maç eksiği olan Elmander de pek bir varlık gösteremedi. Hamit Altıntop ile Riera'nın top kayıpları Galatasaray kalesine tehlike olarak geri döndü. Gökhan Gönül, Kuyt, Emre, Mehmet Topal ve Webo Fenerbahçe'yi sürükleyen ve sahada fark yaratan oyunculardı.
Fenerbahçe iyi oynamasına ve hak etmesine karşın skora hakem hataları damgasını vurdu. Fenerbahçe'nin ilk golü öncesinde Hamit'e yapılan hareket ile ikinci golde Webo'nun Eboue'ye yaptığı hareket fauldu. Ayrıca Kuyt'a yapılan hareket de penaltıydı. Hakem Cüneyt Çakır bu pozisyonları devam ettirerek bariz hatalar yaptı.
Maçın son bölümünde yaşananlar ise hafta içi tırmandırılan gerginliğin tavan yapmasıydı. Türk futbolunun iki asırlık çınarının kaptanlarının birbirlerinin gırtlağına sarılması, ayıp ötesi bir sahne olarak tarihin utanç sayfalarına yazıldı. Maç sonunda galibin de, mağlubun da sevinmesi dün gecenin en ironik yanıydı. Galatasaraylı futbolcuların orta yuvarlakta şampiyonluk kutlaması yapması zaten diken üstünde olan tribünlerin sahaya inmesine yol açabilirdi. Son derece gereksiz bir sevinç gösterisiydi. Yangına körükle gitmek gibiydi. Dün geceki atmosferi gördükten sonra Allah'tan şampiyonluk bu maça kalmamış diye düşünmekten kendimizi alamadık.
Ortadoğu'da müslüman toplumları birbirine kırdıran bir şer ittifakının ruhu dolaşıyor ortalıkta. Aynı senaryonun bir başka versiyonu da basit bir oyun olan futbolda sergileniyor. İki ezeli rakibi, iki ezeli düşmana çevirmek kimin işine geliyor, anlamak mümkün değil. Bu kirli oyunun birer parçası olanların yaptıkları tek kelimeyle hainliktir. Yazıklar olsun onlara...
‘’Fatih Terim'in sırrı!‘’
Kartlarını açık oynar; arkadan dolanmaz, belden aşağı vurmaz, kimseye sinsi tuzaklar kurmaz; göğüs göğüse çarpışır, yere düşersen de üstüne çullanıp boğazını sıkmaz, ayağa kalkmanı bekler. Merttir, delikanlıdır, dürüsttür, açık sözlüdür. Söyleyeceğini yüzüne karşı söyler, arkandan dedikodu yapmaz. Onun başarısının altında yatan temel etken de bu özellikleridir. Yani adamlığıdır, insanlığıdır. Biz sahadaki Fatih Terim'e odaklanırız ama gördüğümüz buz dağının suyun üstündeki kısmıdır. Asıl cevher suyun altındadır.
Sahanın dışındadır. Florya'dadır, sıcacık yuvasındadır. Ailesinin, dostlarının, futbolcularının arasında olduğu zaman görürsünüz gerçek Fatih Terim'i. Size kibirli görünür ama karşısına geçen her insanı dinleyecek, fikirlerine değer verecek, sorunlarına birlikte çözüm arayacak kadar tevazu sahibidir. Florya'da futbolcularıyla arasındaki ilişkiyi böyle dizayn eder. Onları sahada yönettiği birer makine, alınıp satılan mal ya da bir eşya olarak görmez; insan olarak değer verir. Mahiyeti altındakilere adil davranır, futbolcularının özel günlerini, özel anlarını bilir ve onlara çeşitli jestler yapar. İnsanın ruhuna hitap eder. O nedenle onun otoritesi hiç kimseyi rahatsız etmez. Çünkü karşılıklı saygıya, sevgiye ve güvene dayanan bir otoritedir onun ki...
Bu kadar otoriter olup da futbolcusu tarafından böylesine sevilmesinin nedeni budur. Yeri gelir babalık yapar, yeri gelir ağabeylik yapar, yeri gelir arkadaşlık yapar; ama meslek ahlakından, iş disiplininden ödün vermez. Onu farklı kılan meziyetlerdir bunlar. O salt bir teknik direktör değil, gerçek bir liderdir. Nasıl bir fenomenle karşı karşıya olduğunuzu şu küçük örnekle daha iyi anlayacaksınız. Şampiyon olduğu gecenin sabahında eşi Fulya Hanım'la birlikte memleketi Adana'ya gidip engelli insanlara tekerlekli sandalye dağıtacak kadar sosyal sorumluluk sahibi biridir de aynı zamanda Fatih Terim. İşte sır arıyorsanız, sır buradadır. Aynanın ardında değil, önünde. Fatih Terim'in insanlığında...
Not: Başkan İbrahim Yazıcı'ya Allah'tan rahmet, Bursaspor camiasına da başsağlığı diliyorum.
Hamit Turhan