‘’Çocukları maça götürmeyin!‘’
Benim de üç kuruşluk katkım olsun diye maçı basın tribünü yerine kapalıda izlemeyi tercih etmiştim. Stada geldiğimde gişelerin önündeki insanlara tehditle bilet satmaya kalkan karaborsacıların yüzlerce polisin gözü önünde estirdiği terör karşısında dehşete kapılmıştım. Stada girerken yine kapıdaki onlarca polisin gözünün önünde yankesiciler çantamı karıştırmıştı. Zamanında farkettiğim için benden bir şey alamamışlardı ama bir çok taraftarın yankesici kurbanı olduğunu içeri girince öğrenmiştim. İçeride ise haplanan serserilerin normal taraftara uyguladığı sözlü ve fiili şiddete tanık olmuştum. Şahit olduklarıma ancak devre arasına kadar katlanabilmiş, ardından da 'Lanet olsun!' diyerek evimin yolunu tutmuştum. Bütün bunlar binlerce çoluk çocuğun olduğu bir yerde ve bir yardım maçında oluyordu.
Ertesi günü gazetemde, "Anne-babalar çocuklarınızı Ali Sami Yen'e göndermeyin!" başlığıyla bir yazı yazmış ve Galatasaraylıların tepkisini toplamıştım. O zamanın başkanı rahmetli Özhan Canaydın da telefon açarak "Bize zarar veriyorsun." diye bana sitem etmişti. Ben de kendisine, "Bütün bu olanların önüne geçmediğiniz için asıl zararı kulübünüze siz veriyorsunuz" diye cevap vermiştim. Özhan Başkan, kendi üzerine düşeni yaptığını ama yetmediğini söyleyerek telefonu kapamıştı. O günden bugüne ne değişti? Koca bir hiç! Uygulanmayan bir yasa çıktı. Sonra o uygulanmayan yasa budanarak uygulanmayan daha kadük bir yasa haline getirildi. Bugün statlarda yine terör var. Statlar yine eşkiyaya teslim. Tribün teröristleri yapacaklarını yapıyor, sonra da ellerini kollarını sallayarak evlerine gidiyor. Bunlara dur diyen ne polis var ne savcı ne de hakim. Polis çoluk çocuğa biber gazı sıkarak işinin bittiğini sanıyor! Savcılar seyrediyor, hakimler de hasbelkader karşısına getirileni tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıyor! O nedenle sevgili halkım, iş size düşüyor. Statlara çocuklarınızla ve eşlerinizle gitmeyeceksiniz! Statlara çocuklarınızı ve eşlerinizi asla ve katiyetle yalnız başlarına göndermeyeceksiniz! Hatta mümkünse statlara uzun bir müddet hiç biriniz gitmeyeceksiniz! Bırakınız size bağlı bu kulüpler kendi başlarına oynasınlar! Bakın o zaman işler nasıl düzeliyor.
‘’Terim, Kocaman ve U15!‘’
Göz gözü görmüyor. Bir kez daha anladık ki, biz yarışmayı bilmiyoruz. Hakça, adilce rekabet etmesini öğrenemedik bir türlü. Öğrenemeyeceğiz de... Çünkü toplumun adalet duygusu zedelenmiş durumda. Toplumsal yaşamın temel direği adalet vicdanlardan çekilince kimsenin kimseye inancı ve güveni kalmadı. Aslında olan biten, herkesin hakkı ve hukuku aramasıdır. Lakin bunu yaparken kafamızı gözümüzü yarmaktan başka bir metod geliştiremiyoruz. Kim kazanırsa kazansın, bu savaştan kimse galip çıkamaz. Ve kimse de haklı değil. Zira bu ortamı biz yarattık. Bu düzeni biz tesis ettik. Yıllardır işimize geldiği için haksız kazanca göz yumduk. Kendimiz haksız kazanınca başkalarının feryatlarına bıyık altından güldük, kaybedince de rakibimiz haksız kazanç sağlıyor diye feryat ettik. Adalet hiç bir zaman umurumuzda olmadı. Nasıl olsa sıranın kendimize de geleceğini biliyorduk. Hepimiz bu oyunun bir parçasıyız. Fatih Terim, Aykut Kocaman vb. ise bu işin aktörleri sadece. Bugün onlar var; yarın bir gün onlar gider başkaları gelir. Bu devran böyle döner gider. Bir gün hepimiz bitap düşüp bir daha ayağa kalkamayacak duruma gelene kadar.
Gelin bu tatsız yazıyı, tatsız bir hadiseyle noktalayalım. Adaletsizliğin nerelere kadar sirayet ettiğini daha iyi anlamamız için vereceğim şu örnek yeter de artar bile.
Altay U15 (15 Yaş Altı) Takımı geçenlerde Coca Cola Akademi Ligi'nde Türkiye Şampiyonu oldu. Nike Premier Ligi'nde de finalde kaybetti. Gelgelelim, şu anda hazırlık maçları için Azerbaycan'da olan U15 Milli Takımı'nda Altay'dan tek bir futbolcu bile yok! Nasıl, iyi mi? Ne diyelim, Allah müstehaklarını versin!
‘’En iyisi Kalu Uche‘’
Küme düşmekte olan iki takımın iki etkisiz elemanı olarak Türkiye'de ceplerini dolduruyorlar. Beşiktaş da Alves, Dentinho gibi oyuncular transfer etti. Hiç oynamadan ülkesine dönen Alves'in Siyah-Beyazlı kulübü ne kadar zarara uğrattığını biliyoruz. Dentinho da lig bitiyor hala ortalıkta yok.
Kasımpaşa'nın sezon başında Espanyol'dan transfer ettiği Kalu Uche ise ligi forse eden oyuncuların başında geliyor. Attığı gollerle, maç istikrarıyla Kasımpaşa'yı Avrupa Ligi'ne taşıyor. Bir santraforda olması gereken tüm özelliklere sahip. Hava hakimiyeti, top kontrolü, top tekniği, fizik güç, sürat, çabukluk, gol sezgisi, bitirici vuruş, topsuz oyun... Ne ararsan var. Kalu Uche ligimizde fark yaratan oyuncuların başında geliyor. Nijeryalı golcü, aynı zamanda da 3 Büyükler'e nasıl transfer yapılacağı konusunda bir ders niteliğinde. Yere göğe sığdıramadığımız Burak Yılmaz'ın Uche'nin dün Ordu'ya attığı ilk golü defalarca izlemesi gerekir. Nasıl ofsayta düşülmeyeceği, defans oyuncularıyla nasıl hiza alınacağı, ardından da nasıl boşa çıkılacağı, nasıl zamanlama yapılacağı ve topun nasıl ölü noktaya gönderileceği konusunda başta Burak olmak üzere yerli forvetlerimizin ders alması gereken usta işi bir goldü Uche'nin ilk sayısı.
Kasımpaşa'nın başarısı elbette sadece Kalu Uche'yle sınırlı değil. Uche başarıda önemli pay sahibi ama bugün iki golde de asist yapan Viudez, son haftalarda yeniden forma giren Özer, istikrar abidesi Isaksson, defansın genç yeteneği Barış ve orta alanın dinamosu Ernst de Kasımpaşa'nın önemli dişlilerinden. Bugün oynamayan Yalçın Ayhan'ı da unutmamak gerek. Elbette kenar yönetimini de... Şota'nın Kasımpaşası ligin en kompakt takımlardından biri. İyi pas yapıyorlar, sahayı iyi parselliyorlar, yardımlaşıyorlar, koşuyorlar, pres yapıyorlar, toplu savunma, toplu hücum prensibini eksiksiz uyguluyorlar. Bu Kasımpaşa bu sezon Avrupa Ligi'ne gidebilir, önümüzdeki sezon da yapılacak iki-üç takviyeyle şampiyonluğa oynar.
Böyle bir takım karşısında Orduspor'un yapacağı çok fazla şey yoktu. Karadeniz temsilcisi, maça hızlı ve tempolu başlamasına rağmen, telaşlı bir görüntü verdi. İlk 10 dakikadaki hızı kesilince kalesindeki ilk pozisyonda da topu ağlarında gördü. İkinci gole kadar Kasımpaşa kalesine yüklendi ama pozisyon üretemedi. Bunda Hasan Kabze ve Stancu gibi oyuncuların formsuzluğunun yanısıra Kasımpaşa'nın alan savunmasını iyi yapmasının etkisi büyüktü. Kasımpaşa farkı ikiye çıkardıktan sonra ise taraftarıyla birlikte havlu attı Mor-Beyazlılar.
Cevat Güler'in arka arkaya yaptığı hamleler, 55. dakika dolduğunda üç oyuncu değişikliğini yapması da Orduspor'u canlandıramaya yetmedi. Maçın son çeyreğinde bilinçsizce yüklendiler, hatta iki tane de net pozisyon yakaladılar ama acemice vuruşlar yaparak son umutlarını da 19 Eylül Stadı'nın çimlerine gömdüler. Orduspor'un işi bundan sonra daha zor. İşin kötüsü futbolcular sanki küme düşmeyi kabullenmiş gibiler. Cevat Hoca'nın takımını ligde tutması için kalan 4 maçta 12 puan toplayarak yeni bir mucizeye imza atması gerekiyor. Tabii düşme potasındaki diğer takımların elleri bu dönemde armut toplamazsa!..
‘’Galatasaray durdurulmalı!‘’
Fıkralar aslında gerçeğe çok yakındır. Bir bakıma gerçeğin imbiğinden süzülmüşlerdir. Şöyle bir dönüp bakın etrafınıza, başarılı insanların vasatlar tarafından nasıl aşağı çekilmeye çalışıldığını görürsünüz. Her platformda. Hayatın he alanında. Bu yüz yıllardır değişmeyen kahrolası bir döngüdür. Bizde başarılı insanların seviyesine gelmenin yolu, onu kendi seviyemize çekmektir. Bazen saklı gizli yaparız; hile ve desiseyle, ayak oyunlarıyla, belden aşagı vurarak, itibarsızlaştırarak. Bazen de ulu orta olur her şey. Ayan beyan. O kadar fütursuzlaşırız ki, niyetimizi saklamaya gerek duymayız.
Galatasaray'ın 1996-2002 arasındaki 'Altın Çağı'nda yükselen sesler şöyleydi: "Bu Galatasaray durdurulmalı!"
Durdurdular da... Galatasaray içeriden, dışarıdan çökertildi; bir 10 yıl kadar fetret devrine girdi. Şimdi ise yeniden ayağa kalktı. Vizyonu geniş bir başkana, Türkiye standartlarının üzerinde bir kadroya sahip. Takımın başında yine Fatih Terim var. Bu sezonki Şampiyonlar Ligi performansı ortada. Ligdeki durum da malum. Şampiyonluk halinde bir kez daha direkt Şampiyonlar Ligi'ne gidecek. Bu da daha fazla gelir, daha fazla prestij, yeni yıldızlarla takviye demek. Ancak bakıyoruz 10 yıl önceki güruh yine hortladı. Dillerinde aynı pelesenk: "Galatasaray durdurulmalı!" Bunun için yoğun bir faaliyet içindeler. Küçük kafaların büyük hezeyanı bir kez daha sahnede.
Arena'da Galatasaray teknik heyetine yapılan infaz sonrası bir federasyon yöneticisi çıkıyor, ekranlarda açıkça 'Galatasaray'ı sevmiyorum' diyebiliyor. Kurullarda, kararlarda etkili olabilecek pozisyondaki birinin Galatasaray'a karşı beslediği duygular bunlar. Ve o federasyonda onun yalnız olmadığını da cümle alem biliyor. Tetikçi kalemler de yattıkları pusudan ateş açmaya başladı.
Galatasaray yoluna devam etmek istiyorsa, daha çok çalışmalı, daha fazla istemeli, daha sıkı kenetlenmeli. Zira kuyunun dışına çıkmasına bir hamlesi kaldı! Çıkmalı o kuyudan ve kapağını kapamalı! Dipteki kurbağaları sonsuza kadar gömmeli o gayya kuyusuna!
‘’Sapara'dan tur açılımı!‘’
Hatta böylesine berbat geçen bir sezon için kupayı almak, hatta finale çıkmak tam bir piyangoydu. Gelgelelim, gerek kenar yönetimi, gerekse sahaya çıkan futbolcular bunun pek farkında değil gibiydi. Elbette, takımla bir hafta boyunca çalışan, futbolcuları hazırlayan teknik adamların sahaya nasıl bir 11’le çıkacaklarını söylemek bize düşmez. Ancak Tolunay hocanın sahaya sürdüğü kırılgan takıma, oyun kurgusuna bakınca ortada hatalı bir seçim olduğu da bir gerçek. Fizik ve mental açıdan pek hazır olmadıkları gözlenen Soner, Colman, Adrian, Volkan ve Zokora’dan oluşan orta alanın ligin en dirençli takımlarından biri olan Sivasspor’a üstünlük sağlayamayacağı beklenen bir durumdu. Nitekim de öyle oldu. İçlerinde sadece Zokora ayakta kaldı. Kadir Pekmezci, Hakan Arslan ve Erman Kılıç gibi koşan ve basan, ikili mücadelelerde diri oyuncular orta alanda tam bir hakimiyet kurdu. Trabzonspor’un, ileride yalnızları oynayan Henrique ile olan pas bağlantılarını kesmek bu üçlü için pek de zor olmadı. O kadar ki, Bardo-Mavili takım ilk yarı boyunca tek bir pozisyon dahi bulamadı. Kaleyi bulan tek bir şutu bile yoktu. Soner ve Adrian’ın kargaları kovalayan gelişigüzel çektikleri iki şut, o kadar!
Pozisyon zenginliği bakımından Sivasspor için de ilk yarı pek iç açıcı değildi. Ev sahibi ekibin de, 40. dakikaya kadar rakip kalede yarattığı bir tehlike yoktu. Bunun sebebi de Giray ve Mustafa’nın kademeli olarak Eneramo’yu çok iyi marke etmesiydi. Sivaspor’un kenar oyuncuları Aatif ile Grosicki’nin, Nijeryalı forvete pek fazla yaklaşamaması da Trabzonspor stoperlerinin işini kolaylaştıran etkenlerdi. Gelgelelim, böylesine kısır geçen ilk yarının son 5 dakikası nefesleri kesti. Bu bölümde Sivas, Trabzon kalesinde baskı kurdu. Önce Eneramo yokladı. Ardından Aatif rakip yarı alanın ortasından aldığı topla Trabzonsporlu oyuncuların arasından Alberto Tomba gibi slalom yaparak geçti ve harika bir vuruşla tribünlerin gözlerinin pasını sildi. Tolga Zengin, Eneramo’nun kafa vuruşunu son anda önlemeseydi, konuk takımın soyunma odasına iki farklı yenilgiyle gitmesi işten bile değildi.
Sivasspor’un öne geçmesi ikinci yarının daha tempolu geçmesine neden oldu. Trabzonspor beraberlik için oyunu rakip yarı alana yıkarken, kendi sahasında bıraktığı geniş boşluklar Sivasspor için bulunmaz bir nimetti. Nitekim ev sahibi ekip kendisine sunulan bu nimeti tepmedi. Aatif, Eneramo, Erman ve Grosicki gibi çabuk, süratli ve dikine gidebilen oyunculara sahip Sivasspor, tehlikeli kontrataklar geliştirdi. Bunlardan birinde de ikinciyi bularak Trabzonspor’u şoka soktu. Yiğidolar, tam turun kapısını ardına kadar aralamıştı ki, Ümit’in uzatmanın son dakikasındaki gereksiz faulü sonrası Sapara’nın ayağından frikik golünü kalesinde gördü. Bu gol Trabzon için bir hayat iksiriydi. Kötü geçen bir sezonun, kötü giden bir maçın ardından bundan iyisi şamda kayısı artık!
‘’Fırtına değil meltem!‘’
Bunun sonucunda iki takım adına da beceri noksanlığı, amatörce top kayıpları, gelişigüzel şutlar maça damgasını vurdu. Özellikle ilk 45 dakika, izleyenlere adeta ızdırap çektirdi. Bu bölümde Orduspor rakibine nazaran biraz daha derli topluydu. Trabzonspor ise defans oyuncularının cansiperane mücadelesiyle ayakta kaldı; hücumda ise hiç bir etkinlik gösteremediler. Ataklarda o kadar acemice işler yaptılar ki inanılır gibi değildi. Topu alan, mahalle maçında oynuyormuşçasına burnunu dikine gidiyor, ne boşa kaçanı görüyor ne de yanı başındaki arkadaşına pas aktarabiliyordu. Sonunda da doğal olarak kalabalığın arasında topu kaybediyorlardı.
Futbolda her zaman için en tehlikeli anlar, rakip atağa kalktığında kapılan toplardır. Bu maçta gerek Trabzonspor, gerekse Orduspor birbirlerini eksik yakalayacakları çok sayıda top çaldılar; bir başka deyişle iki takım da atağa çıkarken çok sayıda top kaybetti. Gelgelelim, ikisi de rakibi kontra yakaladıkları bu pozisyonları basit pas hatalarıyla heba ettiler.
İkinci yarıda Alanzinho'nun yerine oyuna giren Adrian oyuna hareket getirdi. Devre arasında Tolunay Kafkas'ın hışmına uğrayan Bordo-Mavili futbolcular daha hırslı, daha istekliydi. Ama hepsi bu kadardı. Oyunu Orduspor yarı sahasına yıkmalarına rağmen beceri noksanlığı yine had safhadaydı. Ta ki, Halil Altıntop oyuna girene kadar. Kritik maçların kritik golcüsü, altı pasta kendisine gelen topu soğukkanlı bir şekilde düzelterek ağlara gönderdi ve Trabzonspor'un dün geceki kabusuna bir son verdi. Golden sonra Orduspor'un beraberlik için kurduğu baskı heyecanın biraz daha artmasına neden oldu. Sezon başında bir ara zirve mücadelesi veren Mor-Beyazlı takımın, nasıl bu kadar sert bir düşüş yaşadığı sanırım futbol akademelerinde ders konusu olur. Tabi aynı durum Trabzonspor için de geçerli. Yılların 'Karadeniz Fırtınası' nasıl dindi, nasıl dindirildi, nasıl denizden esen ılık, hafif melteme döndü? İki yıl önce 82 puan toplayan takım bu sezon nasıl oluyor da küme düşmeme mücadelesi veriyor? O takımdan bu takıma neler değişti? Trabzonsporlular bu soruların cevaplarını bulup, yapılan yanlışları giderebilirse, geleceğe yeniden ümitle bakabilirler. Aksi takdirde bundan sonraki sezonlar da, bu sezonun tekrarı olur ki, bir gün gelir hiç kimsenin ummadığı bir trajedi yaşanabilir? Allah korusun!
‘’Fatih Terim sendromu!‘’
Savunmak bir yana, onu seven biri olarak derin bir hayal kırıklığı içinde olduğumu söylemeliyim. Çünkü sorumsuz davranıyor. Sorumsuzluğuyla hem kendine hem Galatasaray'a zarar veriyor. Kendi yarattığı miti kendi elleriyle yıkıyor. Aslında kendine yazık ediyor. Düşmanlarının eline koz veriyor. Ki, gelmek istediğim nokta da burası! Fatih Terim, sevenleri kadar düşmanları da olan bir figürdür. Üstelik düşmanları sadece karşı cephede değildir; kendi kulübünde de hatırı sayılır oranda düşmanı vardır. Ve bu Fatih Terim'in paranoyası değil, bir realitedir.
Bir zümre vardır ki, Fatih Terim ülke futboluna ne kadar hizmet ederse etsin onu asla sevmeyeceklerdir. Ondan asla hazzetmeyeceklerdir. Galatasaray'ı Şampiyonlar Ligi Şampiyonu, Türk Milli Takımı'nı da Dünya Şampiyonu yapsa bu realite değişmeyecektir. Terim düşmanlığı bakidir! Terim sendromu sari bir hastalıktır! Bir haftadır lince uğraması da bunun en açık göstergesidir. Azınlıkta olan bir kesim, Terim'i yaşadığı düş kırıklığından, yaptıklarını kendisine yakıştıramadıklarından dolayı naifçe eleştirirken, içi Terim nefretiyle dolup taşanlar buldukları fırsatı sonuna kadar kullanıyorlar.
Fatih Terim öfke kontrolünü bir türlü başaramadığı için sık sık bu linç mekanizmasıyla karşı karşıya kalıyor, kalmaya da devam edecek. Terim bu gerçeği bilmek ve bununla yaşamaya alışmak zorundadır. Çünkü biz buyuz. Ya severiz, ya nefret ederiz. Ortası yoktur. Sevgi-nefret ikileminin yerine saygıyı tesis edebilsek bunların hepsi ortadan kalkacak ama olmuyor. İki yüzlülüğümüz buna izin vermiyor.
Yazıyı neden riyakarlığımıza getirip bağladığımı merak edenlere bir sorum olacak: Fatih Terim Fenerbahçe'nin teknik direktörü olsaydı, ondan nefret edenler yine nefret eder, bugünkü linç kampanyasının içinde yer alırlar mıydı? Ya da Aziz Yıldırım Galatasaray başkanı olsaydı!..
İşte budur asıl mesele! Budur çözümsüzlüğümüz!
‘’Pist kaosun eşiğinde‘’
Türk atletizminin üzerinde kara bulutlar dolaşmaya devam ediyor. Son yıllarda elde edilen başarıların keyfini tam olarak çıkaramadan arka arkaya patlayan doping skandalları nedeniyle sıkıntılı günler yaşayan atletizm sporumuzu bu kez çok ciddi birtakım gelişmelerin yaşanacağı endişesi sarmaya başladı. Uluslararası Atletizm Federasyonları Birliği (IAAF) Anti-Doping Şefi Thomas Captevielle’nin dünyada soruşturulmalarının devam ettiğini duyurduğu 17 faal sporcu arasında 4 Türk atletinin bulunduğu, son olarak bir büyük atletimizin numunelerinin de pozitif olduğu haberleri ayyuka çıkmış durumda. Capdeville’in sözünü ettiği 17 atletin 2009 yılından itibaren uygulamaya konan biyolojik pasaport üzerinden soruşturulduğu bildirilirken, aralarında çok önemli atletlerimizin de olduğu 4 sporcumuzun mercek altına alındığı iddiaları şok etkisi yaratmış durumda. IAAF’in konuyla ilgili Atletizm Federasyonu’na bir yazı gönderdiği, ancak bu yazının kamuoyundan sır gibi saklandığı belirtiliyor. Hatta bu konuda Spor Genel Müdürlüğü ile Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın dahi devreye girerek kamuoyunda deprem etkisi yaratacak haberin kesinlikle sızdırılmaması talimatı verdiği ifade ediliyor. Bu listede olduğu kaydedilen bazı elit sporcularımızın geçerli bir mazeretleri olmamasına rağmen uzun süredir hiç bir yarışta koşmamaları da iddiaların doğru olabileceği yönünde endişeler yaratıyor.
Büyük bir bomba patlamak üzere!
IAAF’in doping konusundaki baskıları devam ederken, son olarak atletizm camiasına bomba gibi düşen bir haber ise herkesin keyfini kaçırmış durumda. Önemli atletlerimizden birinin -özlük haklarına olan saygımızdan dolayı ismini açıklamıyoruz- kampına 20 gün önce yapılan baskında alınan numunelerin pozitif çıktığı haberi atletizm camiasını bir kez daha sarsmış durumda. Konuyla ilgili bilgisine başvurduğum herkes fıslıtı halinde konuşurken, resmi bilgi almak istediğim Atletizm Federasyonu Başkanı Mehmet Terzi ile Federasyonun Genel Sekreteri Nihat Doker telefonlarıma cevap vermediler. Sporcunun antrenörünün ise telefonu kapalıydı. Hiçbir zaman ulaşmakta sıkıntı çekmediğim Sayın Terzi’nin bu kez telefonlarıma çıkmaması ve geri de dönmemesi beni de kuşkuya sevk ederken, önümüzdeki günler Türk atletizmi açısından çok vahim birtakım sürprizlere gebe gibi gözüküyor. Son 1 yıl içinde 8 atletimizin ceza aldığını, birinin ise isminin dopingle anıldığını, bu konuda 11 sporcusu doping cezası alan Hindistan’ın ardından dünyada ikinci olduğumuzu göz önüne alırsak, “Eyvah!” diyorum, başka bir şey demiyorum!
Halter gibi olmasın!
Türk atletizmini ahtapotun kolları gibi saran doping kâbusunun getireceği bir başka tehlike de Atletizm Federasyonu’nun özerkliğinin elden gitmesidir. Halterde yaşananları hepimiz biliyoruz. Kısaca tekrar edelim: 23 Yaşaltı Avrupa Şampiyonası’nda 5 haltercide doping çıkması sonucu Başkan Hasan Akkuş ve Yönetim Kurulu topluca istifa etti. Akkuş giderayak sporcuların tamamının kontrolünü istedi. Yapılan kontroller sonucu 19 sporcuda daha dopinge rastlandı. Bunun üzerine devlet haltere el koydu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Spor Bakanı Suat Kılıç’ın talimatıyla Spor Genel Müdür Yardımcıları’ndan Tamer Taşpınar haltere aday oldu. Camiaya da Taşpınar’ı seçmeleri yönünde telkinde bulunuldu! Sonuçta Tamer Taşpınar Halter Federasyonu Başkanı oldu. Taşpınar, hem Spor Genel Müdürlüğü yardımcılığına devam edecek hem de halterin başkanı olarak görev yapacak. İşte atletizm camiasının asıl endişe duyması gereken de budur. Yarın bir gün korkulan senaryolar gerçekleşirse devlet atletizm için de bir Tamer Taşpınar bulmakta zorlanmayacaktır. O zaman iki kere “Eyvah!” diyorum!