Arama

Popüler aramalar

‘’Türk futbolu 'Zan' altında!‘’

Evrensel değerler, kurallar, kanunlar, hukuk, nizam etik bizim için hak getire. Mutlaka bir punduna getirip yasaların, yönetmeliklerin etrafından dolaşmayı başarıyoruz. En geri futbol ülkesinde bile olmayan bir uygulamayı yürürlüğe koyarak ne hakka, ne hukuka, ne vicdana sığan garabet bir fiili durum yarattık. Kırmızı kart gören bir futbolcunun cezası Futbol Disiplin Talimatı'nın 103. maddesine göre ertelenebiliyor. Bundan bir kaç hafta önce bu maddeden Kardemir karabüksporlu Lualua faydalanmıştı. Beşiktaş maçında direkt kırmızı kart Demokratik Kongolu futbolcunun iki maçlık cezası ertelenmiş ve Lualua bir sonraki hafta oynanan Bursaspor maçında forma giymişti. Lualua Üç Büyük takımın formasını giymediği için bu durumun üzerinde o zamanlar pek fazla durdulmamıştı. Ne var ki, şampiyonluk yarışının kızıştığı şu son haftalarda aynı haktan Galatasaray Gökhan Zan için faydalanınca kızılca kıyamet koptu. Herkes her şeyi nalıncı keseri gibi kendine yonttuğu için Gökhan Zan ve Galatasaray eleştirilmeye başlandı. Hiç kuşkunuz olmasın, aynı haktan Fenerbahçe herhangi bir futbolcusu için faydalansaydı bu kez Galatasaray camiası ayağa kalkacaktı. Aslına bakarsanız 103. maddeden yararlanan takım da haklıdır, feveran eden takım da! Burada haksız olan Futbol Federasyonu'dur. Dört sarı kartı dolduran bir futbolcu cezasını çekiyor ama kırmızı karttan atılan bir futbolcu affa uğruyor. Böyle bir uygulamanın izahı yoktur. Bunu ne bugünkü aklı selim insanlara anlatabilirsiniz, ne de gelecek nesillere... Oldu olacak kırmızı kart kaldırılsın da tam kendimize göre bir düzeni tesis edelim! O zaman gücü gücüne yetenin üstte kaldığı bir futbol sistemimiz olur ki, tadından yenmez hani! Hemen hemen her konuda çuvallayan Futbol Federasyonu mum dikmeye devam ediyor! Allah müstehaklarını versin!

19 Mart 2013, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Toplu firar !‘’

Türk atletizmini ikinci kez doping hadiseleriyle yazmaktan hicap duyuyorum. Ancak son zamanlarda ceza alan sporculardaki artış da dikkat çekici. İşin daha vahim tarafı ise denetçiler ile sporcular arasında yaşanan kovalamaca! Denetçilerin, Antalya’daki milli takım kampına yaptığı baskında 20 sporcu birden kirişi kırıyor! Denetçiler de yakaladıkları yıldız atletlerden ancak numune alabiliyor. Bundan birkaç ay önce gazetem FANATİK’te ‘Pis’t kokular!’ başlığıyla bir yazı kaleme almıştım. Söz konusu yazıda Türkiye Atletizm Federasyonu’nun doping yüzünden başının ağrıdığını dile getirmiştim. Doping kontrolleri, numuneleri pozitif çıkan sporculara verilmeyen veya az verilen cezalar vb. nedenlerle Uluslararası Anti-Doping Ajansı (WADA), Türkiye Anti-Doping Ajansı (TADA) ve Uluslararası Atletizm Federasyonu (IAAF) gibi kuruluşlarla federasyonumuzun başının derde girdiğini anlatmıştım.

Federasyon sert çıkmıştı

Atletizm Federasyonu’nun bu yazıya reaksiyonu oldukça sert olmuştu. Beni yalan yazmakla suçlamışlardı. Ancak yaşanan süreç, beni değil federasyonu yalanlamıştı! Zira o yazıda bahsi geçen üç sporcu da ceza aldı. IAAF, biyolojik pasaportundaki kan değerlerinde saptanan anormallikler nedeniyle Bekele’ye 4 yıl ceza verirken, Türkiye Atletizm Federasyonu Ceza Kurulu da, Ali Ekber Kayaş ile Nilgün Öztürk’ü 1 yılla geçiştirdi. Gelgelelim, bu iki sporcuya verilen cezaya Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK) Dopingle Mücadele Komisyonu itiraz ederek olayı Spor Genel Müdürlüğü Tahkim Kurulu’na taşıdı. Tahkim Kurulu’nda görülecek dava sonunda Kayaş ve Öztürk’e verilen 1 yıl cezanın 2 yıla çıkarılması kuvvetle muhtemel. Çünkü sporcularda çıkan yasaklı maddeler anabolik steroid cinsinden. Bunun da cezası en az 2 yıl!

Dopingli atletler artıyor


Dopingle olan derdimiz sadece bunlarla sınırlı olsa ‘eyvallah’ diyeceğiz. Ama ne yazık ki öyle değil. Son 1 yıl içinde doping nedeniyle ceza alan Türk atleti sayısı 8’e yükseldi. Bu rakam çok yüksek. Halterden sonra en fazla dopingli çıkan sporcu atletizmde. Devletin bu nedenle özerkliği hiçe sayarak Halter Federasyonu’na el koyduğunu göz önüne alırsak, Atletizm Federasyonu’nun da çok dikkat etmesi gerektiği gün gibi aşikar. Kayaş ve Öztürk olayı da federasyonun dopingle mücadele konusunda gevşek davrandığının bir göstergesi. O kadar ki, geçmişte bir müsabakaya yapılan baskında denetçilerin milli takım sorumlusu tarafından tartaklandığını da burada hatırlatmakta fayda var. Hal böyle olunca federasyonun bu tutumundan cesaret alan sporcular da her türlü aymazlıkta bulunabiliyor.

WADA ve TADA yakın takipte


Son yaşanan hadise pes dedirtecek cinsten. Bu ayın başında milli atletlerin Antalya’da kamp yaptığı Akropol Hotel’e TADA denetçileri baskın yapıyor. Bunu haber alan 20 sporcu birden kirişi kırıyor! Denetçiler aynı gün bir daha baskın yapıyor, bir kez daha toplu firar yaşanıyor! Denetçiler üçüncü baskında ise bazı genç atletlerden ancak numune alabiliyor! Çemberin daraldığını gören bazı tecrübeli sporcular (!) dilekçe yazarak mazeret bildiriyor ve kampı 5 gün önceden terk ediyolar. Denetçilerle sporcular arasında yaşanan bu kaçan-kovalayan hadisesini federasyon bilmiyor mu? Elbette biliyor. Neden göz yumduğunu ise bizim bilmemiz mümkün değil. Belki ‘bu durum, bütün dünyada böyledir’ diye düşündüklerindendir! Ama mesele küçümsenecek, geçiştirilecek bir mesele değil. Gerek WADA, gerekse TADA dopinge karşı gösterilen bu tolerans nedeniyle Türk atletizmini yakın takibe almış durumda. Umarım ileride büyük sürprizlerle karşılaşmayız!

14 Mart 2013, Perşembe 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Yılmaz Vural'a ayıp!‘’

Uluslararası arenada yüz akımız olan hakemler Türkiye'de linç ediliyor. Onları savunması gereken kurumlar ise aslanların önüne yem olarak atıyor, kendi öz evlatlarını... Lanet olsun, diyerek bu bahse burada ara veriyorum. Çünkü ileride yine hakemlerin yalnızlığına, sahipsizliğine değineceğimizi biliyorum. Ve geçiyorum haftanın dikkat çekici bir başka olayına; Yılmaz Vural'ın istifanın eşiğine gelmesi meselesine... Yılmaz Vural'ın kim olduğunu burada tekrar etmenin alemi yok. Elazığspor'da bugün yarattığı tabloya bakılacak olursa, bir mucizenin eşiğinde olduğunu söyleyebiliriz. Göreve geldiği 8. haftada Elazığ'ın galibiyeti yoktu ve sadece 3 puanı vardı. Ligin sonuna demir atmıştı. 25. hafta itibariyle ise durum şu: Elazığspor 30 puanla 13. sırada. Bu bir başarı mıdır? Elbette başarıdır. Bu şekilde devam etmesi halinde ligde kalma ihtimali bir hayli yüksektir. Hiç kuşkusuz bu da önemli bir başarıdır.

Aslan payı ise tabii ki Yılmaz Vural'a aittir. Çünkü bitip tükenmiş bir takımı devralarak ayağa kaldırmayı başarmıştır. Tekrar yarışın içine sokmuştur. Kente ve takıma yeni bir sinerji katmış, yeni bir hava ve yeni bir heyecan getirmiştir. Gelgelelim, birileri bundan rahatsızlık duymuş olmalı ki, Yılmaz Vural'ın arkasından dolaplar çevirmişler. Yerine TV yorumcusu Ümit Özat ismini telaffuz etmişler. O da bunu doğrulamış. Yılmaz Vural'ı zaman zaman ekrandan ağır bir şekilde eleştirmiş filan... Yılmaz Hoca da istifanın eşiğinden dönmüş. Tam Türkiyelik bir durum yani... İşte bizim futbol iklimimiz, futbol kültürümüz budur. Emeğe, emekçiye, spor adamına, meslektaşa saygı hak getire. İşleri yoluna soktu ya, o bıraksın, kaymağını ben yiyeyim mantığı. Tam bir ilkellik, tam bir ilkesizlik. Buna çanak tutanlar varsa, -ki muhakkak vardır- onlar için de aynı tanımlamam geçerlidir. Belli ki, Elazığ'da Yılmaz Vural'ın çapını, ağırlığını kaldıramayanlar var. Sorunun bir kaynağı da bu olsa gerek. Her ne olursa olsun, Yılmaz Vural'a yapılanlar kelimenin en hafif tabiriyle ayıptır. Yazıktır, günahtır. Bu günahın vebali de işleyenlerin boynunadır!

13 Mart 2013, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Özerkliğin iflası‘’

Ancak bazı federasyonlar bu fiili durumu başıboşluk olarak algıladı. Bu da bir takım çekişmeleri beraberinde getirdi. Federasyonların hemen hemen tamamında kişisel ya da grupsal çatışmalar yaşanmaya devam ediyor. Halterdeki doping skandalına ve sonrasında gelişen olaylara bu çerçeveden bakmakta fayda var. Hasan Akkuş dopingi kaldıracağım iddiası ile göreve gelmişti. Bu konuda ciddi çalışmalar da yaptı. Gelgelelim, spor tarihimizin en kitlesel doping olayı da onun zamanında yaşandı. Ben, Akkuş’un uygulamalarından rahatsız olan bir takım çevrelerin Türk halterini sabote ettiği kanaatindeyim. Sonuçta devlet olaya el koydu ve Spor Genel Müdürlüğü (SGM) yardımcılarından Tamer Taşpınar’ın seçilmesini sağladı. Hiç kuşkusuz bu halterin özerkliğine vurulan ağır bir darbedir. Taşpınar hemSGM’deki görevine devamedecek hemde Halter Federasyonu Başkanlığı’nı sürdürecek. Bir yandan devleti temsil edecek, bir yandan da özerk federasyonun başında yer alacak! Böyle bir özerklik anlayışı olamaz. Zaten seçim sürecinde de devlet bütün ağırlığı ile Taşpınar’ın kazanması için yüklenmişti. Ortada tambir tülüat var! Bu aynı zamanda diğer federasyonlara da gözdağıdır. Tamam, federasyonların büyük çoğunluğu özerkliği yüzüne gözüne bulaştırdı. Ama bunu çözmenin yolu, federasyonlara el koymak değildir. İşlerini düzgün yapmaları için devletin rehberlik yapması yeterliydi. Ya da yasaları ve yönetmelikleri uygulaması... Ama görünen o ki, bugün sporu yönetenlerin anlayışı Kuzey Kore ve Küba sporunu yönetenlerden farklı değil. Yine döndük 30 yıl öncesine!..

12 Mart 2013, Salı 19:00
YAZININ DEVAMI

‘’Pardon Emre!‘’

Ve sadece siyaset için geçerli değildir bu tespit. Ekonomide de, sanatta da, sporda da 24 saat uzun bir süredir. Onun için herhangi bir konuda değerlendirmede bulunurken kesin yargılardan kaçınmak gerekir. Aksi takdirde kendinizi büyük yanılgılar ve derin düş kırıklıkarı içinde bulursunuz. Tıpkı şu an benim içinde bulunduğum durum gibi.

Emre Belözoğlu'ndaki, olduğunu sandığım değişim üzerine yüreğim kıpır kıpır olmuştu. Bayram gelmeden bayramlıklarını giyip sağa sola seğirten çocuklar gibi şenlenmiştim. Hemen kalemime sarılıp 'Helal olsun Emre'ye, işte budur' diye methiyeler düzmüştüm. Rakiplerine, arkadaşlarına saygısından, efendiliğinden filan söz etmiştim. Çok değil, daha bir hafta önce. Yine bu köşede, bu sütunlarda. Ne safmışım! Ne ağzı açık ayran budalasıymışım!
Bu ülkede 24 saat bile uzun süreyken, bir haftanın bir ömre tekabül edeceğini unutmuşum. Bir haftada neler neler değişebileceğini hiç aklıma getirmemişim. Fenerbahçe'deki cicim aylarını hesaba katmamışım. İşler biraz ters gidince Emre'nin taktığı maskenin düşeceğini hissedememişim. Giden Emre ile gelen Emre arasında zerre kadar değişen bir şey olmadığını anlamam için bir hafta yetti de arttı bile. Sağolsun, Emre Belözoğlu yazdıklarımı bana yedirdi! Yine çirkeflik, yine küfür.

Artık kafama dank etti. İyimserlik sari bir hastalıkmış! Bir kişi, bir olay, bir kurum, bir toplum hakkında kesin bir yargıya varmadan önce kırk bin kere düşünmek, temkini hiç bir zaman elden bırakmamak gerekiyormuş. Dersimi aldım bir kez daha.

İyisi mi ben 'pesimist' özüme tekrar geri döneyim! Bir kaç adım daha geri çekileyim. Hayata biraz daha uzaktan bakayım. Belki daha az yanılırım; sizleri de daha az yanıltırım.

Hepinize 'pardon' diyorum sevgili okurlar! Emre'ye de tabii!.. Bir daha Emre Belözoğlu'yla ilgili bir yazı kaleme alırsam namerdim!

01 Mart 2013, Cuma 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Emre Belözoğlu'nun evrimi!‘’

Ancak, kısacık yaşantımızda kendimize ufak tefek rötüşlar yapabiliriz. Zaten hayat da bunu hepimize dayatmaktadır. 'Zamana ayak uydurma' deyimi boşuna değildir. Ayak uyduranlar yoluna devam eder, uyduramayanlar ise kendi daracık zamanlarının içine hapsolup kalır. Kozasından çıkamayan tırtıl gibi ölümü bekler!

Elbette Emre Belözoğlu da herkes gibi bu doğal döngüden nasibini alacaktır, almalıdır. İspanya'ya giderken alevlerin dört bir yanı sardığı bir yangın mahallinden kurtulup sakin ve dingin sulara yelken açan bir kazazede gibiydi. Alabildiğine öfkeli, hırçın ve yorgundu. Bir daha geri dönmeyeceği düşünülüyordu. Verdiği röportajlardaki sözlerinde, ekranlara ve gazete sayfalarına yansıyan görüntülerinde huzuru bulmuş gibi bir hali vardı. Yakın arkadaşı Arda ile birlikte olması hasebiyle, yalnızlık çekmiyor, adaptasyon sorunu da yaşamıyordu. İspanya onun son durağı gibiydi. Ama öyle olmadı. Sürpriz bir şekilde geri döndü. Hiç kuşkusuz Fenerbahçe'nin ona olan ihtiyacı bunda önemli rol oynadı. Ancak belli ki onun da Fenerbahçe'ye ihtiyacı vardı. Atletico Madrit'teki yedeklik günlerinin onun huzurunu kaçırdığı ortadaydı. Bunun Milli Takımı olumsuz etkilediği de... Şartlar onun Fenerbahçe'ye dönmesini gerektirdi.

Fenerbahçe'nin ligin ikinci yarısında değişen çehresi de bu gerekliliği bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor zaten. Emre takımına müthiş bir katkı yapıyor. Şampiyonluk yarışında Fenerbahçe'nin en büyük kozu olduğu bir gerçek. Gitmeden önce de öyleydi. Giden Emre ile gelen Emre arasında futbolu bakımından bir fark yok. Fark, Emre'nin saha içindeki duruşunda. Gitmeden önce herkesin antipatisini toplayan Emre'de büyük bir değişim gözleniyor. Hırsından, mücadele gücünden ve azminden bir şey kaybetmemiş. Ancak daha sakin, daha olgun, daha hoşgörülü. Ve daha saygılı; kendine, hocasına, mesleğine, meslektaşlarına, rakiplerine, basın ve kamuoyuna karşı... Belli ki
İspanya'daki futbol ortamı ona çok şey katmış. Daha önce de Avrupa'da bulunmuştu, ama o zaman toydu. Şimdi ise algıları daha açık. Uzakdoğu seferinden dönen bir yaşam gurusu gibi sanki. Umarım her şey bir illüzyondan ibaret değildir! Umarım bu böyle devam eder de hem kendisi kazanır, hem Fenerbahçe, hem Türk futbolu...

19 Şubat 2013, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Sürpriz olmadı!‘’

20 yıllık meslek hayatım boyunca güreşi yakından takip ederim. Yapılan her kural değişiklikliği güreşi giderek seyredilir olmaktan çıkardı. Hakem oyunları ve arada bir patlak veren doping skandalları da cabası. Bütün bunların IOC’de rahatsızlık yarattığı zaten biliniyordu. Gelgelelim başta FILA olmak üzere güreş dünyası yapılan uyarıları dikkate almadı. Sporun artık pazarlanabilir bir ürün olduğu gerçeği görmezden gelindi. Televizyon yayınlarının branşların olimpiyatlardaki kaderini belirleyecek hale gelmesi güreşin ipini çeken ana etkendir. FILA, bu konudaki önlemleri alamadığı için başlarına bu felaket geldi. Bundan sonra tekrar güreşi olimpiyat takvimine sokmak için çok çalışacaklar elbette. Mayıs ayında yapılacak IOC İcra Kurulu toplantısında üç ay önce olimpiyattan çıkarılan bir branş diğer 7 branşa tercih edilir mi, o bilinmez. Kanımca çok zor. Ama Allah’tan da ümit kesilmez!

13 Şubat 2013, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Sabri'nin onur savaşı‘’

Olimpiyat Stadı'nda oynanan bir karşılaşmada takım hücumdayken top ona gelmişti. Topu biraz sürdü, kafasını kaldırdı ve kaleye mermi gibi bir şut çıkardı. Top direğin üzerinden auta çıktı. Taraftar onu alkışladı. Ne var ki, bu tercihi takım kaptanının hoşuna gitmemişti. Döndü, herkesin duyabileceği şekilde sahanın ortasında genç futbolcuyu azarladı. Kendisine pas vermeyip şut çektiği için ona bağırdı, çağırdı. O da eliyle 'pardon' işareti yaparak başını önüne eğdi ve yürüdü gitti. Yıkılan öz güvenini ve incinen gururunu da yanına alarak...

Sabri Sarıoğlu o günden sonra kaleye şut çekmekten korkar oldu. Oysa öyle bir yeteneği vardı. Kendisine yeni Emre Belözoğlu olarak bakılıyordu. Lakin, saha içinde ve dışında yaşadıkları kendine olan güvenini gidekek azaltıyordu. Bu da hırçınlaşmasına ve çoğunlukla sahada eli ayağına dolaşmasına sebep oluyordu. Bazan saçma sapan işlere imza attığına da tanık oluyorduk. Derken, bu mülevves hali onu bir komedi figürüne dönüştürdü. Sosyal medya denen linç ağı, onu dillere pelesenk etti. Mahallenin saf delikanlısı olmuştu. Herkes onunla dalga geçiyordu. Aşağılanıyordu, onuru çiğneniyordu. O da giderek içine kapanıyordu. Kendisine yapılanlara pek ses çıkarmıyordu. Hepimizin annesi olası başörtülü annesi onu izlemek içine tribüne geliyordu ama bu bile bize insanlığımızı geri getirmeye yetmiyordu. Kedinin yumakla oynadığı gibi onun kişiliğiyle, gururuyla oynuyorduk. O ise kendisine yapılanları bir çelebi olgunluğuyla karşılıyor ve işine bakıyordu. Aslında bir 'Galatasaray Kaptanı' nasıl davranırsa öyle davranıyordu. Sessizliğiyle hepimize okkalı bir cevap veriyordu ama biz anlamıyorduk. Neyse ki, bu savaşı o kazandı. Yıkılmadı, yerle bir olmadı. Bilakis dimdik karşımıza dikildi. Verdiği onur mücadelesinden galip çıktı. Futboluyla, efendiliğiyle, olgunluğuyla, yeniden kavuştuğu formasıyla, kazandığı özgüveniyle, dünyalar güzeli çocuğuyla bir gurur abidesi gibi duruyor karşımızda Sabri Sarıoğlu... Bundan sonra onunla ilgili konuşurken, yazarken, çizerken saygılı olmamız gerektiğini bilmem ki daha nasıl anlatsın? Kafamıza kafamıza vurdu işte. Utancımızla bizi baş başa bıraktı. Bu ayıp da bize yeter!

12 Şubat 2013, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI